Lozan’ın Kürt sorunuyla ne alakası var?

1921 Anayasası’nın getirdiği her vilayetin idari özerkliği formülü ve yerel idarenin (atanmış valiyle değil) yerel meclislere dayandırılması, hem kayyumcu zihniyete, hem de vali – kaymakamların merkezden atanmasına karşı sosyalist solun savunması gereken, demokratik ve Sovyet-esinli bir yaklaşımdır.

Başlıktaki soru, bilinen gelişmeler nedeniyle bir anda siyasi gündemde yer işgal etmeye başladı. Kürt ulusal sorununun tarihi hakkında bilgi sahibi olmayan ya da bildiği halde unutan veya bilmezden gelen kesimler, bu soruyu daha ziyade bir tepki ifadesi olarak dile getiriyorlar. “Retorik soru” denilen türde, yani yanıta almaktan ziyade hüküm bildirmek amacıyla sorulan soru bir soru bu. Ama aynı zamanda bu soru, Kürt sorununun kimi tarihsel özelliklerini ve özgünlüklerini anımsatmak için de bir imkân sunuyor.

Kürt Sancakları Dönemi

Osmanlı idaresi altına Safevilerle savaşın özel koşullarında giren Kürt mirleri, beyleri ve hâkimleri, bunun getirdiği geniş bir özerklik ile kendi sancaklarını yönettiler. Çaldıran Savaşı’nın (1514) ardından, Osmanlı’nın Diyarbekir ve Mardin’i fethettiği 1515-1516 döneminde Kürt beyleri Osmanlı’ya itaat bildirdiler. Ayrıca I. (Yavuz) Selim’in Şii inancındaki Türkmenlere yönelik katliamları, Türkmen aşiretlerinin Doğu Anadolu’yu terk ederek İran’a sığınmasına yol açtı. Kürt sancakları düzeni bu şartlarda kuruldu. Her bir sancak bir Kürt beyine “yurtluk – ocaklık” olarak verilirdi; karşılığında ise sefer zamanında asker yollaması gerekirdi. Kürt sancakları tımar sisteminin hiç uygulanmadığı “hükümet” tipi sancaklar ile tımar sisteminin (çoğu durumda sadece şeklen) uygulandığı “lîva” tipi sancaklar olmak üzere iki türlüydü.(1) Kürt beyleri, kendi adlarına para bastırmak da dahil sancakları üzerinde tam egemendi. Yalnız, başka sancaklarla, birleşmeleri imkansızdı. Ayrıca, Kürt coğrafyasında, Osmanlı emirlerine ait sancaklar da vardı.(2) Yine, Kürt sancaklarının başında, saraydan atanan bir beylerbeyi bulunurdu. Sefere giderken, Kürt beylerinin askeri yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğini o denetlerdi.

Bu sancak beylerinin altında, her biri kendi aşireti üzerinde ırsî mülkiyet hakkına sahip olan 400’den fazla aşiret reisi (mîr-i aşiret) bulunurdu. Tarih boyunca sayısı değişmekle birlikte, Kürt sancakları ise 31 ila 36 sancak olup,(3) bunlar Diyarbekir, Van, Şehrizar, Halep ve Musul beylerbeyliklerine bağlı idiler.(4)

Kürt sancakları, Osmanlı’nın İran’a karşı bitmek bilmez savaşlarında başlıca dayanağını oluşturdu. Ayrıca kısmi halk isyanlarının bastırılmasında da Kürt beylerinin askeri gücü kullanıldı.(5) Karşılığında ise Osmanlı sarayı, “Kürdistan üslubu” olarak resmi belgelerde ifade edilen çerçevede,(6) Kürt beylerinin işine karışmadı.(7)

Bugün “Büyük Türk – Kürt ittifakı” olarak belirtilen bu dönem, Çaldıran’dan Tanzimat’a kadar, üç yüzyıl sürdü. Kürt sancakları düzeni ancak Tanzimat’tan sonra, Osmanlı devletinin Kürdistan’a yönelik merkezileşme adımları atması ve Kürt beylerinin otoritesini zayıflatması ile bozuldu. Ki, bu dönemde “Kürdistan eyaletinin” kurulması da bu merkezileşme adımlarından birisidir. 19. Yüzyılın ortalarından itibaren görülen Ubeydullah, Bedirhan gibi isyanlar, Kürt sancakları düzeninin sarsılmasına ilk tepkilerdir. Kürt sancakları düzeni, Kürtlerin aşiretsel parçalanmışlık içinde tutarak, Kürt uluslaşmasını da önledi. Kürt uluslaşması ancak, özerk sancaklar düzeni sarsıldıktan sonra gelişmeye başladı. Avrupa’daki topraklarını yitirmeye başlayan sultan, yüzünü Doğu’daki topraklarına dönmüştür. Ayrıca artık İran savaşları da son bulmuştur. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, 1. ve 2. Meşrutiyet Türkiye için büyük tarihsel ilerlemeler ve modernleşme hamleleridir. Ancak aynı sürecin Kürtlere yansıması özerkliklerinin giderek artan müdahalelerle ihlal edilmesi olmuştur.

Sevr’den Lozan’a

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda kaybeden tarafta yer alan Osmanlı hanedanlığı, savaş sonucunda son derece ağır şartlar içeren Sevr Anlaşması’nı imzalamıştır. Osmanlı doğusunda Ermenistan’ın yanı sıra özerk bir Kürdistan’ın da kurulmasını öngören Sevr anlaşmasına Kürt beyleri şiddetle karşı çıkmışlardır. Zira Kürtlerin ve Ermenilerin birlikte yaşadığı şehirler üzerinde kurulacak bir Ermenistan, bu yerlerdeki Kürt – Müslüman nüfusun (Balkanlar’daki Türk – Müslüman nüfus gibi) yerinden edilmesine yol açabilecekti. Böylesine ağır bir tehlikenin karşısında “özerk bir Kürdistan” vaadi ise pek de yeni bir kazanım sayılmazdı; zira her ne kadar ihlal edilse de, Osmanlı’da Kürt sancakları düzeni halen ortadan kalkmamıştı. Sevr Konferansı’nda Kürt temsilcisi sıfatı ile yer alan Şerif Paşa aleyhinde, onun Kürtleri temsil etmediğine yönelik pek çok telgraf Kürt illerinden gönderilmiştir.

“Ermeni tehlikesi” Kürt beylerini padişaha tavır almaya yöneltirken, Ankara’da Mustafa Kemal liderliğinde oluşan Kuvva-i Milliye hareketine destek verdiler. 1921 Anayasası’nda yer alan “her liva kendisini özerk biçimde idare edecektir” hükmü, Kürt beylerine verilmiş bir güvence idi. Hatta, Kuvva-i Milliye ordusu İstanbul yolunda iken, 1923’te Mustafa Kemal İzmit’te gazetecilere verdiği röportajda da Kürtlerin kendi yörelerini özerk biçimde idare edeceği vaadi yineleniyordu.(8) Ancak, Milli Mücadele’nin zaferinden sonra bu sözler unutuldu, açıkça çiğnendi.

Lozan Anlaşması, iki yönden Kürtler için hasar verici oldu. İlkin, Misak-ı Milli’nin bir parçası olan Kürt nüfuslu bölgelerin neredeyse yarısı (El-Cezire ve Musul-Kerkük) Türkiye sınırları dışında bırakıldı. Bu yöreler Fransa ve İngiltere’ye bırakıldı. Bununla, yeni devlette Kürt nüfusunun sınırlanması ve Kürtlerin parçalanması, güçsüzleştirilmesi amaçlandı. Zira yeni devletin kurucuları sadece Türklerden oluşan bir ülke tasarlıyorlardı. Diğer uluslar asimile edilecekti. Yine, Lozan’da hiçbir milli azınlığın tanınmaması, sadece dini azınlıkların tanınması da buna zemin hazırladı. Böylece 1924 Anayasası’nda “herkesin Türk” ilan edilmesine uluslararası bir çerçeve oluşturuldu. Yüzyıllardır “Kürdistan” olarak anılan yörenin adı bile artık yasaklıydı. Kürt diye bir şey yoktu. Kürtçe konuşmak suçtu. 1924 Anayasası’nın açtığı dönemde, bırakın Kürtlerin kendi yörelerini özerk olarak idare etmesini; bu bölgedeki belediyeler bile vali ve kaymakamlar eliyle yönetildi. Belediye başkanı olamadı Kürtler. Kürt illerinin “milletvekilleri” Ankara’daki erkânın içinden atama usulü ile belirlendi. Genellikle de bölgeye hiç gitmezlerdi. Bu durum 1950’ye kadar böyle sürdü.

1921 Anayasası Üzerine Anımsatmalar

Son dönemde, ırkçı cenahta 1921 Anayasasına yönelik özel bir karşıtlık geliştiriliyor. Maalesef bu karşıtlığın sosyalist sola da sirayet etmeye başladığını gözlemleyebiliyoruz. Daha 1. Maddesinde “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” belirlemesi ile Osmanlı teokratik saltanatından açık ve kesin biçimde kopan 1921 Anayasası’nın “laikliği içermediği” yalanı ortaya atılabiliyor. Doğrusu, 1920 yılından itibaren Osmanlı sultanının da, halifesinin de fiilen hiçbir yetkisinin kalmadığı, hatta Anadolu’daki devlet aygıtı ile irtibatının dahi kesildiğidir. Taktik nedenlerle, saltanatın ve hilafetin resmen ilga edilmemesi, bu gerçeği değiştirmez. 1921 Anayasası dünyevidir, sekülerdir, laiktir. “Din maddesi” de içermez. Bu madde 1924 Anayasası’nda vardır.(9)

Diğer yandan, 1921 Anayasası, Meclis’teki sol muhalefetin başını çeken Nâzım beyin (Resmar) liderliğinde hazırlanan “Halkçılık Programı”na dayanmaktadır. Sovyet esinli bu program, 1921 Anayasası’nda da yansımasını bulmuştur. İllerdeki özerklik, örneğin, yerel meclislere dayandırılmıştır. Yine, hükümet modeli, açık bir Sovyet esinlenmesi ile “Meclis hükümeti”dir. Tek tek her bakan Meclis’te seçilmektedir. Bu sayede komünist milletvekili Nâzım (Resmar) İçişleri Bakanı seçilebilmiştir (her ne kadar Mustafa Kemal’in vetosu sebebiyle istifa etmek zorunda kalsa da).(10) Buna mukabil, ırkçıların gözdesi olan 1924 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı Başbakanı, o da bütün bakanları atamaktadır. Meclis’in rolü çok daha zayıftır.

1921 Anayasası’nın getirdiği her vilayetin idari özerkliği formülü ve yerel idarenin (atanmış valiyle değil) yerel meclislere dayandırılması, hem kayyumcu zihniyete, hem de vali – kaymakamların merkezden atanmasına karşı sosyalist solun savunması gereken, demokratik ve Sovyet-esinli bir yaklaşımdır. Kürt sorununa demokratik çözüm için güçlü bir tarihsel referanstır.

(1) Kürt sancaklarına dair daha detaylı bilgi için bkz.: Kumika Saito, 16. ve 17. Yüzyıllar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sunda Timarların Çeşitli Biçimleri: Farklı Uygulamalara Tek isim Koymak, Osmanlı Araştırmaları, LI (2018) ss. 63-113

(2) Sofyalı Ali Çavuş’un 1653 tarihli risalesine göre; Diyarbekir eyaletindeki 22 sancaktan 12’si Kürt beylerine ait yurtluk – ocaklık sancak iken, 10’u Osmanlı emirlerine aitti. Van eyaletindeki 13 sancağın 5’i emirlerin, 8’i Kürt beylerini; Şehrizar eyaletindeki 19 sancağın 6’sı emirlerin 13’ü Kürt beylerinin; Musul eyaletindeki 5 sancağın 3’ü emirlerin 2’si Kürt beylerinin sancakları idi. Ayrıca Halep eyaletinde de 1 Kürt sancağı vardı. (Neşreden: A.S. Tveritinova, Agranıy stroy osmanskoy imperii, ss. 95-98, Moskva 1963, Akademiya Nauk SSSR.)

(3) Kumiko Saito 16. Yüzyılda 31 Kürt sancağını listeliyor; Sofyalı Ali Çavuş’a göre ise 1653’te 36 Kürt sancağı mevcuttu.

(4) Diyarbekir’de 12, Van’da 8, Şehrizar’da 13, Musul’da 2, Halep’te 1 sancak olmak üzere. (1653 itibariyle)

(5) Osmanlı devleti, Safevi İran devleti ile, Anadolu’da patlak veren ve çoğu durumda Şii inancını öne çıkaran halk isyanları arasında ayrım yapmazdı. Örneğin 1526’da İçel’de Süklün Koca adlı bir köylünün önderliğinde başlayan isyan, İçel beylerbeyi tarafından bir türlü bastırılamayınca, Diyarbekir beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın getirdiği Kürt beylerine ait birlikler, köylü isyanının bastırılmasında kullanılmıştır. (Peçevi’den aktaran; A.M. Valuyski, Feodal’nıy stroy turtsii, s.59, Moskva 1939)

(6) Örneğin, 1575 tarihli bir belgedeki şu ifade; “Girdikân sancağı Kurdistan olmağla icmalluı sancak olmayup…” Keza Çemişgezek sancağı için Pir Hüseyin Bey’in oğullarına verilen beratta yer alan “Kurdistan üslûbı üzre tasarruf olına” ifadesi. ( Kumika Saito, age, s.79 ve 81)

(7) Aynî Ali, risalesinde; Diyabakır’daki Kürt sancakları “her ne kadar sancak olarak verilmiş olsa da, aslında yurtluk ve ocaklık vasfında olup ne müdahaleye ne de [bir başkasına] tahsis edilmesine imkân tanır” demektedir (akt. Valuyski, age, s. 23)

(8) 16-17 Ocak 1923 tarihli İzmit basın toplantısında Mustafa Kemal şöyle diyordu: “Kürtlük namına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. … Dolayısıyla, başlı başına bir kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” [yani 1921 Anayasası, bn.] “gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir.” (Aktaran: Ateş Uslu, E. Atilla Aytekin, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, s. 171, Yorfam Kitap, 3. Basım, İstanbul 2019)

(9) 1924 Anayasası’nda yer alan “Türkiye devletinin dini, din-i İslamdır” maddesi, 1928 yılında yapılan bir değişiklikle anayasadan çıkartılmıştır.

(10) Tokat mebusu Nâzım’ın (Resmar) önceleri Halkçı Zümre içinde, sonrasında ise kurduğu “Türk Halk İştirakiyyun Fıkrası” içinde yürüttüğü faaliyetlerin detayını Emel Akal’ın “Komünistler, İştirakiyyuncular ve Paşa Hazretleri” eserinde (İletişim Yay.) okuyabilirsiniz. Mustafa Kemal’in gösterdiği adaya karşı aday olup İçişleri Bakanı seçilmek Nâzım Resmar’a pahalıya patlamış, dokunulmazlığı kaldırılıp İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve kürek cezasına mahkum edilmiştir.