Bizi gördükleri her yerde damgaladılar

Kimsesizdik, yabandık, yabancıydık. İlişirdik hayatın kenarına, ama yine de bizi merak ederlerdi bu dünyanın gerçek sahipleri.

Eskiden mahalle aralarında dalgın ve hülyalı arsalar olurdu. Akşamları karanlık ve serin gölgeler örtünce, suskun adamlar ateşler yakardı üzerinde...

Bu ateşin kokusu, kimi çocuklara çok uzaklardaki bir hayatı hatırlatırdı.

İnsan kafasının arkasında derin bir göl taşır da onu bir türlü dünya gözüyle göremediğinde nasıl üzülürse işte bu ateş kokusu çocukları öyle üzerdi...

Karardıkça mahalle, karardıkça sokaklar, karardıkça o suskun adamların yaktıkları üzgün ateşler; gökyüzü daha da kızıllaşırdı, iyileşirken terleyen bebekler gibi...

Kızıllığın etrafında meleksi beyazlıklar, meleksi bulutlar olurdu... Buluttan kuşlar olurdu.

Sevgilerini kucaklarında taşıdığı için itilmiş, hırpalanmış ve bu hayatı terk etmiş ne kadar insan varsa gökyüzünde; buluttan kuş olup çağırırdı bu çocukları yukarıya, kızıllığa, bu meleksi beyazlığa...

Bu sesi sadece anneler hissederdi ve bu dünyada daha fazla yapayalnız kalmamak için kanayan sesleriyle çocuklarını eve çağırırlardı...

Akşamları üzerinde üzgün ateşler yakılan arsalardan gökyüzünün kızıllığına baktığımda; orada, o meleksi beyazlıkların üzerinde uçan buluttan kuşların, "yukarı, yanımıza gel" çağrısını duyan çocuklardan biri de bendim...

Annemin sesi gökyüzündeki kızıllığa karışırken anladım ki benim bir ailem yoktu. Akrabalarım yoktu.

Bu dünyada bir kaydım, bir hüviyetim yoktu...

Anneme çok acırdım, ama bilirdim ki benim annem yoktu.

Yaşar gibi yapardım ben, bu beni çok yaralasa da...

İşim gücüm kendime yaptığım ihanetin boyutlarını anlamaktı.

Zamanımı buna harcardım.

Yarısı bendeydi yaramın, yarısı dağılmıştı her yere, herkese...

Bir yerden zorla kopartılmıştım, ama nereden? Bunu anlamak için herkesin öyküsünü dinlerdim. Sanki hayat, sanki bu koca ve eksik var oluş; benden, bu yarım bırakılmış yaramdan kanardı. Bir sırra, bir kayboluşa kanardı.

Bu yüzden en çok benim kaybolmamdan korkardı evdekiler. Bir odaya toplanır beni konuşurlardı. Kaybolursam gidebileceğim yerleri...

Sonra hep birden garip bir sessizliğe bürünüp gökyüzüne bakarlardı...

Severdim onların sessizlik içinde gökyüzüne bakmalarını. Özlerdim böyle anlarda onları. Çok özlerdim.

Çünkü ne kadar istesem de bu hayatın bilgileriyle, bu hayatın sözcükleriyle onlara duyduğum sevgiyi anlatamamıştım ben. Bu yüzden hiçbir teoriye inanmıyordum artık.

Çünkü hiçbir teoride kimsesiz misafirlere bir yer ayrıldığına rastlamamıştım...

Günlerini kendisine yaptığı ihanetin boyutlarını anlamak için geçirenleri konu eden bir teoriyi hiç okumamıştım...

Kimsesizdik, yabandık, yabancıydık. İlişirdik hayatın kenarına, ama yine de bizi merak ederlerdi bu dünyanın gerçek sahipleri. Hayatlarını değiştirmek için değil, kendilerini bir kez daha doğrulama şansı için yağmalamak isterlerdi düşlerimizi, sırlarımızı...

Bu dünyaya ait olmayan kimsesiz misafirlerden bile bu dünya için gizli bir çıkar umarlardı onlar...

Çünkü genç yaşlarında sonsuz gücenik, sonsuz alıngan ve doyumsuz yaşlılar oluvermişlerdi.

Çünkü sevgileri kucaklarında taşırlarsa yarıştan geri kalacakları öğretilmişti onlara.

Sevgilerini yola çıktıkları yere bırakırken geri dönüp onu alacaklarını sanıyorlardı.

Ama yarışları bir türlü bitmedi, bir türlü bitmedi savaş oyunları...

Dinmedi hırsları, dinmedi kötücül arzuları...

Ya sevgilerini bıraktıkları yerde unuttular ya da yollarını tamamen kaybettiler...

Sonsuz gücenik, sonsuz alıngan ve doyumsuz bir yaşlı oldu yola çıkarken bıraktıkları sevgileri...

Unutulmanın acısını kötü kalpli bir yaşlı olarak çıkarttı onlardan.

Demek insan, kucağında taşıması gereken sevgisi kötü kalpli bir yaşlı olursa, o da bunun acısını hep çocuk kalan kimsesiz misafirlerden çıkarıyormuş... Bu hayata ilişerek ve hep kalbine bakarak yaşayan kimsesiz misafirlerden...

Sevgimizi kucağımızda taşıdığımız ve hep çocuk kaldığımız için bize etmedik kötülük bırakmadılar.

Zaten buralı değildik. Zaten misafirdik. Hiçbir iddiamız yoktu, hiç bir yarışımız. Onlara rakip olacak kötücül bir arzumuz...

Yine de yapmadıklarını bırakmadılar...

Zaten bizim olmayan bu hayatta bize soluklanacak bir pencerelik zamanı bile çok gördüler...

Ve bizi, gördükleri her yerde damgaladılar.

Ve üzerimize eşyalara yapıştırılan etiketler gibi: Verimsiz... Uyumsuz...

Sorunlu, diye yazılar yapıştırdılar.

Üzerimize daha fazla gelmesinler, bizi hep uzaklara, ötelere çağıran gökyüzündeki kızıllığı seyretmemize engel olmasınlar, yaramızın kaybolan yarısını aramıza karıştırmasınlar diye, güç de olsa bu damgalara katlandık...

Ait olmadığımız bu dünyanın sorunlarını hep bize yüklediler.

Sebebi saydılar bizi; ışıksız, yaşamasız, müjdesiz hayatlarının.

Berrak bir sevgileri olmadı hiç.

Bunu bile bizden bildiler.

Şimdi artık terk ediyoruz bu hayatı. Ama terk etmeden önce bir karar aldık: Yok oluşa giderken büyük ve sonsuz bir çığlık bırakacağız arkamızda.

Öyle bir çığlık ki kendilerini bu dünyanın asıl sahipleri sanıp bizi damgalamaya kalkanlar artık bu çığlıktan başka bir şey duymayacaklar.

Öyle bir çığlık ki bastırıldıkça çoğalacak...
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi