Bu haksız hayatlar

Soracaklar, bir gün mutlaka niye yaşadığımızı soracaklar.

Kuşatılmış bir ülkede gizlice, sakınarak ve erteleyerek geçse de yıllarımız, bir gün inanın soracaklar… Bir kış günü vapurun güvertesinde tek başına duran adamın sigarasını yaktığımda bana bakışı, sigarasını yakan elime hafifçe dokunuşu gibi… Evet, hiç hatırlamak istemediğimiz, unutmaya çalıştığımız sözleri hatırlatır gibi soracaklar…

Oysa bir buhrandır bizimkisi, hastalıklı bir samimiyetle yeniliriz sevgimize. Oysa içimizde gezdirdiğimiz, huysuz, yetim bir çocuktur; nefesi, teni yenilgimiz kokar, asalet kokar, tarihimiz kokar; zayıf, kimsesiz, ama bazen öylesine öfkelidir ki bizi bile şaşırtıp korkutur… Ama soracaklar, ne yapsak birgün mutlaka niye yaşadığımızı soracaklar.

O zaman onlara yoksul ve yüzlerinden sorumlu musluk tamircileriyle nasıl konuştuğumu anlatacağım. Duvar diplerinde açlıktan kıvranarak ölen figüranları… O zaman onlara herşeyin farkında oldukları için her işten kovulan şizofren arkadaşlarımı anlatacağım…

İnsanın altından kayarken çocukluğunun toprakları, iyi kalpli bir kadınla sevişmenin nedensiz bir ölüme ve yokoluşa karşı bir ihtiyaç olduğunu… Bu ne olduğu belirsiz ve güven vermeyen dünyada, bu sabahı karanlık çağda, sanki sonu gelmeyecek sanılan bu karanlık gecede, iyi kalpli kadının o güzel elini dinmeyen özlemle okşamanın sonsuz bir ihtiyaç olduğunu anlatacağım…

Çünkü nereye gitsek bu kuşatılmış ülkede yoksulluğumuzun kokusunu alırlardı onlar…

Bu yüzden sevgimi hep kırık bir fısıltıyla ve gözlerimi uzun uzun yumarak belli ederdim ben. Çünkü sevdiklerim hep esaret altındaydı. Sabahın ayazında uyanırlardı. Dernekleri ilk onlar açarlardı. Çayın altını ilk onlar yakardı. Saatler tutukluk yapsa bile insanları ilk onlar uyandırırdı. Pankartları onlar yazarlardı.

Adları geçmezdi hiçbir yerde, ama onlar, en çok onlar üzülürdü, olan bitene.   

Kendi yıkadıkları tuvaletlere kapanıp, bir işe yarayıp yaramadığını hiç akıllarına getirmeden ağlayıp, sonra da geçti, geçti, deyip yine işlerine koyulurlardı. Saçlarında yeni yeni belirmiş merhametli beyazlarla.

Bildiğimiz düşman değil, içimizdeki kötülük işgal etmişti bu ülkeyi, bu yüzden içimizdeki kötülükten korkup hep erteleyip dururduk sevdiklerimizle buluşmayı… Bu yüzden eşi bulunmaz, ama tutsak kelebekler gibi severdik bizi biz olduğumuz için seven Ağrılı Kürt garsonları, terk ettiğimiz her mahalleyi bekleyip duran limoncu amcaları, derneklerin kapısını ilk kez açıp çayın altını yakan, ama isimlerini hep unuttuğumuz, o aydınlık yüzlü insanları…

Yere düşen bir çantayı, bir mendili, üzerinde kısacık bir şiir yazılı kağıt parçasını ilk önce uzanıp birbirimize uzatırken, o bir anlık bakış vardı ya, ben seni biliyorum, belki şimdi yorgunsun, belki de çok dalgınsın, ama en çok esaret altındayız, sen de ben de bunu herşeyden iyi biliyoruz, diyen o bakış…

Bu bakış beni esarete karşı koruyan o iyi kalpli kadınla sevişmek düşüne götürürdü.

Elleri, yüzü, bedeni… Çünkü tinerci çocukları sarılıp öpen oydu, oydu lokantalardan işyerlerinden kovulan kimsesizlerin peşinden koşan. Çünkü benim için onunla sevişmek kimsesizleri kendi gibi bilen bir kadınla sevişmekti. Beni tehdit eden dünyada kesin ve vazgeçilmez bir şeydi…

Çünkü onun kalbini beklemek, kimseye bir şey vadetmeyen ve bu yüzden lanetlenen bir dine bağlanmak gibi bir şeydi…

Çünkü soracaklar, bir gün mutlaka bu dünyada niye yaşadığımızı soracaklar…

Oğlu çizgi roman çizen ve acı çekmekten bilgeleşmiş bir hamal kitaplığımızı çıkartmıştı onca merdivenlerden yeni taşındığımız evimize. Kapının önünde soluklanmıştı sonra. Annem yoksulları kendinden bilen o kimsesiz asaletiyle sormuştu ona: İyi misin, su getireyim mi sana? Başıyla, evet demişti hamal…

Hepsi buydu işte, bana kalan hepsi buydu… Bu bilge ve yorgun hamalın içtiği suyun her yudumunda bütün hayatımızı sorgulamıştım sonra… Bize kalan buydu…

Çünkü esaret altındaydı incelikleri sevenler, rüyaların etkisinde kalanlar, bilge hamalın içmediği son yudumu merdivene döküşün hiç unutmayanlar hep esaret altındaydı…

Soracaklar, bir gün mutlaka niçin yaşadığımızı soracaklar, soracaklar ve sen de benim gibi en çok seveceğin insanlarla gizli gizli o uzun göz yumuşlarıyla selamlaşmasını anlatacaksın onlara…

O zaman bilsin bu kirli, bu yenilgi dolu tarih, bilsin herşeyi ona danıştığımız gökyüzü, biz en çok iyi kalpli bir eli okşarken, kimsesizleri kendinden bilen iyi kalpli bir insanla sevişirken yaralanırdık, biz esaret altında olduğunu bilenler… Biz… Bu haksız hayatla yaralı olanlar...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi