Merkez Bankası neden faiz yükseltti?

Faiz, kapitalist ekonominin içinde bir enstrümandan ibarettir. Kapitalist sömürünün özünü oluşturmaz.

Merkez Bankası Para Politikaları Kurulu (PPK) dün yaptığı toplantıda politika faizini %8,25’ten %10,25’e 2 puan yükseltti. Bu karardan daha da önemlisi, 25 Eylül itibariyle "Geç Likidite Penceresi" faizini de 13,25’e yükseltti. Bu "pencereden" Merkez Bankası bankaları fonluyor. Dolayısıyla burada da örtük bir faiz artışı sözkonusu. Bu arada, Geç Likidite Penceresi oranında yapılan artışın PPK açıklamasında yer almadığını da belirtelim.

PPK bu kararını kredi genişlemesinin yol açtığı enflasyonun geriletilmesi gerekçesi ile açıkladı. Bu karara yol açan temel etkenin TL’nin serbest düşüşe geçmesi korkusu olduğu açık. Böylece ekonomik yaşamın pratik zorunlulukları, "faiz sebep, enflasyon netice" tezinin bir kenara itilmesini dayattı. 

En azından Hegel diyalektiğinin ortaya çıkışından bu yana, gerçek sosyal bilimde katı, değişmez sebepler ve neticeler yoktur. Bugün sebep olan bir etken yarın sonuç olabilir ve tersi. Ne enflasyon her zaman faiz yükselişinin tek ve değişmez sebebidir, ne de tersine faiz artışı enflasyonun. Ama en azından birincisinin kimi zamanlar geçerli olduğu söylenebilir, ikincisi ise zırvadır. İşte Sarayın tam hakimiyeti altındaki Merkez Bankası kararı ile bu zırva bir kez daha kenara konmuş oldu.

Faiz, kapitalist ekonominin içinde bir enstrümandan ibarettir. Kapitalist sömürünün özünü oluşturmaz. Sermaye hareketlerinin yoğunluğuna ve kâr oranlarının yüksekliğine göre, düşebilir ya da çıkabilir. ABD, Britanya, Japonya gibi kâr oranlarının çok düşük olduğu emperyalist merkez ülkelerde faizler de düşüktür. Buna rağmen küresel para sermaye, kriz anlarında ‘güvenli liman’ sayar ve bu ülkelerde toplanır. Türkiye gibi kâr oranlarının hala nispeten yüksek olduğu bağımlı ülkelerde faiz oranları merkezlere göre yüksektir. 

Mart sonrası pandemi koşullarında, bir yandan bir dönem 250 milyar TL’ye kadar para basan, diğer yandan aşırı düşük faizlerle kredi genişlemesini teşvik eden Merkez Bankası, bu hamlesi sonucunda "enflasyonun öngörülenden daha yüksek bir seyir izlediğini" saptıyor. Banka kredileri de dahil (M3) para arzı, Merkez Bankası verilerine göre 2,671 trilyondan (6 Mart) 3,367 trilyona (18 Eylül) yükselmiş (Yaklaşık 700 milyon TL artmış). Üretkenliği dibe vuran, işsizliğin tarihi düzeylere çıktığı, yatırımların 2 yıldır gerilediği bir ekonomide, bu denli aşırı para genişlemesinin TL’nin değer kaybına yol açacağı kolayca öngörülebilir oysa. Merkez Bankası, Sarayın yönlendirmesi ile, konut ve tüketim kredilerini genişletmeyi önceleyen bir politika izlediği için, bunu bir yere kadar göze almak durumunda kaldı. Ama bir yere kadar! Dolar 8’e doğru seyredince frene basmak durumunda kaldılar. 

Faiz ve döviz kurlarından hangisinin ne şiddetle bastırılması gerektiği burjuvazinin içinde şiddetli mücadelelere sebep olmaktadır. Sarayın negatif reel faiz politikası, müteahhitleri kayırırken, sanayi burjuvazisi aleyhine sonuç vermektedir. Uluslararası mali sermayenin Türkiye piyasasından çekilmesine yol açarak döviz finansmanı krizine yol açmaktadır. Ayrıca, negatif reel faiz koşullarında, dolar kurunu belli seviyelerde tutmak adına, Merkez Bankası’nın rezervleri de büyük bir hızla eritilmiştir. 

Şimdi gelinen noktada, faiz yükseltme kararlarının alınması, 2018 benzeri bir kredi daralmasına yol açacaktır. İpotekli konut satışları gerileyecektir. Ancak bunun bile TL’nin yeniden değerlenmesini sağlayıp sağlayamayacağı şüphelidir. 2018’de gösterge faizin %25,50’lere çıkması, TL’nin değer kaybını ancak kısmen dengeleyebilmişti. Bugün 2 puanlık bir artışla bunun sağlanamayacağı aşikâr. Faiz yükseltme kararı, Türkiye kapitalizminin derin krizine ancak yüzeysel bir müdahale olarak kalacaktır. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Alp Altınörs Arşivi