Ben Sana Çocukluğumdan Vurgunum

Biliyorum, deniz kenarında martıların peşinde koşan çocukluğumu, düştüğü yerden kimse kaldırmayacak… Gözyaşlarımı silmeyecek, o sevgi dolu, kutsal yüreğin.

Bir gün bir mektup yazdım ve hayatım değişti…

Gri renkli bir şehirde yaşardım o zamanlar… Sokakları cetvelle çizilmiş, caddelerin ablukasındaki köşeli parktan sahte yeşillere boyanmış, göğünde martıların kanat çırpmadığı bir şehirde… Rüyalarımda çocukluğuma dönerdim… Çocukluğumdan kalma kırık dökük, birkaç anının yurdu İstanbul’a… Yıllarım geçmişti, o gri şehirde… Yine de o birkaç yarım anının şehrini özler, orayı vatanım bilirdim… Anlam veremediğim tuhaf bir aşkla bağlıydım İstanbul’a… Sonra bir gün bir mektup yazdım ve o tuhaf aşkın nedenini anladım…

Sen o yıllarda kadere inanır mıydın bilmem… Ama ben inanmazdım… Hayatımıza kendi irademizle yön verdiğimizi, her şeyin bir nedeninin ve açıklamasının olduğunu ve seçimlerimizle yollarımızı kendimizin çizdiğimizi sanırdım. Tesadüflerin ve kesişmelerin birbirine görünmez iplerle bağlı olduğunu, anlaşılmaz bir sırrın büyüsüyle ömrümüze onların şekil verdiğini bilmezdim… Sonra bir gün mektup yazdım ve kaderimle tanıştım… O yıllarda o mektubu neden yazdığımı ve niçin bir başkasına değil de sana yazdığımı açıklayamazdım… Aradan geçen onca yıldan sonra şimdi geriye dönüp baktığımda, hayatımı değiştiren o mektubu bana yazdıran şeyin, kader denen o tuhaf, o anlaşılmaz, o karşı konulmaz gizemden başka bir şey olmadığının farkına varıyorum… Ve sessizce Tanrı’ya gülümsüyorum…

Bir gün bir mektup yazdım sana… Yüzünü değil, yalnızca sözlerini bilirdim o zamanlar… Mektup da değildi aslında… O gri şehirde gözlerimi kapatıp daldığım uykularda rüyalarıma giren çocukluğumun İstanbul’unun o kırık dökük birkaç anısıydı gönderdiğim… Bir hapishanenin daracık penceresinden göğünde martılar uçuşan o mavi şehre uçurulmuş bir güvercinin ayağındaydı o mektup… Adresini onun kulağına fısıldayan, kaderin o açıklanamaz mucizesinden başka bir şey değildi… Öyle derin bir umutsuzlukla bağlıydım ki hayata, o güvercini bir daha asla geri dönmeyecek sanıyordum… Çocukluğuma dair o kırık dökük anıların, senin kaderinle buluşacağını o zamanlar bilmiyordum…

Günler sonra, aynı güvercin yeniden kondu pencereme… Ayağında bir mektup bağlıydı… Yüzünü görmediğim ama sözlerini bildiğim o sevgili yüreğinden geliyordu mektup… O zarfın içinde, kaderim gizliydi… O zarfın içinde, şimdi sessizce gülümsediğim Tanrı’nın mucizesi gizliydi… O zarfın içinde, çocukluk düşlerimin şehri gizliydi…

O mektubu aldığımda anladım ki beni, nedenini açıklayamadan vatanım diye bildiğim o şehre çağıran şey, senin kalp atışlarından başkası değildi… Rüyalarımda gördüğüm o kırık dökük birkaç anının fotoğrafında, annemin elinden tutarak yürüdüğüm o İstanbul sokağının Arnavut kaldırımlı yollarında çocuk gölgem senin gölgenle buluşmuştu belki… Deniz kenarında bir konup bir kalkan martıların peşinden koşarken ansızın yere düştüğümde, belki de elimden sıcacık tutup beni kaldıran o tanımadığım el senindi, kim bilir… Okuldan eve dönerken bindiğim bir otobüsten, bilet attığım hâlde beni yalancılıkla suçlayıp indiren o şoförün acımasızlığına şaşkınlık içinde ağlarken, yanıma gelip başımı okşayan, gözyaşlarımı silen ve başka param olmadığından evime gidebilmem için bana yeni bir bilet veren o yabancı belki de sendin… O mektubu sana göndermem bir tesadüf değildi belki… Ve o gri şehirde geçen soluksuz yıllarım boyunca, kırık dökük birkaç anıyla rüyalarıma giren ve beni durmadan kendine çağıran İstanbul’a bu denli âşık olmamın tek sebebi sendin…

Sonra, o daracık hapishanenin penceresine konan güvercin olup, yanımda çocukluğumdan kalma o birkaç kırık dökük anıyla beraber düşlerime giren o mavi kentin semalarında aldım soluğu… Bu şehre geldiğimde, yağmur yağıyordu… Deli bir yağmur… Çocukluğumdan kalma anıların sokaklarını aradım o yağmurda… Hiçbirini bulamadım… Binalar yükselmiş, caddeler genişlemişti… Yıldızlar, şehrin parlak ışıklarının ardına gizlenmiş; martılar, yağmurdan ıslanmamak için saçak altlarına sığınmıştı… Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Seni bulma umudumu tam da yitirmişken, kalabalığın içinde o daha önce hiç görmediğim yüzünü tanıdım ansızın… Çocukluk düşlerimdeki o İstanbul sokağının Arnavut kaldırımlarında gölgemle buluşan gölgenden tanıdım seni… Sahilde bir konup bir kalkan martıların peşinden koşarken, düştüğümde beni yerden kaldıran o sıcacık ellerinden tanıdım… Haksız yere yalancılıkla suçlanıp, evime giden otobüsten indirildiğimde, gözyaşlarımı silen o sevgi dolu yüreğinden tanıdım…

Sonra, yağmur dindi… Yıldızlar, şehrin parlak ışıklarına inat göz kırptı bana… Martılar, saçak altlarından çıkıp göğün maviliklerinde bıraktıkları izlerle yolumu çizdiler… Bu şehir, çocukluğumdan kalma anılarımın şehri oldu yeniden…

Ben sana çocukluğumdan vurgundum… Ama sen bunu hiçbir zaman bilmedin… Soluk soluğa geçen o yıllar boyunca, hiç bilmedin… O güvercinin, savruk yılların telaşıyla yorgun düşmüş ömrünün semalarında neden durup dinlenmeden kanat çırptığını anlayamadın hiç… "Benim gibi birini nasıl seversin?" diye sorup durdun bu yüzden, yıllar boyunca… Bilseydin, belki bu kadar hoyrat olmazdın sana vurgun kalbime… Bilseydin, tıpkı bu şehre geldiğim o gün yağan deli yağmurlar gibi, ömrümü sırılsıklam ıslatan aşkının ortasında beni bir başıma bırakıp hiç gitmezdin… Bir bulup bir kaybetme oyunuyla, yormazdın sevdalı kanatlarımı… Çocukluk düşlerimdeki o İstanbul sokağında gölgemle buluşan gölgenden, beni yerden kaldıran sıcacık ellerinden, gözyaşlarımı silen o sevgi dolu yüreğinden hiç mahrum bırakmazdın…

Ben sana çocukluğumdan vurgundum… Sana âşık bir güvercindim… Durup dinlenmeden kanat çırptım, o kutsal başının üzerinde… Bu yüzden, ne zaman yüzünü yüzüme çevirsen, bu şehir çocukluğumdan kalma anıların şehri oldu yeniden… Deli yağmurlar dindi… Martılar, gizlendikleri saçak altlarından çıkıp senin göğünde yolumu çizdiler… Yıldızlar, bu şehrin yalan ışıklarına inat göz kırptılar bana… Ne zaman seni yitirsem, bu şehrin sokaklarında kayboldum hep… Caddeler genişledi… Binalar yükseldi… Yağmurlar yağdı yeniden… Martılar, saçak altlarına sığındı. Senin semalarında yolumu kaybettim… Yıldızlar görünmez oldu… Ne zaman seni kaybetsem, bu şehir yendi beni… Kırıp kanatlarımı, savurdu semalarından… Beni sana hasret bıraktı, beni çocukluğuma hasret bıraktı… Beni İstanbul’uma hasret bıraktı.

Ben sana çocukluğumdan vurgundum… Seninse en savruk yıllarındı. Her yeni yüzde, yeni öyküler arardın… Her yeni ömürde, yeni yolculuklara çıkardın… Telaşlıydın… Yıllarca aşka susuz kalmış kimsesiz bir yürektin… Bağlanmak, sana göre değildi… Benim koşulsuz sevgim, sana göre değildi… Korkardın, durup dinlenmeden semalarında çırpınan kanatlarımdan… Bu şehirdeki yalnızlığımdan… Senden başka kimsesizliğimden… Korkardın… Bazı geceler beni koynuna alır, şefkatli kollarınla sımsıkı sarar, "Sen benim her şeyimsin," derdin… Bazen ateşli bir âşık gibi doyumsuzca sevişirdin benimle… Bazen de sıkılır, "Yalnız kalmak istiyorum, git artık!" derdin… Beni gönderdiğin gecelerde, yıldızları gökyüzünden silecek kadar parlayan şehrin o yalancı ışıklarının arasına karışır, bilmediğim tuhaf barlarda saatlerce yalnız başıma oturur, önümdeki deftere senin karşında kuramadığım sitem cümlelerini, mahcup yüreğimin sana söyleyemediği sevda sözlerini, sana okuyamadığım mısraları yazardım.

Sonra, o savruk ömrün duruldu… Bir sevdaya, kalbinin kilitli kapılarını açtın. Sana âşık o güvercini unuttun… Sonra hep yağmurlar yağdı… Deli yağmurlar… Martılar, saçak altlarından hiç çıkmadı. Yıldızlar, göz kırpmaz oldu artık… Yıllar geçti… Kanatlarım, senin semalarını aramaktan yoruldu. Tam da düşmek üzereyken, yeniden tuttun beni… Tıpkı bu şehre ilk geldiğim günlerdeki gibi çocukluk düşlerimdeki bir İstanbul sokağının Arnavut kaldırımlarında gölgem gölgenle buluştu yeniden… Sıcacık ellerinle beni yerden kaldırdın… Sevgi dolu yüreğinle gözyaşlarımı sildin… Hiç sarılmadığın kadar sıkı sarıldın bana… Hiç sevmediğin gibi sevdin… Kanatlarım eskisinden de güçlüydü artık… Yüzün bana dönüktü… Hayatını paylaştın benimle… Evini paylaştın… Sofranda ekmeğini paylaştın… Yatağını paylaştın… Ömrünü paylaştın… En mahrem sırlarını… Kimselere göstermediğin yüzünü gösterdin bana… Kimselere söylemediğin sözlerini paylaştın… Kimselere okutmadığın mısralarını okuttun… Kimselere kurmadığın cümlelerini kurdun… Bazen can yoldaşın oldum… Bazen sevgilin… Bazen dostun oldum… Bazen ailen… Sonra, ben, sen oldum… Sen de ben… Yıllar geçti ve ben öyle inandım ki varlığına, bir daha hiç gitmeyeceksin sandım… Bu şehir, hep benim çocukluk düşlerimden tanıdığım o şehir gibi kalacak sandım… O deli yağmurlar, bir daha hiç yağmayacak… Martılar, saçak altlarına hiç gizlenmeyecek… Yıldızlar, şehrin parlak ışıklarına yenilmeyip bize hep göz kırpacak… Ömrüm, senin ömründe yaşlanacak… Ve bir daha hiç gitmeyeceksin sandım…

Ben sana çocukluğumdan vurgundum… Ama sen bunu hiçbir zaman bilmedin… Belki de en çok bu yüzden gittin… Sonra yeniden döndün… Sonra yeniden gittin… Sonra yeniden döndün… Sonra yeniden gittin… Sana sevdalı bir güvercindim… Martılar çizerdi yolumu, yüreğinin semalarında… Yıldızlar, bana göz kırpardı… Durup dinlenmeden kanat çırpardım, başının üzerinde… Sense bu deli sevdama şaşırır, senin gibi birini nasıl sevebildiğimi, bir türlü anlayamazdın…Beni bu sevdanın ortasında, deli yağmurların altında bir başıma bırakıp gittiğin zamanlar, seni hiç durdurmadım… Yoluna çıkıp hiç, "Gitme!" demedim sana… "Beni bırakma!" diye yalvarmadım… Her gidişinin ardından sessizliğe gömülüp, seni sonsuza kadar kaybettiğimi düşündüm hep… Bir gün geri gelebileceğine hiç inanamadım… Bu yüzden, mucizeydi her dönüşün ve bu yüzden, her defasında sana daha sıkı sarıldım…

Yıllar geçti aramızdan… Ayrılıklarla sırılsıklam, kavuşmalarla yıldızlı… Şimdi yanımdasın… Ama biliyorum, gideceksin yine… Rüzgâr, adını çağırıyor… Bu şehrin üzerini yine kara bulutlar sarıyor… Biliyorum, yine deli yağmurlar yağacak üzerime… Yine gizlenecek martılar saçakların altına… Yıldızlar kaybolacak… Biliyorum, gideceksin ve ben yine kaybedeceğim yolumu…

Biliyorum, deniz kenarında martıların peşinde koşan çocukluğumu, düştüğü yerden kimse kaldırmayacak… Gözyaşlarımı silmeyecek, o sevgi dolu, kutsal yüreğin… Biliyorum, gölgen bir İstanbul sokağının Arnavut kaldırımı üzerinde ansızın gölgemi okşamayacak… Biliyorum, gideceksin… Ama bu kez sana sevdalı güvercinin yaralı yüreği, bu gidişi kaldıramayacak…

Belki de bu yüzden, hiç yapmadığım bir şeyi yapıyor ve soluk soluğa geçen o yıllar boyunca hiç fark etmediğin bir sırrı ilk kez yüreğine fısıldıyorum: Ben sana çocukluğumdan vurgunum… Artık gitme, sevgilim!..

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi