Eski bir filmin döngüsü

Stanley Kramer’ın yönettiği, 1959 yapımı Kumsalda (On the Beach) filmini bilir misiniz?

Kumsalda, 1899 doğumlu yazar, havacı Nevil Shute’un bilim-kurgu türündeki romanı. Yayınlandığı 1957 yılında Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atılalı on iki yıl olmuş, Çernobil nükleer kazasının gerçekleşmesine yirmi dokuz yıl, Halepçe katliamına otuz bir yıl, Fukuşima nükleer kazasına ise elli dört yıl var. Bu tarihleri hatırlatma nedenim, başka bir yüzyılda doğmuş, dünya savaşlarını, yıkılan ve kurulan rejimleri, devletleri görmüş Nevil Shute’un kurgusunun temel bir değişmezliğe işaret etmesi. Bu temel değişmezlik, devlet mekanizmasında bitki, hayvan, insan yaşamının yani canın, canlılığın hiçbir öneminin olmadığıdır. Bir aygıt, bir mekanizma üzerinden sırf o mekanizma var kalmayı sürdürebilsin diye canlı olan herkesin, her şeyin yaşamının feda edilişi, dehşet verici bir gerçeklik. 

İlginç olan, dün değişmeyen hiçbir şeyin bugün de değişmediğini görmemiz. İnsan şaşırıyor yine de, bunca deneyim hiç mi bir işe yaramadı? Onca acı boşuna mı yaşandı? Tatlı hayat nerede? 

Kumsalda romanını okumadım, birkaç yıl önce filmini izlediğimden beri ise filmi düşünüyorum. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı üzerinden, dün ele geçirildiği açıklanan Zaporijya Nükleer Santrali hakkındaki haberlerle birlikte, adı devlet olan aygıtın insanları yiyen Sfenks’le benzerliği üzerine düşünüp duruyorum. Oidipus’taki Sfenks bile, bilmecesinin cevaplanması üzerine kendini öldürür. Devlet ise koşulsuzca, daima öldürür! 

Filme dönecek olursak, Avustralya’nın Melbourne kentinde başlar. Teğmen Peter (Anthony Perkins), küçük bebeklerine süt, eşi Mary’e (Donna Anderson) çay hazırlarken mutlu görünse de bakışları sık sık gölgelenir. 

Soğuk Savaş yıllarında çekilen ve Amerika devletinden yapım için hiçbir yardım alamayan film, 1964 Ocak ayında başlıyor ve nükleer bir savaşın ardından Avustralya’da hayatta kalan yeryüzünün son insanlarının son birkaç ayını anlatıyor. Rüzgârın esiş hızı-yönüne göre radyasyon yüklü bulutların Avustralya’ya ulaşmasına çok az zaman vardır. Nükleer patlamalar sırasında uzun süre denizaltında kalan bir grup Amerikalı denizci, Kaptan Dwight Towers (Gregory Peck) komutasında Avustralya’ya gelir. Peter, Towers’ı evine davet eder, Mary ile ikisi, Towers’la güzel bir kadın olan Moira’yı (Ava Gardner) tanıştırır. Moira, yok oluşa yaklaşılırken alkol tüketimini artırmış, boş vermiş bir haldedir. Towers’ın, "evliyim, kuzey yarımkürede ailem var" sanrısına rağmen giderek ona âşık olur. 

Towers ve Peter, birlikte dört ay sürecek bir keşif görevine çıkarlar. Bu görevin nedeni, San Fransisco’dan mors alfabesi ile gelen sinyalin gizemini çözmek ve Kuzey yarımküredeki radyasyon miktarını ölçmektir. 

Keşif görevi, dokunaklı bir hezimet içerir, denizaltının Avustralya’ya dönüşüyle son bulur. Kuzey yarım kürede yaşayan hiç kimse yoktur! 

Peter, Avustralya devletinin, "gerektiğinde" kullanılması için, "paniğe neden olmamak" adına açıktan dağıtmadığı intihar haplarından, karısı ve minik bebeği için bir şekilde temin eder. Mary de, yok oluşa doğru giderken herkes gibi korku ve kaygı içindedir. Ölecek oluşunu bir türlü aklı almaz. İnsanı kahredecek bir tedirginlik içinde radyasyon serpintisi ile ölecekleri günü bekler. 

Julian (Fred Astaire), denizaltındaki konuşmalarında Peter’e, "Sana gıpta ediyorum. Hayatında merak edeceğin bir şeyler var. Ailen var. Benim hiç kimsem yok. Hayatın elimizden gitmesine izin verdik. Artık çok geç," der.

Mürettebattan biri umutsuzlukla, yeryüzünde hiçbir canlı kalmadığını söylediğindeyse arkadaşı ona şöyle der: "Köpekler ölmek için bir yere gider, hiç kimsenin kendilerini izlemesini istemezler. Belki insanlar da aynısını yapmıştır. Yataklarında olabilirler." 

Bu, dünyanın değil, bizim sonumuz. Geçmiş olaylar çıkarsama yapmak için iyi bir kaynaktır. Devlet liderlerininse çıkarsamadan da mantıktan da uzak olduklarını ne yazık ki yine bizler görüyoruz, kendileri değil. Umut hep varsa da, umutsuzluğa kapılmak için de yeterli sebepler mevcut. Umarım, uzak olmayan bir gelecekte, tüm savaş, bomba, füze, nükleer vs. gibi sözcükleri dilimizden düşürürüz. Umut bu ya, neden olmasın? Filmdeki, donanmaya güç vermek üzere asılmış pankartta yazıldığı gibi: There is still time… Brother! 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi