Pelin Cengiz
Ekonomide tek eksiğimiz başkanlık mıydı
Sonucunu tüm kesimlerin merakla beklediği referandum son derece şaibeli bir şekilde "Evet" lehine sonuçlandı. Maçta oyun kuralına göre oynanmadı, kurallar oyun oynanırken değişti, fair play yerle bir oldu. Açıkçası, özetle "bütün geleceğimizle ilgili tek bir adamın karar verip vermemesini oylayalım mı" üzerine kurulu bir referandumu oylamış olmak kişisel olarak ağrıma gitmiş olsa da, tüm hile hurdaya rağmen sonuçtan iktidarın da memnun olmadığını görebiliyoruz.
Örgütlü kötülükle, örgütlü hukuksuzlukla, örgütlü suçla mücadele zordur ancak şimdi, geldiğimiz noktada, enseyi karartmadan, yılgınlığa düşmeden mücadele ve muhalefet alanını mümkün olduğunca genişletmekten başka çaremiz olmadığını düşünenlerdenim. Elinde, herşeye rağmen oyunu kuralına göre oynamaktan başka bir şey olmayanlar için mücadele alanı vazgeçilmez bir araç. Ona tüm "hayır" cephesinin sahip çıkması gerekiyor.
Elbette, bu tartışma daha çok sürer ancak, biraz daha yaşadığımız bugüne dair birkaç noktaya dikkat çekmek isterim. Referandum öncesi iktidar kesiminin ekonomiyle ilgili tüm beklenti ve hedeflerini 16 Nisan referandumu sonrasına havale ettiği hepimizin malumu. Referandumdan çıkan sonuç her ne kadar AKP kanadını tatmin etmese de, ilk açıklamaların ekonomide reformlar üzerine kurulu olması çok manidar.
Ekonominin temel parametrelerinin hepsinde bozulma olduğunu görüyoruz. Nedir onlar? Geçen yıl ekim ayında Başbakan Binali Yıldırım, 2017-2019 dönemini kapsayan Orta Vadeli Programı açıklarken, büyümenin yüzde 5’in altında olmayacağını, 2017 enflasyon hedefinin yüzde 6,5 olacağını, enflasyonun daha da düşeceğini söylemişti. Yakın zamanda açıklanan verilere göre, 2016 yılında Türkiye yüzde 2.9 büyüdü. Türkiye, 2015’te revize edilmiş rakamlarla yüzde 6,1 büyümüştü.
Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin referandumdan sonra daha fazla büyüme trendine gireceğini söyleyerek, yıllık yüzde 5-6 oranında büyüme gerçekleştirebileceğini ifade etti. Hem Şimşek’in açıklamasını hem de referandumun hemen ardından IMF’nin Türkiye için büyüme beklentisini yüzde 2.9'dan 2.5'e çektiğini, 2017 enflasyon oranı tahminini de yüzde 8'den yüzde 10,1'e çıkardığını kayıtlara düşelim.
Diğer yandan, enflasyon mart ayında TÜFE’de yüzde 1,02 artış gösterdi. Yıllık enflasyon yüzde 11,29 ile Ekim 2008’den beri en yüksek düzeye yükseldi. Bu son 8,5 yılda kayıtlara geçmiş olan en yüksek enflasyon oranı.
Elimizde iki önemli ekonomik parametrenin bize işaret ettiği mevcut durum net. Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu enflasyon yüzde 11,29 iken büyüme yüzde 2,9 düzeyinde. 2015 yılında büyüme oranının yüzde 6,1 olduğu dikkate alınırsa büyümenin düşüşte olduğu dikkat çekiyor.
Normal şartlar altında Türkiye’nin içinde bulunduğu durum, ekonomik kriz olarak tanımlanabilecek bir duruma işaret etmiyor. Ancak, yükselme trendindeki bir enflasyon ve düşük büyüme ciddi bir sıkıntı işaretinin olarak kabul edilmeli. Bir ekonomide enflasyon hali yaşanırken, ekonomi büyümüyorsa o ekonomide stagflasyon (enflasyon içinde durgunluk) halinden bahsetmek mümkündür. Ekonomik krizlerde başa çıkılması zor olanlarından birisi budur. Stagflasyon halinde bir yandan enflasyonla mücadele ederken, bir yandan da ekonomiyi canlandıracak bir ekonomi politikası oluşturmak ve bu ikisini senkronize bir şekilde yönetmek çok kolay bir süreç değil…
Tüm bunlara yüzde 13’ler seviyesine yükselmiş olan işsizliği de eklediğimizde, ekonominin temel parametrelerinin raydan çıkmak üzere olduğunu söyleyebiliriz. Esas sorulması gereken soru, referandum sonrası, - iş dünyasının da taleplerinin o yönde olduğun biliyoruz - hükümet kanadından "ekonomide önceliğimiz reformlar" şeklinde gelen açıklamalara, "aklınız 15 yıldır neredeydi" diye sormak haksız mı?
Referandumdan onayını alan Anayasa değişiklikleri, bir bir gerçekleştiği takdirde, takip edilemeyecek, denetlenemeyecek ve hesap sorulamayacak pek çok şey gibi ekonomi politikalarında da opak bir döneme giriyoruz. Enflasyonla mücadelede uygulanacak maliye politikası herşeyden önce harcamaların azaltılmasını gerektirir.
Oysa, Maliye Bakanlığı’nın son verilerine göre, seçim harcamalarının hızlandığı mart ayında bütçe giderleri, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 25 artarak 58 milyar 571 milyon liraya çıkarken, tam tersine bütçe gelirleri yüzde 3 azalarak 39 milyar liraya gerilemiş. Mart ayında bütçe açığı, geçen yılın 3 katına çıkarak, 19 milyar 511 milyon liraya yükselmiş.
Bu da yetmemiş gibi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Başbakan Binali Yıldırım'ın kullanma yetkisinde olan bütçedeki gizli hizmet giderleri, referandumun hemen öncesindeki mart ayında geçen yılın aynı ayına göre yüzde 20.7 oranında artarak 236 milyon liraya yükseldi. Mart ayında örtülü ödenekten yatırım amaçlı yapılan yardım da 9.4 milyon lirayı aştı. Bu yılın ilk üç ayında örtülü ödenek kullanımı ise geçen yıla göre yüzde 45.1 gibi oldukça yüksek bir oranda artarak 682 milyon 458 bin liraya çıktı.
Özetle, Türkiye’yi ekonomik durgunluktan, yüksek enflasyon/düşük büyüme sarmalından çıkaracak reçete bellidir… Bu referandum ve başkanlık tartışmaları hem paramızı, hem vaktimizi hem de enerjimizi çokça tüketti. Geçmişte iyi ekonomik trendler yakalanmasının başkanlık ile ilgisi nasıl yoktu ise bugün de yoktur. Tüm mesele, ekonomik reformlarda kararlı bir iradedir, Türkiye ekonomisinin ihtiyacı olan da odur…