Aşk gerçeğin içinde saklı

Başkaları nasıl ve ne yaşarsa yaşasın aşk senin için bir yenme, yenilme oyunu değildi… Sonsuz bir teslimiyet, sonsuz bir inanıştı…

Gökyüzü tamamen aydınlanmıştı… Dışardan gelen sesler çoğalmıştı… Anlattığın öykü hayatımızı öylesine gerçek kılmıştı ki, dışarıda akıp giden hayattan soyutlanmış gibiydik… Sanki sonsuza dek karşılıklı öylece oturup kalabilirdik… O anda birbirimiz için öylesine gerçek, öylesine saydamdık ki, gereksiz bir söz, gelişigüzel bir şekilde yapılan davranış bu anın büyüsünü bozabilir, aramızdaki bu inanılmaz yakınlığı lekeleyebilirdi… Yüzünden yüzüme doğru müthiş bir aydınlık yayılıyordu. Yıllardır benim seni gerçekten görmeme engel olan o sis birden dağılıp gitmişti… Kendimi bile böylesine gerçek bir aydınlıkta görmemiştim hiç… Beni benden bile daha iyi tanıyan tek insandın sen… Bu aydınlıkta en çok bunu anlamıştım. Bir daha hayatım boyunca beni senin kadar iyi tanıyan kimse çıkmayacaktı karşıma… İşte bu gerçekti aslında aşk dedikleri, sevgi dedikleri… Nereye gidersem gideyim, kiminle olursam olayım bu gerçek hiç değişmeyecekti… Evet, söylediğin her şey sonuna kadar doğruydu… Bunca yaşananlara, yaşadığım onca hayal kırıklığına rağmen seni bırakıp gittiğim o kadın çok zayıf bir anımda, gel dese, koşarak giderdim ona… Bu gerçeği bilerek yanımda olmaya ve beni sevmeye devam ediyordun… Bu olağanüstü bir cesaretti…

Sen bu cesareti, sana ne kadar acı verse de gerçeğe hiç sırtını çevirmeden, ona gözlerini kırpmadan ve kendini hiç aldatmadan bakabilme gücün sayesinde kazanmıştın… Bende eksik olan bu cesaretti işte… Ne zaman bakmaya yeltensem bana hep acı vermiş olan gerçeğe sırtımı dönüyor, onu o haliyle görmektense kendimi hep aldatmayı seçiyordum…

Bu korkuya yenilip seni hep bir sisin arkasında gördüğüm günlerde de anlamıştım aslında senin beni herkesten çok daha iyi tanıdığını… Ne zaman, nerede, ne yapacağımı benden bile iyi biliyordun. Ama istesen de engel olamıyordun buna… Çok acı çekeceğimi, tarifsiz savrulacağımı tahmin etsen bile hayatıma duyduğun saygıdan ötürü bunları yüzüme vurmuyordun…

Benden onca yaş küçük olmana rağmen aslında çocuk olan bendim… Hatta nedense çocuk kalmışlığımla gizliden gizliye övünürdüm. Olayları ve yaşananları görmek istediğim gibi görür ve önümdeki akışa öylece kaptırırdım kendimi… Filmlerdeki, romanlardaki gibi yaşamak isterdim. Orada yazılıp gösterilenlerin aslında birer kurgudan, birer yanılsamadan ibaret olduğuna inanmak istemez, gerçeğin sıradanlığından ve o sıkıcı tekdüzeliğinden kaçmak için roman kahramanlarına, film yıldızlarına öykünerek yaşamayı maharet sayardım… Hayata, gerçeğe değil kafamda yarattığım senaryolara inanır, hayatı ve gerçeği yarattığım bu senaryoların içinde arardım… Karşılaştığım insanları, yaşadığım olayları hiç uymayacak olsalar bile ısrarla yazdığım bu senaryolara uydurmaya çalışırdım… Kendimi buna zorlar, ama her şeye karşın gerçekler ağır bassa bile, aslında hiç de öyle olmuyormuş gibi yapar, içine almaya çalıştığım o kimse bu senaryoda oynamak istemese bile bu oyunu tek başıma sürdürmeye çalışırdım…

Senden kaçmak istemem belki de en çok bu yüzdendi… Yazdığım bu senaryoların hayata uymadığını, gerçeklerle çeliştiğini söylediğin için ve bu oyunların içine girmediğin için sıkılıp uzaklaşmak istiyordum senden… Sınırlarımın nerde başlayıp nerede bittiğini anlamıyor, arzuladığım aşkla gerçek aşkı hep birbirine karıştırıyor, bu yüzden hayatın bana sunduklarıyla, elimdekilerle, bin bir emekle yarattıklarımın bana katkılarıyla yetinmiyordum… Daha büyük coşkular, sıradışı aşklar, bin bir sürprizle dolu ilişkiler yaşamak için her şeyi bir anda elimin tersiyle itiyor, geride bıraktıklarıma neler yaşattığımı ve bu gidişlerin bedelinin ne olacağını neredeyse hiç düşünmeden kafamda yarattığım yanılsamalara ve boş hayallere kaptırıyordum kendimi.

Mesela zenginlik meraklısı birinden, paraya pula önem vermeyen ve adalet duygusu çok gelişmiş birini ya da soysuz birinden sonuna kadar mert ve kişilikli birini çıkartmayı düşünüyordum… Birini seviyorsam, ona bağlanmışsam, o nasıl bir dünyanın insanı olursa olsun, beklentileri nasıl şekillenmişse şekillensin, er geç bir gün beni anlayacak ve onunla her konuda anlaşacağız, yalanına kendimi inandırmaya çalışıyordum…

Çocuk kalmışlık bir yerde buydu… İnanmak istediklerine inanmak, hayatı ve gerçeği kafasında yarattığı gibi yaşamaya inat etmekti… Ve çoğu kez iyi bir şey değildi. Bir masumiyetin yaşanması gibi görünse de içinde hayli bencillik, hayli acımasızlık taşıyan bir duyguydu…

İşte ben de içimdeki çocuğun sesine uyup ve seni kaderine terk edip kafamda yarattığım bir senaryonun peşinden gitmiş ve tıpkı o kapıldığın ve hiç aklımdan çıkmayan filmlere, romanlara benzer bir aşk yaşamaya çalışmıştım… Ve gittiğim yerde karşılaştığım insanı ve olayları yarattığım senaryoya uydurmaya çalıştıkça kendimden ve hayattan her geçen gün biraz daha uzaklaşmış ve tam kaybolacakken yeniden sana geri dönmüştüm… Belki de hiç geriye dönemeyebilirdim… Yarattığım senaryonun, kurguların içinde kendimi sonsuza dek kaybedebilirdim…

Şaşkın ve acemi bir trapezci gibiydim bu hayatta… Hep öyle oldum… Sen beni sımsıkı tutmuşken, yeni ve farklı bir şey yaşamak adına, üstelik karşımdakinin kim olduğunu bile bilmeden, dahası onu tanımak için neredeyse hiç uğraşmadan ellerimi senin ellerinden koparmış ve onun ellerini çaresizce ve umutsuz bir umutla aramış, tam boşluğa düşecekken son bir gayretle geriye dönmüş, orada senin ellerini görmüş ve onlara yeniden sımsıkı sarılmıştım…

Asıl şimdi, tam boşluğa çakılacakken ellerimi hiçbir şey olmamış gibi yine sımsıkı tuttuğunda daha iyi anlıyordum bir zamanlar sana neden tutkuyla bağlandığımı… Çünkü sen hep vardın… Bana yokluğunu hissettirmedin ki… İçimdeki çocukluğa güvenip seni ne kadar kırıp incitsem de, seni her aradığımda yine o bıraktığım yerde hep aynı yoğunluktaki sevginle beni bekliyordun… Seni bırakıp gittiğimde içindeki özlemin acısıyla hep köşene çekilip sana döneceğim günü bekledin… Hiç farklı yüzlerle çıkmadın karşıma… Bir başkasının varlığını hissettirip kıskandırma oyunlarıyla beni kendine bağlamaya çalışmadın… Beni olmadık zamanlarda kırıp incitmeye, egomu yaralamaya çalışmadın… Aslında bunları yapanlardan çok daha iyi biliyordun bu oyunları… İnsanlar kendilerini kırıp incitenlere, egolarını yaralayanlara tutkuyla bağlanıyor ve onları bir daha hiç unutmuyorlardı biliyordun… Ama bunları bilsen bile senin için asıl olan, insanın sevdiğini bile isteyerek asla kıramayacağı, onu kendisine tutkuyla bağlamak için bile olsa seven insanın bunu yapmayı asla düşünemeyeceğiydi…

Sevmek senin için birçoklarında olduğu gibi bir kendini tatmin oyunu değildi… Sevilmek kadar ve belki de ondan daha çok sevmekti senin için önemli olan. Bu yüzden seni terk edip bir başkasına gittiğimde hayatına hemen bir başkasına almayı hiç düşünmedim… Sevmek böyle bir şeydi çünkü… İnsan sevdiğinden ayrıldığında çok uzun bir süre bir başkasını sevemez, hayatına alamaz, ona bağlanamaz, köşesine çekilir, acısıyla, özlemiyle baş başa kalırdı… Başkaları nasıl ve ne yaşarsa yaşasın aşk senin için bir yenme, yenilme oyunu değildi… Sonsuz bir teslimiyet, sonsuz bir inanıştı… Çünkü o başkaları için sevmek sadece egoların çarpışmasından başka bir şey değildi… Elde etmek, kazanmak, yenmek… Hırsların tatmininden ibaretti… Elde ettikleri, kazandıkları anda istediklerine kavuşuyor, ele geçirdiklerinin, yendiklerinin cazibesi anında soluyor, bir başkasını daha ele geçirmek, onu kazanmak için yeni bir savaş oyunu başlatıyorlardı… Bu savaş oyununda sevmek, kendini tutkuya kaptırmak karşı taraf için güçsüzlük sayılıyordu… Oysa asıl güç sevilebilmek için girişilen onca oyunda değil, sonu ne olursa olsun yine de sevebilme cesaretiydi… Belki de onlar gibi beni böyle koşulsuz sevdiğin için seni güçsüz biri sanmış, bu savaş oyunlarından hiçbirini oynamadığın için sana tutkuyla bağlanmamıştım… Oysa asıl güç senin yaptığındı, terk edilmeyi göze alarak sevmende yatıyordu bu gücün… Onca terk edilmene rağmen yine ayakta kalıp hayata sımsıkı sarılmanın sırrı bu yanında saklıydı…

Sen olduğun gibi, bütün çıplaklığınla duruyordun işte… Belki de bu yüzden sıkılmıştım senden… Beni çok iyi tanıyan, nerde ve ne zaman ne yapacağımı bilen bir anne gibiydin. Koşulsuz şefkatinle nereye gidersem gideyim, döndüğümde bulabileceğim bir anne…

Sana ne kadar acı çektirirsem çektireyim o anne yanınla garip bir merhamet duyuyordun aslında bana… Kendimi kafamda yarattığım senaryolara, o gerçeğe ve hayata asla uymayacak oyunlara kaptırdığımda beni bırakıp gitmemen belki de bu yüzdendi… Çünkü karşıma çıkanlar oyunlarını benim kadar büyük bir içtenlik ve saflıkla oynamıyorlardı… Bense karşıma çıkan kimsenin inanmadığı kadar inanıyordum oyunlarıma, yarattığım o senaryolara… Onları gerçek gibi, hayat gibi yaşıyordum… Kapılıp gidiyordum… Dürüsttüm oynadıklarımda…

Bu yüzden uğruna seni terk ettiğim kadın beni ansızın bırakıp bir başkasına gittiğinde ona duyduğum aşka öylesine inandırmıştım ki kendimi, günlerce aynı yatakta yattığımız halde sana dokunamamış, seninle sevişememiştim… Bana, neden benimle sevişmiyorsun, diye sorduğunda ise, onu hâlâ unutamadım, o kalbimdeyken seninle sevişirsem sana haksızlık etmiş olurum, demiştim… O an bana sadece derin bir hüzün ve sevgiyle bakmış, hatta yaşadıklarıma içten içe içe gizli bir saygı duyup, ama o şu an seni hiç düşünmüyor ve bir başkasıyla belki de büyük bir zevkle sevişiyor, bile dememiştin… Çünkü bunu söylediğinde derin bir acı yaşayacağımı herkesten çok iyi biliyordun…

"İçimden seni atamadığım sürece bu hep böyle olacak… Ama bir daha geri döndüğünde beni burada, yanı başında bulamayacaksın…" Bu sözler kalbimde derin bir acıyla yankılandığında sen beni yanaklarımdan öpmüş, çoktan işine doğru yola koyulmuştun… Bense günlerdir hiçbir şey yapmadan duruyor, sadece pencerenin kenarında elimde kim bilir kaçıncı sigara bütün bu yaşananları düşünüyordum…

Söylediğin bu sözler bir kez daha, bir kez daha yankılandı içimde… Sonra önümdeki sehpayı seyrettim bir süre… Ödenmiş faturalarımı… Faturaların arasında kaybolmuş olan ve yazmaya gücüm yetmediği için notlar halinde bıraktığım karalamalarımı… Takvimde tarihlerini işaretlediğim halde günlerdir kayıtsız kaldığım konferans ve imza günlerimin tarihlerini…

İşte hayat buydu, buydu gerçek olanlar… Yarattığı kurguların kölesi olan bendim. Yaşadıkların seni ne denli kırsa da aslında bu ilişkide güçlü olan sendin… Çünkü aşk ve sevgi hayatın ve gerçeğin içinde gizli durandı… Bir başka zaman, başka bir yer yoktu… Asıl aşk, asıl sevgi yaşanan bunca şeye rağmen yine bana geri dönmendi… Boşluğa tam çakılırken son bir gayretle döndüğümde ellerime tıpkı eskisi gibi sımsıkı sarılmandı… Asıl aşk, asıl sevgi, ben bir başkası için acı çekerken, senin, geçecek bunlar, bak ben yanındayım, biraz sabret, ben de çektim bunları, deyip, saçlarımı şefkatle okşamandı…

Ne yazık, bütün bunları anlayabilmek için bu denli savrulmam, bu denli acı çekmem gerekiyormuş.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi