Aynı mutsuz evlerde büyümüştük

Birlikte büyümüştük, aynı boğuntulu, aynı mutsuz evlerde. Çoğumuzun babası memurdu… Aynı yemekleri yedik. Ve hep ekmeği bolca…

Aynı mutsuz evlerde büyümüştük

Bizim gibi giyiniyorlar onlar da… Belki de aynı yerden alıyoruz gömleklerimizi, ayakkabılarımızı…

Kimi yaz geceleri birlikte seyrediyoruz yıldızları… Kışın aynı kasvetli barlarda etrafımızdaki insanlara suskun ve kederli bakışlarla bakıyoruz… Yüzlerimizdeki izler bile birbirine benziyor.

Çünkü birlikte büyümüştük, aynı boğuntulu, aynı mutsuz evlerde. Çoğumuzun babası memurdu… Aynı yemekleri yedik. Ve hep ekmeği bolca… Ne olacağı belli olmazdı ileriki günlerde. Gülerken, sevinirken bile idareli davranmayı öğrettiler bize… Bir şey satın alırken, para harcarken hep suçluluk duymamız gerektiğini hissettirdiler en çok… Sonra dar geldi bu hayat bize. Nefret ettik paradan ve mülkiyetten. Nefret ettik insanı insanlığından kopartan her şeyden. Sonra birlikte aynı düşün peşinde koştuk.

Kimilerimiz öldü bu düşün peşinde ve bir melek tasviri halinde kaldılar bütün zamanlarda. Biz yaşadık. Yaşıyoruz , çünkü elimizden başka bir şey gelmiyor!.. Çünkü artık bizi yaşama sevgisi değil, yaşama korkusu hayata bağlıyor… Bulaşıcı bir korku bu… İşte bu korkuydu bütün gençlik düşlerimizi parçalayan… İçimizdeki o yapışkan kötülüğün kaynağı bu yaşama korkusuydu… Bu korkuyu yatıştırmaktan başka bir amacımız yoktu artık.

İşte bu gece ilk gençliğimizde sıkça geldiğimiz iskeledeydik onunla… Yıldızları birlikte seyrediyorduk şimdi… Aynı nemli taşa oturuyorduk. Benzer şeyler giyinmiştik. Yüzlerimizdeki izler bile birbirine benziyordu… Uzun bir süre işsiz kaldığını biliyordum, ama fırsatları iyi kullanmıştı. Şimdi bir reklam ajansında yöneticiydi. Önceleri metin yazarlığı yapıyordu. Sonra kendisini kanıtladı. Yönetici oldu… Ayda on bin dolar maaş alıyormuş. Şirket bir villa kiralamış ona. Arabası ve özel şoförü varmış, ömür boyu güvence verilmiş… Bu işe, bu dünyaya girdiğinden beri buralara gelmez olmuş, birçoğumuzla ilişkisini kesmişti…

Önce günlük, sıradan şeyler konuştuk. Biraz gergindim. Çünkü onun benimle yakınlık kurmaya çabaladığını, ama benden çok uzakta olduğunu hissediyordum. Yeni katıldığı o zengin, o burjuva dünyasının izlerini yüzünde, davranışlarında, bakışlarında arıyordum. Ama ilk bakışta eski halinden pek farklılık görünmüyordu.

Sabırsızdım. İstiyordum ki kendi anlatsın nasıl olduğunu o dünyanın. Kimselere söyleyemediklerini bana itiraf etsin. Pişmanlıklarını gizlemeden ama… Buna hakkım olduğunu sanıyordum. Çünkü aynı düşleri paylaşmıştık onunla. Aynı ışıltılı dizeleri, sözleri yazmıştık karanlık duvarlara. Arkadaşlarımız ellerimizde ölmüştü… Düşler bizi yoksul, ama sımsıcak kahvelere fırlatıp atmıştı. Yazdığımız şiirleri ilk kez birbirimize okumuştuk soluksuz bir heyecanla. Aynı acı çayları içmiştik. Kanımızdan yapılmışçasına kederli şarapları aynı şişeden yudumlamıştık, o terkedilmiş akşamüstü limanlarında… Ceplerimizde aynı kır çiçeklerini saklamıştık…

Sonra, herkes kendi karakterine doğru yola çıkmıştı…

Ne faşizm, ne şiddet, ne baskı, asıl savruluş buydu sanırım… Neden yanımıza geliyorsun? diye sordum apansız. Hayaletini mi arıyorsun buralarda? Yoksa kurbanlarını mı görmeye geldin?

Hemen yüzünü kaçırdı benden. Zaten gözlerime pek bakmıyordu. Tedirginliğini ustalıkla gizlemeye çalışıyordu… Ben hiç değişmedim ki, dedi. Hep aynıyım. Siz beni farklı görmeye çalışıyorsunuz? Sakinliği canımı sıkıyordu. Her şeyi nasıl bu kadar doğal karşılayabiliyordu… Aklıma ilk gelen soruları peş peşe soruyordum. Daha da tedirgin etmek istiyordum onu: Ayda on bin dolar öyle mi? Nasıl harcıyorsun o kadar parayı, zor olmuyor mu? Parayı ne kadar abartıyorsunuz? diye savunmaya geçti. Nedir ki, araçtır para en fazla… Susmuş, dinliyordum.

Gözlerime bakmadan bana kendisini anlatıyordu: Hem biliyor musun, ben artık hiçbir şeye inanmıyorum. Bu inançsızlık beni hiçliğe getirdi. Eskiden nasıl gergindim, hatırlarsın. Hiçlik duygusu beni bütün eski kaygılarımdan kurtardı. Şimdi artık her şeyle, kendimle bile alay ediyorum. Bir tür sarhoşluk bu. Kendinden geçme. Bir tür erime. Hiçbir şeyin anlamı yok artık. Kendimin bile…

Artık onu dinlemiyordum. Sadece yüzüne ve birbirine sürttüğü kasılı parmaklarına bakıyordum. Anlattığı şeyleri son günlerde öyle çok duyuyordum ki. Popüler edebiyata ilgi duyan haftalık dergilerin ortak, moda söylemleriydi bu sözler… Bunları bana ya da bir barda ya da kafede kısa bir süre önce tanıştığı birine de aynı heyecanla, aynı rahatlıkla anlatabilirdi. Düşlerini ve ölümü paylaştığı gençlik arkadaşıyla, bir barda yeni tanıştığı ve etkilemek istediği insanlar arasında hiçbir fark yoktu artık onun için. Her şeyini sıradanlaşacağını, basitleşeceğini, böylelikle hiçbir şey olmamış gibi yaşanacağını sanıyordu… "Hayatta hiçbir şeyin anlamı yok", oyununu oynuyordu. Kendisine ve karşısına çıkanlara… Kaygandı her şeyi. Öfkesi bile. Gözlerindeki o sinsi, o çürümüş kederi bile kaygandı…

Kendisine yıllar önce bir kişilik uydurmuştu. Her şeye, her duruma uyan bir kişilik. Yaşama korkusunu bu kişilikle yenmeye çalışıyordu. Zamanla bu kişiliğine kirli ve derin bir arzuyla bağlanmıştı. Zaten bu bir yerlerde bulup kirli ve derin bir arzuyla bağlandığı sahte kişiliğinden başka hiçbir şeyi yoktu artık.

Onu yitirmemek için değer veriyor göründüğü her şeyi gözden çıkarmaya çoktan hazırdı… Para araç mı? Neden mi bu kadar abartıyorum? diye sordum.

Para araç öyle mi? Sen o araç olan para için Ak Parti’nin seçim kampanyasını hazırladın.

Yarın aynı mantıkla MHP’nin de kampanyasını hazırlarsın sen. Kim verirse parayı onun beyni, gözü, kulağı olursun. Kim verirse parayı onun kişiliğine bürünürsün…

İşte bu sözleri söylediğim an dönüp belki de o ana dek ilk kez, eski bakışlarını biraz olsun andıran ve içinde sahicilik ışıkları olan bir ifadeyle baktı bana. Beni belki ilk kez gördü. Kurduğu o sahte kişilikten çıkıp gerçek bir ana, bir rüyadan, bir kâbusa uyanmıştı sanki. Onu bir daha o sahte kişiliğinden gerçekliğe, unutmak istediği geçmişimize ve verilmiş sözlere uyandırmamam için ilk kez savunmadı kendini: Kendimi kurtarmam lazımdı. Yaşım geçiyor. Artık genç değilim.

Gözlerinde yaşama korkusunun o büyük utancı vardı şimdi. Ama öyle bir utançtı ki bu, elimden ne gelir ki yakalandım işte bir kere, deyişin o kaderci, o kaçınılmaz utancıyla gizleniyordu göründüğü anda. Bu kaderci utanç öfkelendiriyordu beni. Çünkü herkes kolaya kaçıyor, direnmeden, ona boyun eğiyordu. Oysa bu kaderci utancı yırtıp, o büyük utançla, o büyük yaşama korkusuyla yüz yüze gelinmeliydi… Ölümle yüz yüze gelir gibi gelinmeliydi. O ölümüyle yüz yüze gelirse, bu yaşama korkusundan kurtulabilir miydi acaba?

Ona, nasıl rahat yaşayabiliyor musun o villanda? diye sordum hiç beklemeden. Yeniden o sahte, o kurgusal kişiliğine sığınmadan sormalıydım bunları… Bu sorularımda biraz acımasızlık gizliydi, ama içimden, yıllar önce aramızda yaşanan ve her an kalbimizden kalbimize geçen ve ama sonra çalınıp alınan o derin şefkati ve sonsuz içtenliği bu acımasızlığım yeniden geri getirebilir mi, diye soruyordum kendime… O yüzden acımasızlığıma devam ediyordum!.. Biliyor musun Suat, o mağara gibi evinde bile kalamıyor artık. Ev sahibi çıkartıyor. Turgut aylardır işsiz. Ev tutacak parası yok. Üçüncü sınıf otellerde kalıyor… İbrahim niye öldü biliyor musun? Çünkü kalp krizi geçirdiğinde ne onun, ne yanındaki arkadaşlarının yanında doğru dürüst para yoktu… Bu yüzden o boktan sigorta hastanelerinden birine götürüldü. Orda ilgisizlikten öldü… Hatırlıyor musun Suat’ı, Turgut’u? Peki İbrahim bir kez olsun aklından geçiyor mu? Hatırlıyor musun o yılları… Hani cebimizdeki son paraları birleştirerek Güzel Marmara şarabı alıp Bostancı’da deniz kıyısındaki kayalıklarda şiir okuduğumuz günler… Hani dostluğumuz, hani özgürlüğümüz, hani devrim için "en değersiz varlığımızdı canımız"… Söylesene, niye gittik onca filme, niye onca şiiri ezberledik... Sesimi gittikçe yükseltiyordum. Neden böyle davrandığımı biliyordum aslında… Ona bütün bunları söylerken içimi buruk bir gurur kaplıyordu… Kendimi, ruhunu satmış bu eski arkadaşımda doğrulamak istiyordum adeta… O büyük yaşama korkusu belki bende de vardı… On bin dolar aylık. Villa. Özel şoför. Ömür boyu güvence… Etkilenmiş miydim? Onun yerinde olmayı gerçekten ister miydim? Bu soruları sormak bile suçtu bana göre. Ama tedirgin oldukça, bu tedirginliğimi bastırmak için soruyordum… Sordukça can havliyle tutunacak bir yerler arıyordum… Geçmişime sımsıkı sarılmak ve onu bütünüyle ele geçirmek istiyordum…

Suat’ı, Turgut’u, İbrahim’i, onların hayat öykülerini kullanıyordum kendime sorduğum bu sorulardan etkilenmemek için… Şiirleri, şarap içilen kayalıkları, geçmiş düşleri kullanıyordum… Kendimi bu eski arkadaşım gibi o adaletsiz zenginliğe kaptırmamak ve onun gibi "kurtulmamak" için dönüşü olmayan sözler söylüyordum…

Ansızın, seninle de konuşulmuyor, deyip kalktı. Elindeki bira kutusunu çöp kutusuna usulca koydu. Eskiden yere atardı. Çorap giymemişti. Ayak bileğini gördüm. Tertemizdi… Doğal bir temizlik değildi. Kurgusal bir temizlikti bu. Eskiden nasıldı diye düşündüm. Hatırlayamadım. Tekrar ayak bileklerine ve temiz derisine baktım. Ve hiç merhamet duymadım… Oysa ben kim önüme gelirse merhamet duyarım. Bu benim halledemediğim suçlarımla ilgilidir ve en eksik yanımdır. Korktum ona da merhamet duymaktan. Duymayınca gizli bir sevinç duydum… Lanetli ve pişman bir gölge halinde yolun karşı tarafına geçti. Biz görmeyelim diye arabasını uzağa bir yere park etmişti…

Biliyor musun Suat, o mağara gibi evinde bile kalamıyor artık. Ev sahibi çıkartıyor. Turgut aylardır işsiz. Ev tutacak parası yok. Üçüncü sınıf otellerde kalıyor… İbrahim niye öldü biliyor musun? Çünkü kalp krizi geçirdiğinde ne onun, ne yanındaki arkadaşlarının yanında doğru dürüst para yoktu… Bu yüzden o boktan sigorta hastanelerinden birine götürüldü. Orda ilgisizlikten öldü… Hatırlıyor musun Suat’ı, Turgut’u? Peki bir kez olsun aklına geliyor mu İbrahim…

Yanıma bir polis geldi. Kimlik soracaktı belli ki. Hiç umursamadım. Bağırmaya devam ettim… Hani dostluğumuz, hani özgürlüğümüz, hani devrim için "en değersiz varlığımızdı canımız."

Birlikte büyümüştük. Aynı düşün peşinde koşmuştuk. Şimdi onunla aynı yaştaydım. Benim de yaşım geçiyordu onun gibi. O kurtarmıştı kendini; ama ben onun gibi "kurtulmak" istemiyordum. En çok bu yüzden sesimi biraz daha yükselttim… Yoldan geçenler bana bakıyorlardı… Kimseye aldırmıyordum. Aslında herkes duysun istiyordum ve dönüşü olmayan sözler söylemek istiyordum…

Söylesene, niye okuduk onca kitabı, niye gittik onca filme, niye ezberledik onca şiiri!.. Söylesene niye?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi