Birleşik Krallık'ta neler oluyor?

Avrupa Birliği'nden ayrılmaya hazırlanan Birleşik Krallık belki de bu bu krizden demokratik bir dönüşümle çıkacak. Corbyn, dünya sol muhalefeti için de umut veriyor.

Bugünlerde en büyük eğlencemiz, televizyonun karşısına geçip parlamento görüşmelerini izlemek. İktidarın ve muhalefetin birbirleri hakkında ve ülkenin geleceği konusundaki düşüncelerini kendi ağızlarından duymak. Ama en keyiflisi de partilerin içindeki muhalefetin "reislerinden" korkmadan, çekinmeden ağız dolusu eleştirilerine kulak kesilmek. Hayır hayır merak etmeyin, iyiyim. Hayal kurmuyor, size rüyamı da anlatmıyorum.
BBC'den yorumsuz, canlı olarak yayınlanan Birleşik Krallık Parlamentosu görüşmelerinden söz ediyorum. İnsan izlerken, göstermelik de olsa, tartışmanın içi genellikle boş da olsa "demokrasi güzel şeymiş" demekten de kendini alamıyor.
Endişelenmeyin, "Birleşik Krallık demokrasisi" hayranlığı falan da yapacak değilim. Bugünlerde Birleşik Krallık -yani Kuzey İrlanda, İskoçya ve Galler ile birlikte İngiltere milletvekillerinin temsil edildiği- parlamentosu, neredeyse tamamen Brexit meselesine takılmış durumda. Biraz o tartışmalara ve olası sonuçlarına bakmakta yarar var, çünkü bu tartışmalar hem Avrupa'nın hem de dünya siyasetinin geleceğinde muhtemelen önemli bir yer tutacak.

AB'NİN AYKIRI ÜYESİ
Avrupa Birliği'nin aykırı üyesi Birleşik Krallık, ada ülke olma avantajını kullanarak Avrupa'nın en önemli anlaşmalarından biri olan ve AB ülkeleri arasındaki sınırı kaldıran Schengen anlaşmasını imzalamamıştı. Avrupa Birliği ülkelerinin tek para birimi Euro'yu da kabul etmemişti. Son olarak da Avrupa Birliği'nin ortak bir ordu kurması fikrine de karşı çıkmıştı.
Bu karşı çıkışın gerisinde Avrupa'nın silahlanması değil de Almanya'nın güçlenmesi fikrinin yattığını sanırım söylemeye bile gerek yok. Euro'ya karşı çıkışın gerisinde de aynı endişenin yattığı da bilinen bir gerçek. Bu endişelerin haklı ya da haksız olup olmadığı tartışmalarına girmek istemiyorum, bu yazıda sadece bir fotoğraf çekmek istiyorum.
2016 yılı, muhtemelen göçmen krizinin patladığı yıl olarak dünya tarihinde yerini alacaktır. Birleşik Krallık'ın Avrupa Birliği'nden ayrılma referandumunun da aynı yıl yapılmış olması tabii ki bir tesadüf olmasa gerek. Coğrafi olarak İrlanda adasının Kuzeyi ve Büyük Britanya adasından oluşan ada devlet Birleşik Krallık açısından, tahmin edeceğiniz gibi kıta Avrupası ile arasına sınır koyması hiç de zor değil. Manş tüneli, limanlar ve hava limanlarına kontrol koyduğunuzda alın size sınır. Kara sınırı gibi mayınlar döşenmiş, dikenli teller gerilmiş bir sınıra ihtiyacınız yok yani.
 
GÖÇMEN KARŞITLIĞI
Buna rağmen göçmenlerin izlediği göç yolu ilginç bir şekilde genellikle en Batı'ya doğru uzanıyor. Kıta Avrupası'na geçmeyi başarmış göçmenlerin sınır zorluğuna rağmen önemli bir bölümü, Britanya'ya ulaşmayı hedefliyor. Fransa'dan İngiltere'ye geçiş noktası olan Calais kentinde defalarca kaldırılmasına rağmen bıkmadan usanmadan yeniden kurulan göçmen kampları bunun en belirgin göstergesi sayılabilir.
Göçmenler için böylesi rağbet edilen bir ülke olan Birleşik Krallık'ta ise göçmen ve yabancı düşmanlığı giderek artıyor. Göçmen karşıtlığı ve ırkçı söylemler neredeyse gündelik yaşamın bir parçası haline geldi. Bir de sanayi işletmeleri ucuz işgücü arayışı nedeniyle ülkeyi adeta akın akın terk ediyor. Bunu da halka çevre koruma politikaları olarak pazarlıyorlar. Bu terkedişe rağmen, işçi sendikaları ülkede hâlâ etkililer.
Ucuz iş gücü anlamına gelen göçmen akışına yasal ya da gayri yasal olsun onlar da karşılar. Son dönemde Avrupa Birliği'nin Doğu Avrupa'ya doğru genişlemesini, işsizliğin ve ücretlerdeki reel gerilemenin gerekçesi sayıyorlar. Gerisinde milliyetçiliğin yattığı bu görüşler, kolaylıkla destekçi buluyor.
 
TÜRKLER GELİRSE
Bir de Türkiye ve Erdoğan faktörünü saymak gerekiyor sanırım. Çünkü inanılır gibi değil ama Avrupa Birliği'ne hayır diyenlerin gerekçelerinden birisi de Erdoğan yönetimindeki Türkiye'nin AB'ye girmeye hazırlandığı ve 5 milyondan fazla Türk'ün pek yakında bu kıymetli adanın kapılarına dayanacağı propagandasıydı.
Birleşik Krallık politikasının ABD ile genellikle paralellik taşıdığını da eklemekte yarar var. 2016 yılında, ABD'de de popülist sağın yükselişine tanıklık ettik. Öyle olmasaydı, Trump'ın seçimi mümkün olmazdı. ABD'de Trump'ın seçim kampanyasını destekleyenlerle Birleşik Krallık'ın AB'den ayrılalım fikrini destekleyenlerin büyük ölçüde aynı merkezlerden beslendiği referandumdan çok sonra yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Bu merkezlerle ilgili bulguları başka bir yazı konusu yapacağım.
İşte Birleşik Krallık böylesi bir ortamda referanduma gitti. O dönemde İşçi Partisi liderliği Jeremy Corbyn'e geçmişti. Corbyn de en büyük destekçisi sendikalar gibi benzer gerekçelerle Avrupa Birliği'nin bir 'fan'ı değil.
Sonuçta 2016 yılı Haziran ayında Birleşik Krallık olarak Avrupa Birliği'nde kalsak mı, Avrupa Birliği'nden çıksak mı oylaması yapıldı. Ayrılalım diyenler Birleşik Krallık genelinde yüzde 51.89 ile referandumun galibi oldular.
Yazının başından beri Birleşik Krallık diyorum, çünkü referandum sonuçları özerk bölgeler açısından bakıldığında ciddi bir fark ortaya koydu. İngiltere ve Galler'in tersine Kuzey İrlanda ve İskoçya, AB'de kalmaktan yana oy kullanmışlardı.
 
İSKOÇYA VE İRLANDA'NIN DURUMU
Şu anda da tartışma, önemli ölçüde bu ayrışma üzerinden yürüyor. İskoçya, Avrupa Birliği'nden ayrılmaktan yana değil. En azından Gümrük Birliği bölgesinde kalmak istiyor.
İrlanda açısından durum daha da karışık. İrlanda adasının kuzey ve güney yarısı yani İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda arasında sınır kontrollerinin başlamasına Kuzey İrlandalılar şiddetle karşı çıkıyorlar. Şu anda Gümrük Birliği'nden de çıkma hazırlıkları yapan Britanya'ya karşı Avrupa, sınır kontrollerini dayatıyor. Zaten hükümet de böyle bir denetimden yana.
Bu tartışma, hükümet içinde de yeni bir kriz anlamına geliyor. Brexit referandumunun ardından dönemin başbakanı ve Muhafazakâr Parti'nin başkanı David Cameron'ın istifası üzerine neo-liberal iş çevrelerinin desteğiyle bu görevlere Theresa May, adeta paraşütle indirildi. Her ne kadar AB'de kalalım kampanyasını desteklese de May, kendisini göreve getirenlere başından beri hiç ihanet etmedi. Kemer sıkma politikalarının yılmaz uygulayıcısı haline gelen May, yeni bir referandum isteyenlere karşı da sıkı bir şekilde ezberlenmiş bir mücadele verdi.
En politik söylemlerinden birisi (!) "No deal is the best deal" idi. Yani Avrupa Birliği'nden çıkış için bir plan yapmak yerine plansız bir şekilde AB'nin karşısına çıkmayı uygun buldu.
AB, Birleşik Krallığın önüne en geç 2019 Mart ayında anlaşarak ya da anlaşmadan AB'den çıkmış olmalısınız tarihini koydu. Anlaşma yaparak ayrılmak istiyorsa hükümetin planı en geç 21 Ocak'ta kabul edilmiş olmalı.
Referandumun üzerinden yaklaşık iki buçuk yıl geçmesine rağmen May, ancak geçtiğimiz ay, parlamentonun önüne bir plan getirdi.
Parlamento geçtiğimiz haftayı, bu planı tartışarak geçirdi. Pazartesi günü de May'in planı parlamentonun onayına sunulacaktı. Ancak May, planının onaylanmayacağını açıkça gördü ve son dakikada bu oylamayı iptal etti.
 
İKİNCİ REFERANDUMCULAR
İşçi Partisi, May'in planının bütününe, planın belirsizlikleri nedeniyle karşı çıkıyor.
Muhafazakâr Parti içinde de böyle düşünenler az değil. Bu gruba İskoç Ulusal Partisi, Galler Partisi, Liberaller ve Yeşiller de destek veriyor. Bu grup şimdi, ikinci bir referandumu savunuyor.
 
PLANSIZ AYRILALIM DİYENLER
Bir de Muhafazakâr Parti içindeki AB karşıtı ve milliyetçi grup var ki, onlar "plana falan gerek yok, ayrılıyoruz deyip bırakalım" diyorlar. Referandumda da "ayrılalım" görüşünü savunan bu gruba inananların bir bölümü şimdi önemli bir pişmanlık yaşıyor. Çünkü, AB'den elini kolunu sallayarak ayrılacağını düşünen bu kesim, AB'nin bütün nimetlerinden ise yararlanmanın düşünü kuruyor. Konuşmalarında da "koskoca Birleşik Krallık'ı AB karşısında ezik bir duruma getirdin" diye May'e ateş püskürüyorlar.
 
MAY'İN ORTAĞI DA KARŞI
Başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra, kendisine güveni tavan yapan Theresa May, 2017 yılındaki seçimlerden tam bir bozguna uğrayarak çıkmıştı. Meclis'teki çoğunluğunu kaybedince, İrlanda'nın sağ popülist milliyetçi partisi Demokratik Birlik Partisi'nin desteğiyle azınlık hükümeti kurdu. Şimdi hükümetin ortağı İrlandalılar da May'in planına sınır kontrolleri nedeniyle karşı çıkıyorlar. Bu desteği kaybetmemek için May, son bir AB turu yaptı ama eli boş döndü.
 
HEM HÜKÜMET HEM PARTİ
Theresa May, parti içindeki muhalefet nedeniyle parti içinde gücünü kaybetti. Meclis'te de planına gerekli deteği sağlayamıyor. Buna rağmen, yeni bir referandum fikrine de direniyor.
May için ilk oylama kendi partisi içindeki karşıtlarının talebiyle dün akşam (12 aralık'ta) yapıldı. Partisi içinden 200 milletvekili May'e destek verdi. Güvensizlik beyan edenlerin sayısı ise 117 idi. Şimdilik May, oylamayı kazanmış gibi görünse de aslında ağır bir şekilde kaybetti. Çünkü bu grup muhaliflerle hareket ederse hükümeti düşürmek an meselesi olabilir.
Parlamento, 20 Aralık'tan 7 Ocak'a kadar Noel tatiline giriyor. Theresa May'in planını Noel'den önce de sonra da geçirmesi pek mümkün görünmüyor. İstifa etmez direnirse ya da düşürülmezse muhtemelen o da plansız bir şekilde AB'den ayrılma hesabı yapıyor.
Bu arada belirsizlik nedeniyle İngiliz Sterlini en zayıf günlerini yaşıyor. Ülkede ağır ekonomik kriz, artık sokakta hissediliyor. Açlık, evsizlik bu ülke vatandaşları için de artık gündelik sorunlar haline geldi.
Buna rağmen bu krizden Theresa May hükümetiyle çıkış görünmüyor. Jeremy Corbyn ise şimdiden "ülkeyi yönetmeye hazırım" mesajı veriyor, erken seçim istiyor.
Corbyn'in Birleşik Krallık'ın başbakanı olması AB üyesi olsa da olmasa da bütün dünya sol muhalefeti açısından büyük bir umut olarak görünüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi