Dünyaya posta koymak

Küçüklük, yetersizlik duygusu ve buna bağlı önemsizlik duygusunun oluşturduğu narsistik incinmeye bulduğumuz yanıt güçlü birini bulmak. Güçlü lider, masaya vuran reis, dünyaya posta koyan kabadayı ihtiyacı biraz da buradan kaynaklı.

Dünyanın bizi kıskandığı falan yok herkes bunu biliyor. Ama bu masal anlatısı işte bu mutlu olma, önemli bir davanın parçası olma üzerinden edinilen duyguyu yaşamak istiyorlar. Türkiye’nin büyük devlet olma anlatısına sıkı sıkıya sarılmasının nedeni kendi muhteşemlik duygusunu bu masalla iç içe geçirmesiyle ilgili. Bu masalı, bu şekilde önemsenmeyi seviyor insanlar. Bu tür söylemler kolektif narsizmi şişirir. Simit almaya parası yetmeyenlerin Türkiye davası için fedakârlık yaptığını düşünmesini sağlar. Evrensel projelerin bir parçası olmanın gereği olarak bu duruma katlandıkları yalanına inanmak istiyorlar. "Eyyy Amerika... Eyyy Avrupa!" diye dayılanmalar ama aynı zamanda Biden’dan randevu alma çabalarını bu kapsamda değerlendirebiliriz.

Erdoğan muhalefeti izleyicilerine şikâyet ederken yarattığı efsunlu sahne şu: Sizle ben biziz ve ben sizinle devletin önemli meselelerini dertleşiyorum. Dertleşmek, bu tiyatronun (sahne olarak, sunarak daha anlaşılır olma derdiyle böyle ifade ediyorum) en önemli sahnesi, final öncesi bir anlamda. Ben ve siz biziz ve ben devletin önemli meselelerini sizinle konuşarak, dertleşerek çözüyorum.

Muhalefeti, dış güçleri şikâyet etmesi, İsrail’i, Almanya’yı anlatması bundan: “Birlikte bu küresel ve zor meseleleri Allahın izniyle halledeceğiz”. Erdoğan’ı dinleyen boyacı, şöför, tezgahtar... İşte böylesine önemli sorunları reisleriyle çözeceklerini sanıyor ve bu reisle de her sorunla baş edecekleri duygusu yaşıyor. Sıradan ekonomi kavramını bilmeyenler ülkenin ekonomisini reisle (ve resi sayesinde) çözebileceklerini düşünüyorlar...

İşte bu dertleşme sahnelemesini izleyenler bu durumu demokratikleşmenin kanıtı sayıyor. Halkına danışan ve sorunları halkıyla birlikte çözen yüce lider...

Cebinde dolmuş parası olmadığı için partinin miting otobüsüne parasız binmeyi ‘özel davetlilik’ ve ‘seçkinlerden biri’ olarak değerlendiren bu sıradan kişi ülkenin, evrenin, dünyanın sorunlarını reisiyle birlikte çözecek kadar önemli olma konumuna geliyor. Narsizmin uçağına binmiş bu insanları mantıklı argümanlarla, hırsız ama, hak ve adalet anlatılarıyla ikna edemezsiniz. Önemsenmek, dertleşmek üzerinden reisle aynı hizada olduğunu sanmak, elitler, yöneticiler sınıfına ait olma duygusu (yanılgısı) yaratıyor.

Yeri gelmişken ‘politik elit’ söylemi ve eleştirisi günümüzde ‘yeni sağ’ın ve ırkçı popülist partilerin/hareketlerin söylemidir. Bu ırkçıların kendileri de bu seçkinler grubuna ait olmalarına rağman bunu söylerler. Amerika’nın en zenginlerinden biri olan Trump (başkan olmasına, bu poltik elit grubun tepesinde oturmasına rağmen) da bu söylemi kullanıyor(du).

Bu tür söylemin ustalarından biri de yıllardır iktidarda olan ve servetini bilmediğimiz Erdoğan... Muhtarlar toplantısından çıkan muhtarların ‘önemli olma’ halleri izlenmeye değer. Yaşadığı yoksulluğu ‘gavurla savaşırken seferberlik’ sanan tarikat üyeleriyle konuşabilmenin dilini bulmak, AKP’lileri bu durumdan ötürü rasyonaliteyle ikna etmek çok zor.

Dünyayı savaş alanı sayanlar farkında olarak/olmayarak dünyayla savaş halindeler. Reel hayatın hepimize öğrettiği bir şey var: küçüklüğümüz, yetersizliğimiz... Her ne kadar yazılarımızda ‘dünyanın hiçbir yerinde’ ya da ‘dünyada böyle bir şey’le başlayan cümleler kursak da dünya bir kişinin çapıyla karşılaştırıldığında çok büyük, kocaman bir yer. Bu türden kurulan cümleler de aslında alıştığımız, kötü niyetimizin (?) olmadığı ama yine de narsistik cümlelerdir. Hiçbir insanın ‘dünya' hakkında bir genellemede, yargıda bulunacak bilgisi yoktur. Dünyadaki her olayı bilen ve gören tanrılar ancak böyle cümleler kurabilirler, ama sıradan insanlar için böyle formülasyonlar çok anlamlı değildir ama kulağa hoş gelen narsistik cümlelerdir. İşte küçüklük, yetersizlik duygusu ve buna bağlı önemsizlik duygusunun oluşturduğu narsistik incinmeye bulduğumuz yanıt güçlü birini bulmak, onunla bütünleşmek (biz olmak) ve böylece kendimizi yüce ve muhteşem hissetmek. Güçlü lider, masaya vuran reis, dünyaya posta koyan kabadayı, süpermen, Malkoçoğlu türü kahraman lider, reis ihtiyacı biraz da buradan kaynaklı.

MAZOŞİZM VE SADİZMİN TARİHÇESİ

Mazoşizm, Leopold Sacher-Masoch’un Venüs im pels (Kürklü Venüs) romanında Severin adlı roman kahramanının, kadına acı çektirerek aldığı hazdan yola çıkarak Krafft-Ebbing’in kullandığı bir kavramdır. Krafft-Ebing aynı zamanda Marquis de Sade’den de yola çıkarak sadizm kavramını geliştirmiştir.[1]

Faşizmin nasıl olduğunu araştırırken Frankfurt Okulu ve özellikle de Fromm, sadomazoşist karakterin politik tutuma tercümesinin otoriter karakter olduğunu yazar.[2] Yani sadomazoşistler aynı zamanda otoriter kişiliklidirler. Sadist ve mazoşist ilişkilerde acı vermek ve acı çekmek ilişkinin dinamiğinde rol oynar, sevgi değil. Ama bu ilişkiler derin bağımlılıklar doğuruyor ve bağımlılık bir tür sevgi sanılıyor. Bu bağlamda lider ile taraftarları arasında çok sağlam bir bağ olduğu sanılmasına rağmen bir taraf eksildiğinde diğer taraf eksikliği en kısa zamanda başka biriyle doldurarak yoluna devam ediyor.

Erdoğan için ölürüm diyenler için de bu geçerli. Aralarındaki sembiyotik ilişkiden ötürü bir taraf olmazsa diğer taraf varlığını sürdüremediğinden aralarındaki ilişki varoluşsal olsa da değiştirilebilir. Bugün Fethullahçı diye delik delik kovalanan ve her türlü zulme layık görülen grupla geçmişte sembiyotik bir bağ vardı ve birlikte var olabiliyorlardı. Yedeği bulunduğunda hemen çöpe atılmakla kalmadılar, yok edici bir mücadele de başladı. Erdoğan ve çevresi son yıllarda birçok grupla arasına mesafe koymadı yalnızca bu grupları yok edercesine cezalandırdı da.

Şunu söylemeyi deniyorum: Sadomazoşist ilişkide gruplar değiştirilebilirler. Aynı veya benzer işlevi olan kişiler bulunduğunda birbirlerini yolda bırakabilirler. Sadizm bir insan üzerinde mutlak hakimiyeti, gücü isteme halidir.[3] Sosyal hayatta bu durumu hukukun ortadan kaldırılması, insanın kendini savunamaz hale getirilmesi, karşı koyma ve direnme hakkının elinden alınmasını sadistik bir ortam olarak görebiliriz. Burada güçlü taraf tüm yetkiyi sınırsız ve kontrol dışı elinde toplamak isteyen kişidir, sadistçe pozisyondur bu. Tek adam rejimlerinin bu anlamda sadistik koyu renkleri vardır.

Birçok uzmanın vurguladığı (Freud, Fromm, Gödde, Steinbach, Wurmser) bir gerçek vardır: Sadistler derinlerinde mazoşist eğilimleri ve mazoşistler de sadist eğilimleri taşır. Aynı madalyonun iki yüzü gibidir. Çok güçlü, sadist pozisyonunda olanların başka kontekslerde çok biat edici, itaatkâr ve boyun eğen yani mazoşist yanları vardır. Bugünkü İslamcıların ibadetleri, inançları da biat ve itaat üzerine kuruludur; kendi aralarında da çok hiyerarşik bir yapıyı kurarlar. Bu hiyerarşi vazifeler, yapılan işler ve saygı üzerinden regüle edilir. Mesela namaz dinsel kontekste inanan insan için Tanrı'nın huzuruna çıkmaktır ve dini bir ibadeti yerine getirmektir. Ama dışarıdan gözlenen ise bir insanın yere kapanması, itaat etmesi boyun eğme halidir de. Bu resim mutlak boyun eğmenin sahnelenmesidir. Ekstrem boyun eğme ve Tanrı’ya kulluk...

İnsanlar arasındaki ilişkide sadist sanki mutlak gücü varmış gibi, mutlak bir otorite gibi görünür. Bu aldatıcıdır çünkü boyun eğdiren her sadistin aslında boyun eğdiği/eğmek istediği başka bir güç vardır. Fromm bu noktada sadistin mutlaka boyun eğeceği bir kişi, otorite aradığına dikkat çeker.[4]

Mazoşist hiçbir zaman gücü bütünüyle ötekine vermez. Yani mazoşist gerçek anlamda hiçbir zaman tam olarak mağdur değildir, çünkü mazoşist bir mağduriyeti sergiler/sahneler.[5] Bu sahneleme sadece seyiriciye değil, özellikle ve birincil kendisinedir. Sadist ile mazoşist arasında kurulan cinsel ya da duygusal ilişki birbirlerini tamamlıyorlarmış gibi bir kanı yaratsa da bu doğru değildir. Sadistin amacı gerçekten acıtmaktır ve kontrolü bütünüyle elinde bulundurmaktır.

Psikanalist Christa Rohde-Dachser, mazoşistlerde empati eksikliğinin olduğuna vurgu yapar.[6] Aslında kendisine acı verilmesini sağlayarak kendisine verilmeyen ve böylece de öğretilmeyen mağduriyeti sahneler. Mağduriyeti ve onun sonucu olan acı çekmeyi hazza çevirerek acı veren durumu acı veren olmaktan çıkarır. Toplumda da bu kadar zulmün görmezden gelinmesi, bu toplumun ötekilerine empati eksikliği tezini doğruluyor da.

AHLAKİ MAZOŞİZM

Her ne kadar mazoşizm ve sadizmden söz ederken bir sapıklık olarak cinsel pratikler anlaşılsa da Freud, Fromm, Gödde gibi uzmanlar cinsel olmayan bir mazoşizmden de söz ederler: ahlaki mazoşizm. Gödde’nin kitabının adı hatta Mazoşizm ve Ahlak'tır (Masochismus und Moral, Europaverlag, 1983). Ahlaki mazoşizmin en büyük özelliği Gödde’ye göre insanın kendinden vazgeçmesidir.[7] Çocukları için saçını süpürge etmiş bir annenin bu durumda aldığı cinsel bir haz yoktur, fedakârlık ve çekilen acıdır var olan. Bu durum aynı zamanda Anna Freud’un savunma mekanizmalarında sonsuz ve sınırsız fedakârlık olarak anlattığı (altruistische Abtretung) savunma mekanizmasıdır.[8] Sevdiklerinin mutluluğuyla mutlu olma hali.

Gödde ahlaki mazoşizme örnek olarak şehitlik ve kahramanlığı gösterir.[9] Eyüp peygamberin çektiği acıların anlatısında ve yüceltmesinde bu ahlaki eğilimi görmek mümkündür. Thomas Nagel bazı fedakârlıklar ve kendini kurban etmeler çok masum görünse de[10] bariz olmayan bir çıkarın da söz konusu olduğundan bahseder. Fedakârlık gibi görünen onursal çalışmalar kişiye ün, itibar ve saygınlık kazandırabilir. Mazoşistçe görünen fedakârlık bir çıkar ilişkisidir biraz da. Nagel ‘arı fedakârlıklar’da[11] başkasının isteğiyle benim istediğim çakışıyor ve kendim için yaptığım başkasına da yarar sağlıyor olabilir. Fedakârlık gibi görünen şey aslında benim de yararımadır. Bazen de ben başkasının isteğini ve arzularını kendi isteğime dönüştürürüm. Başkası için yaptığım da kendime de yarar sağlayabilir.

Cinsel mazoşizmde kişi cinselliği kafasında yaşayacağı biçimde kurgular, bunu bir plana dönüştürür ve bunu cinsel haz almak için uygular. İşte burada sürecin ritüelize edildiğini ve bu ritüel üzerinden de sürecin sıkı sıkıya denetlediğini görürüz. Dinsel ritüeller de bir program çerçevesinde uygulanır ve bu sayede denetlenir. Kutsala itaat etmek ayrıca yüceltilir. Gödde’nin dikkatimizi çektiği başka bir olgu daha var: İnsanlar herhangi bir ameliyatı ve iyileşme sürecini bir kahramanlık öyküsü gibi anlatıyorlar.[12] Çekilen acıdan bahsedilirken hazza dönüştürülerek anlatılıyor, acı bir tür kahramanlığa dönüştürülüyor.

Bebekle anne/babası arasındaki ilişkiyi düşündüğümüzde bebek çaresiz, bağımlı, zavallı ve bakıma ve yardıma muhtaç savunmasız biridir. Bu fotoğraftaki yetişkinin (anne/baba) gücü mutlaktır, çünkü bebeğin yaşayıp/yaşamamasına tutumlarıyla karar verecek konumdadırlar. Bebek anne/babaya emanettir, adeta onlara teslim olmuş haldedir. Mazoşist, bebeklikte yaşadığı ve belki de travmatik bir etki bırakan bu biçareliği sahneler, bu sahnelemede çocuklukta yaşadığını tekrarlar; çocukken haz almadığı bu durumdan sonradan haz almaya çalışır. Ya da çocukken radikal bağımlılıktan ötürü oluşan psikolojik acıyı dindirmek için acıyı hazza çevirmiştir ve yetişkinlikte bu yaşadığı hazzı yeniden yaşama eğilimindedir.

Mesela kendisine kötü davranan anne/babanın yaptığını haklı bulan çocuk anne/babanın kendisine kötü davranışını, anne/babanın kendisini sevdiği için yaptığı yorumuyla, kendince kötüyü iyi olarak tanımlayarak acıyı azaltmayı deneyebilir. Birine varoluşsal bağımlılık ve sonsuz güç vermek ve teslimiyet halleridir bunlar bazen. Bunun sosyal ilişkilere tercümesi politik hayata aktarımı da önderle/liderle taraftarlarının kurduğu ilişkiyle benzerlik gösterir. Reis ne yaparsa yapsın onu yücelterek, eleştirmeyerek ona mutlak güç bahşediliyor. Ona tapınarak, onun kendilerini yer yer aşağılamasına izin veriyorlar.

Sosyal devletlerin hizmetlerinden biri de devletin yoksullara ekonomik yardımda bulunması. Bu aslında vatandaşın en sıradan hakkı. AKP’liler bunu Erdoğan’ın kendilerine verdiği sadaka gibi görüyorlar ve böylece otoriteye minnet borcuyla bağlanıyorlar. Ya da Erdoğan onlara hediye veriyor, ikramda bulunuyor. Bu ikram ama onlara ikram olarak paketlenerek sunulmuyor, aşağılayıcı bir biçimde kafalarına fırlatılıyor. Halk kafasına atılan armağanı Erdoğan’ın “manevi hediye”si[13] gibi görüyor.

Buradaki en önemli armağan takası reisin halkı sembolik olarak onurlandırması ve halkın da bu armağanı minnetle kapışarak almasıdır. Erdoğan’ın bulundukları yere gelmesini, kendileriyle dertleşiyormuş gibi yapmasını halk Erdoğan tarafından önemsenmek olarak görüyor. Bu önemsenme meselesini de sembolik bir armağan olarak değerlendiriyor.

Dünya Lideri bu sıradan insanları önemsiyor, ayaklarına kadar gidiyor. Bu durumu halk bir armağan, bir yüceltilme sayıyor. İşte bu durumu narsistik değer vermeye karşılık halk da borcunu ona bağlılıkla ödüyor. Oysa Erdoğan getirdiği armağanları halkın kafasına fırlatıyor, armağan gibi vermiyor. Armağan vermek çeşitli şekillerde ritüelize edilir ve bu ritüel armağanın maddi değerine manevi bir değer de katar. Bu hediye verme durumu onore edici olmaktan çok aşağılayıcı. AKP’liler de bu ganimeti kapmak için birbirlerini itiyorlar. Bu utanç veren ama olayı yaşayanların utanmadığı ve izleyenlerde utanma duygusunun oluştuğu bir sahne aynı zamanda. Utanmayanın yerine utanma durumu biraz. Burada beni en çok utandıran ise yoksulluğun, muhtaç olma halinin bu şekilde aşağılanması. Yoksullukla, muhtaç olanla bu şekilde ilişkilenmek ve bundan gururlanmak, övünmek...

Normalliği yitiren kişiler ve grupların bir özelliği meraka (ilgiye) ve gerçeğe düşmanlıkları.[14] Kötü çoğu kez yalan üzerine kurulur... Yoksullar kendi seçimlerini, taraftarlıklarını gerekçelendirmek, kendilerini haklılaştırmak için yaptıkları yanlışı yok sayarlar. Hatta yaşadıkları yosulluğu sanki kendileri yaşamıyormuş gibi bir tutum dahi sergiliyorlar. Psikanalist M. Masud R. Khan’ın sözünü ettiği bir fenomen var: İnsanlar kendilerinden kendileri değilmiş gibi, bir yabancıdan söz eder gibi davranırlar.[15] Yoksulluğu yaşayanların bu zorluğu kendileri yaşamıyormuş gibi davranmaları bu bağlamda şaşırtıcı. Popüler kültürde kültürün aktörleri ve tüketicileri arasında ilginç bir ilişki var.

Mesela şarkıcılar hoşumuza çok giden o ‘hepinizi çok seviyorum’ sözünü çok kullanırlar. İzleyiciyle bu şarkıcı arasında çok sınırlı bir alanda bir ilişki vardır ve bundan sevgi diye bahsetmek çok zor. Aslında hiçbirinizi sevmiyorum’un pozitif formüle edilmesini bu ama pozitif olan bu negasyonu biz pozitif bir duygu gibi algılarız. ‘Hepinizi çok seviyorum’ aslında ‘hiçbirinizi sevmiyorum’ demektir... Yani burada narsistik, birbirini tamamlayan bir sınırlı ilişki vardır. Şarkıcı ‘biz’den çok bizim onu sevmemizi sever. Biz de bu kadar önemli bir şarkıcı tarafından seviliyor olduğumuzu sanmayı severiz ve bu sevgi olmayan ‘sevgi’ iki tarafın da işine gelir. Günümüz yöneticleriyle taraftarları arasında da benzer birbirini tamamlayan bir ilişki var: Reis taraftarlarının kendisini ölesiye sevmesini, kendisine destek vermesini seviyor. Tarfatarlar da reisin has taraftarı olma ayrıcalığını seviyorlar galiba.

Bazı anneler erkek egemen toplumda evlatlarının ‘erkek’ olmasını çok seviyorlar. Anneler bebeklerini severken onun bir birey, kişi olmasını ıskalar bebeği sadece kendi evlatları olarak severlerse, yani bebeğin sadece bazı özelliklerini severlerse bu durumda çocuğun sevilen bu belirli yanlar ‘idolleştiriliyor.'[16] İdolleştirme, idealize etmekten çok farklı bir olgu. İdolleştirilen çocuk bir dönem sonra kendisinde sadece bir(kaç) yanın sevildiğini fark ederek o da kendisinde annenin sevdiği, idolleştirdiği bu yanları seviyor. Anne ile çocuk arasında problemli bir işbirliği oluşuyor. Bu söylediklerimi seçmen ile seçilen arasındaki ilişkiye, sanatçı izleyici ilişkisine aktarabiliriz.

UYURGEZERLİK VE DUYGUSAL FELÇ

Bu toplumda bazı acıları konuşurken ırkçıların, İslamcıların canlarının hiç acımadığını görüyoruz: çocuk, kadın, işçi ölümleri, gündelik zulme dönüşmüş halde... Bu zulme bağışıklık, hatta yer yer bu zulme alışkanlık... ACIma'daki acının hissedilmemesi. Mazoşizmde de acı acı olmaktan çıkar. Acı vardır ama bu artık zevktir. Acı biber yiyenin canı acır ama bu acı onun zevkidir de. Aynı insanlar ama kendilerine sunulan ve üzülmeleri dolaylı bir biçimde emredilen konularda empati gösteriyor ve duygusallaşıyorlar. Danimarka’da çizilen ve kendilerinin görmediği bir karikatüre sonsuzca öfkelenebiliyorlar. Sanki öğrenilmiş ve ustalaşılmış bir dizossasyon.

Bazı konular kendilerinden uzaklardaysa, aralarında çok mesafe varsa duygulanıyorlar. Öfke, keder, acı... Ama gözlerinin önünde olanı görmüyorlar. Çok benzer olaylarda birbirine zıt tepkiler gösteriyorlar. Cumartesi Anneleri umurlarında değil ama anne türküleri söyleyip dertlenebiliyorlar. Bu dizossasyonda bazı duyguları sanki felçli. Bir kış günü Van’da çocuğunun cesedini sırtındaki bir torbada taşıyan bir babaya üzülmek, ona empatiyle yaklaşmak çok insani ve gerekli. Ama aynı insanlar çocuğunun cesedini buz dolabında saklayan anneden söz edilince duygusal felçliye dönüşüyor.

Bazen insanlarla konuşurken bu insanların uyurgezer olduğunu düşünüyorum. Eşini öldüren biri, uyurgezer olduğunu ve bu cinayetten sorumlu tutulamayacağını söylediğini okumuştum gazetede... Kandırılmak, uyurgezerlik hali gibi sunulsa da tam öyle değil. Kandırıldığını anlatırken reis bizi kandırıyordu aslında. Çünkü kandırılma yalanı uykuda değil uyanıkken, bilinçle verilen kararlara ilişkindi.

Anderas Jacke Freud’un kadınlardaki mazoşim tezini eleştirdiği yazısında uyurgezerliği inceler. [17] Uyurgezerlikte insan iki ruh halini birden yaşar. Uykudadır. Uyukudakiler bir yerde minimal hareketlerle (nefes alıp vermek, sınırlı motorik hareketler) bir biçimde uyurlar. Uyku halinde ve rüya alemindedirler. Uyurgezer ama uyanıklar gibi davranır: Mesela yatağından kalkıp dışarı çıkabilir. Uyanık olan insanların bazı eylemelerini uykuda yapar. Yani insanın iki ve eş zamanlı olamayacak halini yaşar. İnsan uykudayken rüyalarında bastırılmış olan kendini gösterir. İşte uyurgezerde de bu bastırılan, yer yer korkulan veya arzulanan kendini dışa vurur, eyleme dönüşür (mesela uykuda dışarı çıkar). İnsanlarla konuşurken aynı duyguyu yaşıyorum. Mesela bir gezi planlıyoruz, uyanık haldeler. En ince ayrıntılarına kadar mantıklı ve normal durum.

Sonra ülkenin haline geliyor sıra. Karşımda oturan, çayını yudumlayan uyanık biri aynı zamanda rüya alemine dalıyor. Dünya bizi kıskanıyor, dış güçler, uçtuk, kaçtık... Aynı zaman diliminde iki ruh halini yaşıyorlar, yaşatıyorlar: Rüya haliyle ilişkilenmek, aynı dili konuşmak için ben de rüya/hayal alemine dalmak zorundayım. Yoksa diyalog kopuyor. Bazen ben onun uyanık haline söylediğim onun uyku haline denk geliyor. Burada da ortak gerçeklik kayboluyor. Diyalog ben ve o aynı zamanda aynı ruh halindeysek mümkün. İkimiz de hayal ya da uyanık haldeysek yani. Burada başka bir patolojik durum da şu: Hiçbir insan başkasının rüyasına sahip olamaz. Herkes kendi rüyasında kalmaya mahkûmdur. İşte siyasal İslamcılar, ırkçılar kendi rüyalarına bizim de dahil olmamızı, o rüyanın parçası olmamızı ve bu rüya gerçekliğini asıl gerçeklik, uyanık olma halindeki gerçeklik gibi kabullenmemizi bekliyorlar. Aynı rüyayı görelim ve rüyanızı rüyada paylaşalım istiyorlar... Diyalog kurmanın aynı dili yitirmiş olmanın, farklı gerçeklikler yaşamanın farklı hallerde yaşamakla (uyurgezerler gibi) ilgili olduğu izlenimim var.

Psikanalitik tedavilerde karşılaşılan bir durum var: İnsanlar bazen psikanalistin onlara acı çektirmek istediğini, doğru yolu hemen göstermediğini ve böylece onları cezalandırdığını sanıyorlar. Bu tür durumların analizinde bir aktarımın söz konusu olduğu, hastanın başka kontekslerde bilinçötesinde oluşan bir suçluluk duygusu yaşadığını ve bu duyguyu azaltmak için bir cezalandırmayı sahnelediğini görürüz. Yani hasta kendine kötü davranıldığını ve böylece cezalandırıldığını düşünerek suçluluktan kurtulmaya çalışır. Yani başka konteksteki suçluluğun cezasını çektiğini düşünerek kendini suçsuz hissetmeye çalışır. Aslında konu bir suçluluk meselesidir. Onun için hasta psikanalisti suçlar. Bu suçlama bir saldırıdır ve agresyon vardır. Ama suçlamanın içeriğinde hasta psikanalisti fail, saldırgan yaparak kendisini mağdur tanımlamaktadır. Bu durumda mağdur olduğunu söyleyen hasta aslında saldırgandır. Bu durumda sadomazoşist bir sahneleme ve karmaşa vardır. Tersine çevrilen altüst etme ve böylece karmaşıklaştırma hali. Burada hastanın yaptığı bilinçli ve kurgulanan bir şey değil bilakis bilinçötesinin senaryosunun hastaya oynatılmasıdır. Gündelik hayatta sözde mağduriyetini saldırgan biçimde dile getirenleri düşünün... Irkçı ve İslamcı söylemde sıkça karşılaştığımız bir durum.


[1] Aktaran Cora C. Steinbach, Masochismus-Die Lust an der Last? (Psychosozial Verlag, 2018), 2. Baskı, s. 23-24.

[2] Erich Fromm, Anotomie der menchlischen Destruktivität (Deutsche Verlags-Anstalt, 1974), s. 265.

[3] Fromm, age, s. 262.

[4] age, s. 265.

[5] Robert J. Stoller, Pervesion (Psycosozial Verlag, 1998, 2. Baskı), s. 87.

[6] Rohde-Dachser, Spuren der Verlorenen (Psychosozial Verlag, 2020), s. 115.

[7] Selbstlosigkeit, s. 15.

[8] Das Ich und die Abwehrmechanismus (Fischer Verlag, 1993), s. 95-96.

[9] Gödde, age, s. 24.

[10] Die Möglichkeit des Altruismus (Philio Verlag, 2005), 2. baskı, s. 111.

[11] age, s. 113.

[12] Gödde, age.

[13] Wilhelm Schmid, Hediye Vermek ve Hediye Almak Üzerine, çev. Tanıl Bora (İletişim Yayınları, 2021), 2. baskı, s. 25.

[14] Maurice Hurni & Giovanna Stoll, Der Hass auf die Liebe (Psychosozial Verlag, 1999), s. 250-251.

[15] Entfremdung bei Perversionen, Psychosozial Verlag, 2002), s. 307.

[16] Khan, age, s. 11.

[17] Über den weiblichen Masochismus, 2023, İçinde: Psychoanalyse im Widersprcuh Dergisi sayı 70, s. 122

Devam edecek...

Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi