Söylesene, sana ne yaptık biz?..

Sana nasıl bakmış olmalıyız ki her zaman olduğu gibi, senin yine kendinden kuşkuya düşmeni sağlamayı başarmıştık...

Sana ne yaptık biz?..

Aramızda bir tek sen çalışırdın. Alışverişe gider, yemekleri yapar, ortalığı sen siler süpürürdün.

Bizse sadece konuşurduk... Sabahlara dek.

Birbirimizin sözünü kese kese, kimseleri dinlemeden, sadece kendimizin ne diyeceğimizi düşünerek ve durup nefes almadan, bilinçlerimizi sivriltip sivriltip konuşurduk; sonsuz ve dinmek bilmeyen bir bencillikle...

Benliğimiz sanki bir kuyunun dibinde sıkışıp kalmış ya da karanlık bir mağaranın dehlizlerinde kaybolmuş da konuşursak, hem de herkesten daha çok ve daha etkin konuşursak o sıkışıp kalmış ya da kaybolmuş benliğimizi oradan kurtarabilecekmişiz gibiydik...

Konuşurduk, çevremizde olup biten hiçbir şeyi fark etmezdik...

Sense mutfakta bir başına bulaşıkları yıkarken hâline hiç yazıklanmaz, sadece bizim söylediklerimize kulağını verirdin büyük bir dikkatle... Gurur duyardın bizimle, bizim akıcı, güzel sözlerimizin hayatın ve dünyanın sırlarını aydınlatacağını, insanların acılarına ve dinmek bilmeyen dertlerine çözüm olacağını sanırdın...

Bize ne yapsan yetmezdi sana... Kahvelerimizi yaparken, köpüklerin fısıltısını beklerken hep şöyle fısıldardın: "Onlar için daha çok emek harcamalıyım, daha çok şey yapmalıyım... Biliyorum, yetmiyorum onlara ama iyi niyetimi anlar onlar, benim... Bu kadar güzel konuşan, bu kadar güzel düşünen insanlar, benim içtenliğimi, onları her saniye düşündüğümü, üzerlerine nasıl titrediğimi mutlaka bilirler..." Ah, sana ne yaptık biz!..

Bizim o güzel, akıcı, etkin konuşmalarımızı kafanda öyle büyütür, bizi öyle yüksek yerlere koyardın ki her sabah, kahvaltı hazırlamak için hepimizden önce uyanıp bu dünyadaki kendini hatırladığında, kendinle yüzleştiğinde, aklına ilk hepimizden daha az kitap okuduğun gelirdi; kültürel yetersizliğin, o uçsuz bucaksız felsefe tarihi, klasikler, sosyalist tarih, dilinin bile dönmediği karmaşık kavramlar, isimlerini hiçbir yerde duymadığın filozoflar gelirdi aklına...

Bunları bilmediğin için, içindeki sevginin eksik olduğunu düşünürdün sen... Bizi, kendini ve hayatı hep gerektiğinden daha az sevdiğini ve bize, kendine, hayata karşı hep eksik hissederdin... Uyanır uyanmaz, hayat yüzüne çarpardı... Sendeletirdi seni. Uyandığında seninle beraber uyanan bu derin utancını bastırabilmek için bütün gücünle işine verirdin kendini...

Sobayı yakar, bakkala gider, çayı hazırlar, sofrayı mükemmel bir şekilde donatır, sonra da bizi hayatın sırlarını aydınlatır gibi büyük bir özenle ve sevgiyle uyandırırdın... Söylesene, sana ne yaptık biz!..

Bir akşam biz yine sonsuz ve dinmek bilmeyen, kışkırtılmış arzularımızla konuşurken, sen yine mutfaktan bizlere bir şeyler taşıyordun. Konu bir ara, üniversitelerdeki faşist öğrencilere gelmişti...

Durup dinliyordun bizi, bir taraftan da masamıza tabakları yerleştiriyordun.

Sonra ansızın; "Biliyor musunuz, arkadaşlar?" diye lafa girdin. "Ben, bu faşist dediklerinize çok acıyorum, üzülüyorum onlara, neden böyle yanlış şeylere inanıyorlar, onları ikna etsek, mesela bir akşam birkaçını bu eve getirsek, konuşsak, düşüncelerinin yanlış olduğunu söylesek, onlar da bizlere katılsalar, ne iyi olur!.."

Evet, sen bunları söylediğinde, sanki bulunduğumuz odaya bomba düşmüş gibi olmuştu...

Şaşkınlıkla sana bakıyorduk... Faşistlere üzülmek, onlara acımak, öyle mi!..

Üstelik onları buraya, evimize çağırmak...

Durmadan bize yemek hazırladığın, bulaşık yıkadığın mutfakta yalnız kala kala çıldırmış olmalıydın...

Bir faşiste acımak, ancak çıldırmış olanların aklından geçebilirdi...

Sana nasıl bakmış olmalıyız ki her zaman olduğu gibi, senin yine kendinden kuşkuya düşmeni sağlamayı başarmıştık...

Söylediğine hemencecik pişman olmuştun, çoğu zaman olduğu gibi... "Kusuruma bakmayın," dedin. "Ben sizin gibi bilgili değilim, düşünmeden konuşuyorum işte... Ne olur, anlayış gösterin!.."

Evet, işte hep böyleydi; evin bütün işlerini sen yapardın, bir tek sen çalışırdın ama sadece biz konuşurduk, biz fikir yürütürdük; hayat, insanlık ve bu koca dünya hakkında...

Sen kırk yılda bir konuştuğunda, bize göre mutlaka yanlış bir şey söylerdin; hiç olmayacak, tuhaf, akla hayale gelmeyecek şeyler söylerdin… Bu yüzden, senin susup hiç fikir yürütmeden, sadece çalışmanı isterdik, sessizce… Hiç lafa karışmadan...

Ama bir gece çok korkunç bir şey oldu; işte o zaman seni ve kendimizi yeniden düşündüm…

Hep birlikte bir filme gitmiştik. Filmin adı "Venedik’te Ölüm"dü… Thomas Mann’ın o mükemmel romanından uyarlanan o görkemli film…

Hepimiz gibi sen de etkilenmiştin filmden… Film biter bitmez, gözlerin dolu dolu hepimize dönerek: "Ne kadar güzel bir film bu, inanın çok etkilendim, ne iyi yaptınız da beni çağırdınız, sağ olun! Ben bu filmi artık hayatım boyunca unutamam," demiştin… O an, tıpkı faşistlere acıdığın gün gibi ya da biz konuşurken araya girip bizce garip sözler söylediğin anlarda olduğu gibi tuhaf, anlaşılması güç bir suskunluk olmuştu aramızda...

Bizim gibilerin çok beğenip çok etkilendiği bir filmden, senin gibi biri nasıl böylesi hayranlık dolu sözlerle bahsedebilirdi...

Sen bizim gibileri nasıl olur da kendi beğeni düzeyimizden kuşkuya düşürürdün...

İşte bu suskunluk ve ardından sana yönelen bu yadırgayıcı ve küçümseyici bakışlardan anladım ki her ev, her arkadaş grubu bir devlet, bir sistemdi.

Anladım ki her evde burjuvalar ve proleterler vardı... Her arkadaş grubunda, egemenler, soylular ve köleler vardı…

Anladım ki neden yana, neye karşı olursa olsun her aile, her ilişki, her arkadaş grubu, kendi burjuvalarını, proleterlerini, kendi soylularını, kölelerini oracıkta, hiç konuşmadan, garip ve sessiz bir anlaşmayla, hemencecik yaratıveriyordu...

Sen bizi, bizim kendimizi ve birbirimizi sevdiğimizden daha çok severken, seni gönüllü kölemiz, seni emeğine mahkûm proleterimiz yapmıştık aslında... Ve bundan pek de rahatsız değildik...

Anladım, burjuvalara, krallara, soylulara karşı olduğunu söyleyen biz sahte burjuvalar, sahte krallar, sahte soylular kadar tehlikelisi yoktu!..

Ah, sana ne yaptık!..

Canım, canım benim!..

Sana ne yaptık!.. En fazla gecenin bir yarısı telefon açıp, sen tam karşılıksız kalan sevgilerin, inceliklerin yüzünden zehirlenirken, "Biraz daha dayan, hayat aslında çok güzel, yaşamalısın," demekten başka sana ne yaptık!..

Ah, söylesene, sana ne yaptık!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi