Onu hatırlamaya mecbur olduğumu bilmiyor

Beni koşulsuz ve ömrü boyunca seveceğini söyleyen sevgili bir gün yorulur ve artık bir başkasına sunduğu sevgisini ona, uzak bir şehre götürmeye karar verir.

Dün, beni derin duygularla sevdiğini söyleyen bir kadına karşı, kabuğuna gizlenen, korkak, hatta ruhsuz biri gibi davrandım... Hatta tedirginliğimi, korkaklığımı bana hissettirdiği için öfke bile duydum ona... Sebebi belliydi: Bu kabuğuna gizlenen, korkak, sevgi yeteneksizi birini nasıl bu denli gözü pek, bu denli koşulsuz duygularla sevdiğini söyleyebilirdi ki o... Görmüyor muydu hâlimi, hissetmiyor muydu beni kendimle bir türlü örtüştürmeyen etrafımdaki derin boşluğu? Her gün defalarca lanetler yağdırdığım, başkalarından utançla gizlediğim bu sevgi yeteneksizi varlığı nasıl sevebilirdi...

Beni sevmekte ısrar ederek, bana verdiği acı ve sıkıntının farkında da değildi anlaşılan!..

Üstelik bütün korku ve kaygılarıma aldırmadan, hatta bütün bunlardan sevgisine ve varlığıma ilişkin gizemli duyarlılık payları çıkarttığını ileri sürmesi beni iyiden iyiye geriletiyor; çevremdeki boşluğu biraz daha büyütüyor; kendimle buluşmamı sağlayan bütün çıkış yollarını kapatıyordu...

Aslında o beni, sevgisiyle yukarıya, günlük hayata, olup biten her şeye anında, hemen, oracıkta tepki vermeye çağırıyordu. Birisine araba mı çarptı, hemen o yaralıyı kucaklayıp hastaneye götürmeye; birisi birisine bıçakla mı saldırdı, üstüne mi yürüdü, hemen ayırmaya, olayı kimin başlattığına dikkat edip gerekirse mahkemede tanıklık yapmaya; komşularla dayanışmaya; çocuk büyütmeye; karşı apartmandaki gözleri görmeyen adama roman okumaya; yan dairedeki yatalak kadına ilaç ve moral taşımaya çağırıyordu...

Oysa ben, çok istesem de bunların hiçbirini yapamam. Elimden gelmez, beceremem. Ben, istesem de hiçbir şeye müdahale edemem; sadece önümde, çevremde olup biten her şeye maruz kalırım. Dayak yiyen adamın kendisini elleriyle, kollarıyla korumasına; bıçaklanan adamın, yandım anam, diye bağırışına; yaralılara yardıma koşan insanların ayak seslerindeki telaşlı ve abartılı sevecenliğe; yatalak kadını ziyaret edip çıkarken, kadının minnetle gülümsemesinin usul usul ve hüzünle sönüp tamamen donmasına; mahkemede verilen ifadelere değil de ifade veren insanların sanki başka bir gezegenden düşmüşlercesine o yabancı ve ürkek ifadelerine; tam bu esnada, orada yaşanan bütün bu gerginlik ve korkulardan uzakta yalanan bir kediye; güneşin, mahkeme camlarındaki tozlu kırılmalarına ve o anda bahçede top oynayan çocukların uzun yıllar öncesinden gelen, solmuş bir sevincin içimi acıtan seslerine; kendisine roman okunan kör adamın, çevresinde kimsenin görmediği yaratıklar varmışçasına belirsiz ama güçlü ifadelerle etrafı izlemesine maruz kalırım...

Çünkü en dalgın, en silik, en beceriksiz tanığıyımdır, önümden hızla gelip geçen bu gündelik hayatın... Sadece kimsenin çekmeye gerek görmediği garip, işe yaramaz fotoğrafları art arda çekip, belleğimin gizli bölgelerine kaydeder dururum. Sonra ruhumun mağarasına çekilirim usulca... Ve orada, tarihlerinden ve yurtlarından kopan yüzlerin, seslerin, acemiliklerin, dikkate değer görülmeyen davranışların, ancak ters ışıkta bir anlam taşıyan gizemli çelişkilerin üzerine gümüş yağmurlar yağar usulca, belli belirsiz...

Susar, hareketsiz seyrederim, yeryüzünde sır vermeyen zamanın parmaklarından sızan gümüş yağmurunu...

Çünkü sonunda yaralılar iyileşir, hapishaneler dolar boşalır, çocuklar büyür, yatalak kadınlar ölür, komşular taşınırlar...

Beni koşulsuz ve ömrü boyunca seveceğini söyleyen sevgili bir gün yorulur ve artık bir başkasına sunduğu sevgisini ona, uzak bir şehre götürmeye karar verir.

Otobüsün camına yasladığı bitkin başı hafifçe titremektedir...

Ağzının kenarından sızan belli belirsiz, masum ve ılık suda görürüm yüzümü, kendimi... Uyanmasın, dinlensin diye elimi, başıyla otobüsün camı arasına yavaşça yerleştirir, sonra da ağzından sızan ılık suyu usulca silerim. Çünkü beni mağaramda bıraktığı için ona, sonsuza dek minnet borçluyumdur...

Bu yüzden, artık onunla her yere gider, onunla bütün sevgileri, özlemleri, acıları ve coşkuları yaşarım... Onu kutsal ve sarsılmaz bir sevgiyle seven ve yaralıların hiç durmadan yardımına koşan, olayları anında gören, hemen tavır alan, mahkemede hâkimin gözlerinden dikkatli bakışlarını hiç ayırmayan, kavgaları anında ayıran; sevildiği için, buna öfkelenmek, içine kapanmak şöyle dursun yaşama dört elle sarılan ve kendine olan güveni ve sevgisi çoğaldıkça çoğalan sevgilisinin yerine koyarım kendimi...

Hatta zaman zaman garip, anlaşılmaz bir boşluğa düşüp, "Sevgilerde yetmeyen bir şeyler var, sanki bu bulutun arkasında gizli bir kapı, şu sisin ardında beni bana hatırlatan bir cümle, bir kelime var ama bulamıyorum," dediği zamanlarda ona, göremediği kapıyı gösterip; hatırlayamadığı cümleyi, kelimeyi usulca kulağına fısıldayınca gözleri birdenbire sevinçle ışıldadığında, bu, ruhumun mağarasından sızan gümüş yağmurları gibi içim aydınlatırdı.

O şimdi, beni bıraktığı mağaramda geceler boyu kaybolmuş aşk yüzlerini ve yerin üstünde hep eksik kalan ya da unutulmuş duygu hâllerini, gümüş bir yağmurun altında buluşturup birleştirdiğimi de bilmiyordur...

İstediğim anda başka ruhların davetsiz konuğu olduğumu da... Mağaramdaki ruhumun yerin üstündeki ruhumla bir türlü birleşip bütünleşemediğini de bilmiyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi