Kötülüğü var eden içimizdeki o şey

Tutunmak istiyoruz hayata…

Giden trenlerin peşinden el sallamak istemiyoruz, o trenlerin içinde olmak istiyoruz… Havalanan uçaklar bizi burada bırakıp nereye gidiyor, bilmek istiyoruz… Kalan değil, giden olmak istiyoruz… Ölümden sonra bir hayat yok, diye inandırdılar bizi. İnandık… Şimdi gitmeyip burada kaldıkça, gitmeyip olduğumuz yerde durdukça ömrümüzün kısalığı geliyor aklımıza… Bu kısalık yüzünden ömrümüzün geride kalan saniyelerini sayıyoruz delice bir hırsla…

Hep yaşamak, hiç ölmemek istiyoruz…

Oysa bizi kalmak istemediğimiz yerde tutuyorlar… Birileri bir duvar ötede buralardan gitme hazırlığı yapıyor… Yarın gün başlayınca onları görmeyebiliriz. Daha dün yanıbaşımızda olanlar, yarın bizden çok uzaklara, bizim asla gidip göremeyeceğimiz, yaşamaya hak kazanmayacağımız yerlere gidebilirler… İşte en büyük korkumuz bu… Yanıbaşımızda olduğunu sandığımız insanların bizi buralarda bırakıp, hayatın olduğu yere gitmeleri… Bizi burada, bu kurak, bu imkânsızlıklar, bu zavallılıklar ülkesinde bırakıp mutluluğa, zenginliğe, sevince, sonsuz ve sınırsız yaşamaya gitmeleri…

Giden burada kalanı kısırlaştırıp, hareketsiz bırakıyor sanki… Uzaklardaki hayat sonsuz bir alışkanlık içinde… Kalanlar ise donmuş bir özlem halinde, hep hayal kırıklığının pencerelerinden bakıyorlar uzaklara…

Uzaktakilere yetişme arzusu yeni korkular, yeni saplantılar yaratıyor.

Hayır, ürkmek istemiyorum yaşamaktan: Gücüm yerinde, bildiklerim var, kavrayış gücüm var… Yaşamak için kendime, kendi gücüme inanmak zorundayım… İşte her sabah, kendimi her hatırladığımda bunları söylüyorum içimden… Topla kendini, bırakma, sen aslında daha iyi şeyler yaşamaya layıksın, diyorum… Ama ben kendimle konuşurken trenler gitmiş oluyor… Uçaklar uzaklara havalanmış… Uzaklara, hayatın daha mükemmel, daha mutlu, daha zengin, daha güzel olduğu yerlere…

Ne yapsam, ne düşünsem mesafeler biraz daha açılıyor… Açılan mesafeler ömrümü sonsuz parçalara bölüyor… Açılan mesafeler kalbimi sonsuz parçalara bölüyor… Bir yanım burada kaybetmişlerle, tutunamayanlarla, dışlananlarla, çaresizliğimle kalıyor; bir başka yanım buraları unutmaya çalışıp uzaklara, mutluluğa, zenginliğe, daha güzel olduğunu sandığım yerlere arzulanıp, oralara yetişmeye çalışıyor…

Nasıl bir parçalanmadır ki, bu hem burada, bütün kaybetmişlerle, tutunamayan, dışlanmış insanlarla birlikte aynı ortak kaderi paylaşıp bir başka yere gitmek isterken, bir yanım buradan uzaklara; daha zengin, zengin olduğu için mutlu ve korunaklı bir hayata gidenlerle birlikte olmak istiyor…

Ben en çok hangisiyim?.. İşte bu soruyu sorar sormaz o derin korku başlıyor… Sistemi değiştirmeye kalkışmadan önce bu derin korkumu anlamalı,, bu parçalanmışlığımı gidermeliyim, biliyorum….

Gazeteler, televizyonla çocuğu ikinci sınıf bir insan olmasın diye Amerika’da doğum yapan bir anneden söz ediyor… Anne, çocuğum vizelerle, engellerle karşılaşmayacak, kendisini kanıtlamak için çok fazla uğraşmayacak, diyor…

Bu anne gibi, bu genç kadın gibi düşünmüyorum. Ülkemi sevdiğime inandırıyorum kendimi. Vizelerin canı cehenneme, kimselere kişiliğimi kanıtlamak zorunda değilim ben, diyorum… Beni kabul etmeyen, beni insan yerine koymayan yerlere asla gitmem, diyorum… Ama içime derin bir şüphe düşüyor o an… İkinci sınıf insan olmanın anlamını düşünüyorum… Kendimi dünyanın gelişmiş ülkelerinde, o ülkenin insanları arasında; parasız, mülksüz, kimsesiz bir Türkiyeli olarak düşünüyorum… Kızgın bir damga gibi…

Uzakları, daha güzel, daha zengin, daha mutlu hayatları özleyip, istediğim an, alnıma vurulmuş bu kızgın damganın acısını hissediyorum…

Sadece Avrupa’da, Amerika’da değil, kendi ülkemde bile bana kızgın damga vuruluyor… Hangi seçkin okulu bitirdiğim soruluyor… Kaç dil bildiğim… Yurt dışında eğitim görüp görmediğim soruluyor… Ben ülkemde, ülkemin okullarında, bin bir sorunla, bin bir aksaklıkla boğuşurken, tam ayaklarımın üzerinde biraz olsun doğrulmaya çabalarken bana eğitimini yurtdışında tamamlayan insanların kazandığı ayrıcalıklar, onların önlerine açılan sonsuz olanaklar hayranlıkla anlatılıyor…

Biz burada, bu ülkede olmadık sıkıntıları aşmaya çalışırken, onlar her defasında ve hiç beklemediğimiz bir anda, boşuna uğraşmayın, biz çok uzaklardayız, bize yetişemezsiniz, bizim gibi olamazsınız; biz seçkinleştikçe, biz kazandıkça siz dışlanacak, durmadan kaybedeceksiniz, diyecekler bize…

Onlar bizi bu hayatta durağan ve donmuş kıldıkça başardıklarına ve uzun bir yol aldıklarına daha çok inanacaklar… Bizim kaybedişimizle varolacaklar onlar… Bizim geride kalma korkularımız, çektiğimiz ıstıraplar, aşamadığımız sorunlar onların hayatlarını doğrulayacak… Tamamen yok edebilecek olsalar, anlamı kalmayacak varlıklarının… Bizi bu halde tutmak istemeleri bu yüzden işte… Ve durmadan bizim gecikmişliğimizle, çırpındıkça kaybedişimizle, alınlarımıza basılmış kızgın damgalarımızla alay edecekler…

Bizler bizi durmadan aşağı çeken bu ülkenin ekonomik çarkları arasında savrulup dururken, onlar özel günlerini kutladıkları Çırağan Palace’da Boğaz’ın görkemli güzelliğini seyredip, New York’u hayal edecekler, hayalleri ansızın tutkuya dönüşecek… Bu tutkuyu, bu susuzluğu bir an önce yatıştırabilmek için ertesi gün bir Concorde uçağıyla kâbeleri olan New York’a havalanacaklar… Ve New York’u hiçbir kentle kıyaslanmayacak kadar farklı bulacaklar… Orada dünyanın hakimi gibi hissedecekler kendilerini… Bir gökdelenin çok özel döşenmiş süit dairesinde ışıklarla kamaşmış New York gecelerinden birini seyrederken Paris ve Londra bile onlara köyden farksız görünecek; büyülendikleri bu görkemli, bu muhteşem görüntüyle kıyasladıklarında İstanbul’un ancak bir mezra olabileceğini düşünecekler…

Elde ettikleri bu ayrıcalık, bu hakimiyet bir süre sonra onlara yetmeyecek, bunu biraz daha pekiştirebilmek için New York’un en yüksek binalarından biri olan Donald J. Trump kulesinde milyon dolara satışa sunulan muhteşem dairelerden birini almak isteyecekler…

Paranın peşinden amansızca ve durup dinlenmeden koşturup, bu koşuşturma sırasında hayatımızla birlikte onurumuzu kurtarmaya çabalarken, ama ne tuhaf ki her ikisini de kaybetmeye doğru sürüklenirken onlar sınırlı sayıda üretilen kimi ürünleri elde etmenin yollarını arayacaklar…

Biz biraz olsun paraya sahip olup o parayla hayatımızı ve onurumuzu kurtarmaya çalışırken onlar tüm dünyada sadece dört bin adet üretilen ve sadece seksen beş adedi Türkiye’ye ithal edilen ve seri 

Dolmakalemler, zeytinyağları, takım elbiseler, vazolar, akla gelen her şey kendilerini biraz daha özel ve ayrıcalıklı hissetsinler diye sınırlı sayıda üretiliyor çünkü… Gittikleri sinemada ithal malı şampanya ikram ediliyor, kartlarına sahip oldukları mağazalara uğrayıp üzerlerine birşeyler bakmak istediklerinde firmaya ait araba özel şoförüyle birlikte evlerine kadar gönderiliyor…

250 bin dolarlık 4x4 jeeplerinde dolaşırken yollarda yürüyen, duraklarda bekleşen insanlara küçümseyerek bakıyorlar…

İstanbul’da hava kapalı ya da soğuksa farklı bir iklim yaşamak için jet uçaklarıyla Antalya’ya akşam yemeği yemeye gidiyorlar…

Televizyonlar onların eğlence dünyalarını gösteriyor, gazeteler onların yeni yılı hangi ülkede geçireceklerini yazıyor…

Tiksinti ve nefret dolu bir büyülenme ile seyrediyorum onların hayatlarını… Can sıkıntısı ve hasetle… Hayatı bir kanser gibi saran bu adaletsizlik herkes gibi beni de zehirliyor…

Ve onlar karşıma ne zaman çıksalar, içimden yoksulluğa batmış bu ülkede böylesine zengin, böylesine ayrıcalıklı olmak büyük bir suçtur, derin kötülüktür diye bağırmak, taşıdıkları bu suçu hatırlatmak için onları kıyasıya sarsmak, sarsmak geliyor içimden onları… Onları öfkeyle sarsarken içimdeki zehirden, içimdeki nefret ve tiksinti dolu büyülenmeden kurtulmak istiyorum.

Çünkü hayatlarında, o ayrıcalıklı, özel dünyalarından sızan imkanlar, hazlar ve o vaatler derinleştiriyor bu büyülenmeyi…

Bu büyüleniş bölüyor ömrümü sonsuz parçalara… Bu büyüleniş bölüyor kalbimi sonsuz parçalara… Bu büyüleniş benliğimi kompartımanlara ayırıyor… Bir yanım eşitlikçi, demokrat, adaletten yana; öbür yanım tiksinti ve nefret dolu büyülenmeyle hep uzaklara yetişmeye çabalıyor…

Uzaklardaki o zenginlik düşleri,  o hazlar, o vaatler, bir gün yaşamayı umduğumuz o ayrıcalıklar yüzünden kim bilir ne çok baskıya, itilmişliğe, ne çok zorbalığa boyun eğmişizdir…

İşte asıl bu parçalanma onların suçlu ve kötücül hayatlarını haklı ve meşru kılıyor…

İşte bu yüzden yılbaşı gecesi Taksim Meydanı’ndaki o lüks otelde eğlenenlere bağırıp çağıran, otelin camlarına taş atan o öfkeli, kara kalabalıkta kendimi aradım…

İçimde yıllardır taşıdığım ikiyüzlü nefret ve tiksinti dolu büyülenme onlarda da vardı çünkü… Camlara taş atıp, içerdekileri yuhalarken, sizin yüzünüzden bu hale geldik, diyorlardı… Otelin içinde eğlenenleri doğruluyordu bu öfke dolu yakarışlar, çığlıklar…

Dışardakiler içerdekilerin o suçlu ve kötü dünyasına karşı değillerdi; sadece dışarıda olduklarına isyan ediyorlar, içeri alınmak için istiyorlardı… İçeri alınsalar belki de bütün öfkeleri bitecekti… İşte asıl sorun buydu… İçeri alındığımızda ansızın sönen öfkemizdi asıl sorun… İçeri alındığımızda karşı çıktığımız şeyle bir anda uzlaşıp barışmamızdı…

Kim bilir… O otele bir gün, girebilme adına kim bilir aramızdaki kaç kişi anında vazgeçerdi öfkesinden… Ama yakındır… Şehrin kalbine doğru öfkeli ve sıcak bir kanın akmaya başlaması yakındır…

Ama bu kan lüks otellere ne olursa olsun alınmak istediğinde, suç ve kötülük dolu hayatlara karşı çıkmayıp onlardan pay istemeye kalktığında, dünya bugün olduğundan daha kötü olur…

Suç ve kötülük kurşun geçirmez camların ardında eğlenen insanlarda değil sadece… Suç ve kötülük tek tek hepimizde… Çünkü hepimiz aynı zincirin halkalarıyız…

O öfkeli ve sıcak kan şehrin kalbine doğru akadursun.

O kanda, o kalabalıkta kaç kişi hazır önce kendini yıkmaya…

Bu suçu ve kötülüğü içimizdeki o şey var etti: O tiksinti ve nefret dolu büyülenme…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi