Çaycı Ali...

Çay… Sımsıcak buğusu üstünde tüten, demli bir çay…

Umut dolu bir sığınaktır, çay… Her şey kötüye gitse de, yine de yaşamak güzel şey, demektir... Yoksuluz ama benzersiz ve küçük mutluluklarımız var, demektir... Çay, henüz her şey bitmedi, demektir... 

Hayatın öfkesine, acımasızlıklara, talihsizliklere karşı sımsıcak bir sığınaktır, çay... Çayın o vazgeçilmez sıcaklığı, sıradanlığın içtenliğini yeniden hatırlatır bize...

İster evde, okulda, iş yerinde, dernekte, lokalde, yollarda, nerede olursanız olun, eğer yakınınızda bir yerde çay pişiyorsa, çayı pişiren masmavi alev size gülümsüyorsa, çay yeni konuklara, eski konuklara hazırlanıyor, demleniyorsa korkmayın, her şeye rağmen, bütün imkânsızlıklara ve engellere rağmen hayat devam ediyor, demektir bu...

Güneş Gazetesinin çaycısı Ali, ince belli bardaklarla bizlere büyük bir keyifle dağıttığı çaylar gibi umut dolu, düş dolu, keyif ve enerji dolu bir insandı... Burnu hafif sağa eğilmişti. Bütün zeki insanlar gibi gözlerinden incecik bir keder sızardı ama o, bu kederi saklamayı iyi bilirdi. Ufak tefek ve son derece çalışkandı...

Her gazetede olduğu gibi, Güneş’te de insanlar birbirlerine hep fazla gelirdi. Kimse kimseye tahammül edemezdi... Ama birbirimizden esirgediğimiz sevgiyi, Ali’ye gösterirdik. Çünkü Ali, bize tam insanlıktan ve kendimizden umudu keseceğimiz bir anda, sımsıcak, sıkı, tavşankanı, demi, buğusu, hepsi yerinde, harbi çaylar getirirdi...

Ali’nin getirdiği çayların hatırına, kısa bir sevgi molası verirdik... Ali’nin çay tepsisi tutan parmakları, eprimiş, solgun, mavi gömleği, masum bıyıkları üzerinden birbirimize gecikmiş selamlar sarkıtırdık, çay biter bitmez unutmak üzere...

Çaycı Ali, okul okumamıştı ama okumayan bütün o zeki insanlar gibi, hayatı, hayatın gizli inceliklerini, o şaşırtıcı tuzaklarını bizlerden çok daha iyi okuyabiliyordu... 

Yeni bir yazı işleri müdürü mü gelecek, gazetenin yayın politikası mı değiştirilecek; Ali’nin bizden önce haberi olurdu. Birinin yazısı mı sansürlenecek, bir arkadaşımız işten mi çıkartılacak; Ali herkesten önce bilirdi bunları...

Ali, zeki, gözlemci, hayatı iyi okuyan biriydi ama bir o kadar da duygusaldı. Sevdiklerine bağlanırdı. Bu bağlılık, bütün diğer özelliklerinin üstüne çıkardı… 

Güneş Gazetesinin o zamanki sahibi, dünyanın en zengin adamlarından biri olduğu söylenen Asil Nadir’di. Yılda bir iki kez gazeteye uğrar, gazetenin yöneticileriyle kapalı kapıların ardında, Çaycı Ali’nin söylediğine göre gazetenin mali sorunları hakkında bir iki şey konuşup, yanındaki dev gibi korumalarıyla, yine geldiği gibi, Londra’ya geri dönerdi…

Asil Nadir denen o karanlık iş adamını hiç sevmedim. Ama o yıllar basın sektöründe en yüksek maaşı o veriyordu... Ve pek karışmıyordu, gazetenin yayın politikasına...

Bir gazetede ilk kez kadrolu çalışmaya başlamıştım. Parlak yıllarımdı. İyi para alıyordum. Üretkendim. Yorulmak bilmezdim. Hem de akşamları, neredeyse gece yarılarına kadar köprü altında rakı içip dostlarımla sohbet ettiğim hâlde...

Cihangir’de yeni bir ev tutmuştum. Hiç korkum yoktu. İçini istediğim gibi döşeyebilir, dilediğim gibi borca girebilirdim. Nasılsa, gazetenin ve benim geleceğimiz açık görünüyordu... 

Biraz özenli, en çok da iyi yaşama isteği sonucu Aksaray’daki antikacılar çarşısı Horhor’dan Çukurcuma’daki eski eşya satan dükkânlardan, sandalyeler, çalışma masası, etajer, sevimli sehpalar aldım...

Gençtim. İlk kez kendime ait bir evim olacaktı. Hem gazetemizin cömert sahibi, dünyanın en zengin insanlarından biriydi. 

Ve en önemlisi, çay ocağımızda mavi alev her zaman tebessüm ediyordu. Ali’nin ince belli bardaklarındaki buğusu tüten tavşankanı çaylar, yaşamak her şeye rağmen güzeldir, diye fısıldıyordu bizlere…

Asil Nadir’in Londra’da dolandırıcılıktan tutuklandığı gün, aramızdaki en sakin insan yine Çaycı Ali’ydi. Dışarıda kar yağıyordu ve Ali’nin sımsıcak çayları soğuktan değil, endişe ve korkudan buz tutan içimizi ısıtıyordu… "Üzülmeyin arkadaşlar, her şeyin bir çaresi bulunur.

Bu da geçecek. Biz çaylarımızı içip güzelleşelim," diyordu. O ay maaş alamadık. Ondan sonraki ay da... Ama iyi ücret aldığımız, köşe bucakta az da olsa birikmiş paramız olduğu için, pek de sarsılmadık.

Üçüncü ay da maaş alamadık. Köşe bucağa kötü günler için sakladığımız paralar da suyunu çekmişti artık. Çevremizde borç para isteyecek pek insan da yoktu. Yakınlarımız, arkadaşlarımız maaş alamadığımıza inanmıyorlardı...

Dördüncü ay çabucak gelmişti. Maaş verileceği söylentileri bir anda yayılmıştı. Muhasebecinin önünde uzun kuyruklar oluşturmuştuk. Ama hevesimiz kursağımızda kalmıştı. Maaş verilmiyordu. Belki, gelecek ay verilebilirdi... 

O ay da Çaycı Ali’ye olan çay borçlarımızı ödeyemedik. Evimdeki telefonum, borcundan dolayı kesildi. Ve ben, birikmiş kira borçlarımı ödeyebilmek için biraz özenli ve en çok da iyi yaşama isteği sonucu Horhor’dan ve Çukurcuma’dan aldığım, verniği hâlâ kokan sandalyelerimi, masamı, etajerimi, sevimli sehpalarımı sırayla satmaya başlamıştım. Hem de yok pahasına fiyatlarla...

Ali artık veresiye defterine yazmaya başlamıştı borçlarımızı. Gözlerindeki ince keder, sanki biraz artmış gibiydi. Esprileri zorakiydi.

Asil Nadir’in yanına, Londra’ya, hapishanede ziyaretine gittiğini, ondan hepimize selam getirdiğini, biraz daha sabretmemiz gerektiğini; Asil Nadir’in dönüşünün muhteşem olacağını söylüyordu! Ama bizi eskisi kadar güldüremiyordu. Yine de ocağındaki çayı pişiren alev, bize yine umut ve düş fısıldamaya devam ediyordu...

Çayın alevinin her şeye rağmen umut ve düş fısıldaması, çok önemliydi benim için. Bu alevi canlı tutan Ali’nin gözlerine daha bir dikkatle bakıyor, onun ruh hâlini büyük bir dikkatle hissetmeye çalışıyordum. Artık Asil Nadir’den, gazeteden, işlerin düzeleceğinden yavaş yavaş umudu kesmeye başlamıştı çalışanlar. Parasızlık, dayanılacak gibi değildi. Hem de iyi ücret almaya alışkın olanlar için tam bir yıkımdı…

İnsanlar artık gazeteye, başka bir gazetede iş bulmak için geliyorlardı… Beşinci ay da maaş alamadık… Gazete neredeyse yarı yarıya boşalmıştı. İş bulan gitmiş, bulamayansa sağda solda iş aramaya başlamıştı. Gazetenin birçok telefonu, borçtan ötürü
kesilmişti. Muhasebecinin odasında büyük kavgalar oluyordu. Gazetenin servisleri benzin alınamadığından çalışmıyordu. Eve giden gazeteye dönemiyor, gazeteye gelen akşam eve dönemiyor, gazetede yatmak zorunda kalıyordu.

O ay karnımı doyurabilmek ve kiramı ödeyebilmek için çamaşır makinemi ve buzdolabımı satmıştım… Çay isterken artık çekiniyorduk. Herkes gibi benim de Çaycı Ali’ye olan borcum giderek kabarıyordu. Ama o, bunu hiçbir zaman yüzümüze vurmuyordu. Hatta diğerleri gibi ona borç takıp başka gazete ve dergilere gitmediğimiz için de bize, acımayla karışık bir saygı
duyuyordu. Ve yine bize umut vermeye devam ediyordu. Asil Nadir, onu, hücresindeki telefondan aramış, birkaç güne kadar hapisten çıkıp, ilk iş olarak Güneş Gazetesindeki gazeteci arkadaşlarını ziyaret edeceğini, onların birikmiş paralarını fazlasıyla ödeyeceğini söylemişti! Artık kendi de anlattıklarına gülmüyordu. Çünkü eski neşesi pek kalmamıştı.

Çünkü artık o da zorlanmaya başlamıştı. Çayı, şekeri borçla aldığı bakkal artık onu sıkıştırmaya başlamıştı. Ali, elindeki giderek azalan parayı hep tüp gaz için saklıyordu. Tüpü veresiye yazdıramıyordu çünkü... Bütün söylentiler, yapılan kulisler, iddialı vaatler boş çıkmıştı. Altıncı ayda da maaş alamamıştık.

Eve çağırdığım akbaba kılıklı eskiciler çaresizliğimi ne kadar gizlemeye, ne kadar yukarıdan konuşmaya çalışsam da koltuk takımıma ve çekyatıma o kadar az fiyat biçmişlerdi ki bir anda öfkeye kapılıp onları dışarı kovmuş, sonra da sokak kapısından çıkmadan peşlerinden koşmuş, verdikleri fiyata razı olmuştum... Satmadığım sadece yatağım, daktilom ve kitaplarım kalmıştı...

Neden bu gazeteden bir an önce ayrılıp kendime yeni bir iş aramıyordum, tam bilmiyordum. Burada yaşadıklarım ve duygusal bağlılıklar tutuyordu belki de beni. Ama en çok da, her şeye rağmen ocağını söndürmeyen Çaycı Ali’ye karşı garip bir suçluluk hissediyordum... Sanki iş bulup gidersem, ona karşı haksızlık yapacağıma inanıyordum. 

O, canını dişine takıp, borç harç bakkalın her tür kaprisini, küstahlığını çekip, ona borçlarını ödeyemeyen insanlara buğusu, demi, sıcaklığı, umut ve düş bağışlayan fısıltısı hiç değişmeyen çaylarından dağıtmaya devam ettikçe, galiba ayrılamayacaktım bu umutsuz gazeteden…

Yedi ay geçmişti ve gazetede büyük bir umutsuzluk başlamıştı. Hademeler artık gazetenin bilgisayar, fotokopi makinesi, daktilo gibi demirbaşlarını gizlice dışarı götürüp satıyorlardı... Açlıkla karşı karşıyaydık… Özellikle kırsal kökenli matbaa işçileri, eşlerini ve çocuklarını memleketteki yakınlarının yanına göndermeye başlamışlardı… Bize aylardan beri maaş ödemeyen yönetim, en azından açlıktan ölmeyelim diye, mercimek, un, erişte, makarna dağıtmaya başlamıştı…

Ödenmeyen borçlar yüzünden Sular İdaresi, gazetenin sularını kesmişti. Kokudan ve pislikten, tuvaletlere girilmiyordu… Hademeler de artık işe gelmiyordu. Gazete bir viraneye dönmüştü. Bense gazeteye gelir gelmez ilk önce Ali’nin çay ocağına uğruyor, çay pişiyor mu, çayın mavi alevi her şeye rağmen düş ve umut fısıldıyor mu diye bakıyor, Ali’den, ödeyemediğim borçlarım için özür diledikten sonra, onun büyük bir sevgiyle uzattığı ince belli bardaktaki buğusu tüten tavşankanı çayımı alıp odama iniyordum…

Çaycı Ali’den başka kimse bana çalışma cesareti veremiyordu. Gazetede kalan az sayıdaki gazetecinin isyan edeceği haberini alan kimi yöneticiler, bu isyanı bastırabilmek için bazen toplantılar yapar ve geleceğe dönük vaatlerde bulunurlardı... Bu toplantılar, bu sözler, bu vaatler bende zerre kadar umut ve heyecan uyandırmazdı. Yalan olduğunu, göz boyama, zaman kazanma taktiği olduğunu bilirdim bütün bunların... Para bitince, imkânlar tükenmeye yüz tutunca umutlar ve düşler daha çok değer
kazanıyordu... 

Bu yüzden, benim için Çaycı Ali’nin çay ocağında hiç dinmeden yanan mavi alevindeki ve yıkılmayan cesaretindeki umutlar ve düşler her şeyden önemliydi...

Sekizinci ay olmuş ve biz yine maaş alamamıştık. Zaten öyle bir umudumuz da kalmamıştı. Artık hiçbir yönetici, dayanın arkadaşlar, toplantısı yapmıyordu. Hiçbiri geleceğe dönük bir vaatte bulunamıyordu. Çünkü artık başımızda hiç yönetici kalmamıştı. Hemen hepsi çekip gitmiş, bizi kaderimizle baş başa bırakmışlardı...

Eskici, yatağımın para etmeyeceğini söyleyince, gururum çok incinmişti. Ama artık hiçbir şeye öfke duyamıyordum. Sustum. Ne diyebilirdim ki... Kitaplarım, daktilom, bir iki torbaya sıkıştırdığım elbisemle, yıllar önce ayrıldığım karımın
evine döndüm.

Merhametli kadınmış. Beni evine aldı. Üstelik yol paramı bazen o veriyordu... Gazetede her şeye rağmen kalanlar arasında kalp krizi geçirenler oluyordu. (Asil Nadir’in sahibi olduğu Günaydın Gazetesinde gencecik bir basın emekçisi bu yaşanan sıkıntı ve
gerginlikten ötürü kalp krizi geçirmiş ve hayatını yitirmişti.)

Umutsuzluk, en bulaşıcı mikroptu. Asil Nadir’in döneceğini, birikmiş paralarını faizleriyle birlikle alacağını düşleyenler arasında sinir krizi geçirenler, uzun süren ağlama nöbetlerine yakalananlar oluyordu...

İşte böylesi korkunç anlarda bile Çaycı Ali, koridordan elindeki tepsiyle görünüyor; "Üzülmeyin arkadaşlar, hayat devam ediyor, çay içip güzelleşelim!" diyor ve ince belli bardaklardaki çaylarını bizlere paylaştırıyordu...

Ali’nin, buğusu tüten demli çayları, böylesi anlarda kıyametten önceki son bir şenlik gibi gelirdi bana... Hayatın o hoyrat, acımasız öfkesiyle biraz olsun alay etmek, talihsizliklerden biraz zaman çalmak gibi gelirdi...

En sonunda elektrikler de kesilmişti gazetede. Karanlık kış günleriydi… Merdivenleri çıkabilmek için çakmak ya da kibrit kullanmak gerekiyordu artık. Yine bir sabah çakmağımı yaktım ve haftalardır temizlenmeyen tuvaletlerden sızan ağır kokuların kapladığı karanlık merdivenlerden ağır ağır, Ali’nin çay ocağına çıktım. Ali, o hep ayakta, her şeye rağmen çalışıp didinen Ali, bu defa hiçbir şey yapmıyor, sandalyesine oturmuş, kıpırtısız, önündeki duvara bakıyordu… Bakışları öylesine kırgındı ki… Sonra çay ocağına, oradaki mavi aleve, o her zaman umut ve düş fısıldayan tebessüme baktım…

Yoktu… Ocakta mavi alev yoktu… Çay pişmiyordu… Ateş sönmüştü… Çay yoktu artık bu gazetede!.. Ali’ye baktım sonra. Ama hiçbir şey diyemedim… O da diyemedi… O duygusal zekâsıyla hayatı hepimizden iyi okuyan Ali, aslında çok iyi biliyordu böyle olacağını ama onu burada, bu mavi alevin yanında duyguları, buradaki hayatına duyduğu sevgi, bizlere ve bu
gazeteye duyduğu bağlılık tutmuştu…

Yanına yaklaştım. Ayağa kalktı. Sarıldık birbirimize… "Hakkını helal et!" dedim. "Helal olsun!" dedi... "Zaten ben de birazdan burayı kapatıp memlekete gidiyorum," dedi. "Yolun açık olsun!" dedim… Bir kez daha sarıldık...

O gün gazeteden ayrıldım. Ve bir daha hiç gitmedim... Çaycı Ali’yi, yıllar sonra, Taksim’de, The Marmara Otelinin önünde gördüm. Taksicilik yapıyordu. Beni gördü, yanıma gelip boynuma sarıldı. "Hadi, gel, sana bir çay söyleyeyim!" dedi, mahcup ve tutuktum ona karşı ama yine de "Söyle!" dedim...

Çayımızı içerken, "Biliyor musun, hayat her şeye rağmen devam ediyor," dedi... Gözlerinde yine incecik bir keder saklıydı... Çaycı Ali, ben dâhil, gazetede çalışan ve ona borcu olan birçok insanın borcunu ebediyen silmişti... Almayacaktı, ısrar etmek bir şeyi değiştirmeyecekti...

"Bir çay daha söyleyeyim mi?" dedi... "Söyle!" dedim. Söyle; çünkü çay, her şey kötüye gitse de yaşamak güzel şey, demekti...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi