Yanlışlardır bizim asıl sevgimiz

Ama ben balıkçı kulübelerinin olduğu yere, o ney sesini dinlemeye hep gittim… Çünkü ney sesi benim için acı çeken nefestir…

Genellikle o balıkçı kulübelerinin olduğu ağaçlık yerde buluşuyorduk… Ne zaman buluşsak o büyükçe barınaktan gelen o neyin sesini hep duyuyorduk… Ve ben o sese ne zaman dalıp gitsem, o da sesin geldiği yere biraz ürküntü, ama en çok hayranlıkla bir süre bakıyor, sonra birden beni oradan uzaklaştırıyordu…

Sanki uzun yıllar önce kaybettiği kendisini yeniden bulmuş gibiydi… Ama yıllar sonra bulduğu o kişiyi bir türlü tanıyamıyor, bu yüzden durmadan değiştirmeye uğraşıyordu kendisini… Sık sık saçının rengini değiştiriyor, bazen renkli lensler takıyor; kimi kez koyu renkli uzun elbiseler, uzun etekler giyiyor; sonra birden açılıp saçılıyor, kısa, albenili etekler, uzun topuklu ayakkabılar giyiyordu…

Bazı günler yaşadığı her anı bütün ayrıntılarına dek planlamak için çırpınıyor; kurslara yazılıyor, derneklere üye oluyor, projeler yapıyor, onu geliştireceğini tahmin ettiği yeni ilişkiler kurmaya çalışıyordu. Böyle zamanlarda hayatı her an kaçacak ve bir daha onu asla yakalayamayacağı bir tren gözüyle görüyor, korkunç sabırsız ve aceleci gözüküyordu… Eğer o treni kaçırırsa herkesin ondan hesap soracağını ve bunu kaldıramayacağını hissediyordu…

Ama ne oluyorsa oluyor ansızın yapmak istediği her şeyden vazgeçiyor, parasını ödediği kurslara gitmiyor, hayranlıkla anlattığı projelerini aptalca buluyor, üye olduğu derneklerin önünden bile geçmiyor, yeni tanıdığı insanları çürümüş ve güvenilmez buluyordu… Bu kişiliğe büründüğü zamanlarda ya günlerce eve kapanır ya da geceleri bile siyah gözlüklerle dolaşıp intiharı savunurdu… Böyle zamanlarda filozof Cioran’ın bir sözünü tekrarlayıp dururdu: İntihar eden bir ayakkabı tamircisi, yaşayan bir şairden daha soyludur… Şair, derken gözlerime o hastalıklı ışıkla daha anlamlı bakıyordu…

Bir gece boynunda bir haçla gelmişti yanıma… Günlerdir İncil’i okuyormuş, gerçek kurtuluş oradaymış… Gerçek saflık… İnanmak, teslim olmak gibisi yokmuş… Bütün bir gece bana İsa’nın mucizelerini anlatıp durdu… Körlerin gözünü nasıl açtığını, binlerce aç insanı tek bir balık ve kuru bir ekmekle nasıl doyurduğunu…

Bir iki hafta geçti, geçmedi bu defa boynunda haç yoktu, ama kızıl bir fular vardı… Bana bütün bir gece Grup Yorum dinletti… Bu adaletsiz sistemi, oligarşiyi yıkmaktan söz etti…

Birkaç gün sonra her şeyin anlamsız olduğunu, Hindistan’da Nepal’de bir manastıra kapanacağını ve yıllarca oradan çıkmayıp özbenliğini, asıl gerçeğini arayacağını söyledi… Çok geçmedi, bu defa Amerika’da bilgisayar ve internet eğitimi üzerine bir burs kazandığını söyleyip bana veda etmeye geldi. Artık iç dünyasıyla pek uğraşmayacağını, özbenliği üzerinde düşünüp yoğunlaştığında lanetlendiğini; sonuçsuz şeylerle zaman kaybetmeyip çağa uyum sağlamak gerektiğini, insanın asıl gerçeğinin yaptığı üretimler olduğunu söylüyordu… Birkaç zaman sonra gelip, Amerika’dan ve bilgisayardan nefret ettiğini anladığını, Kürtlerin ezilmişliğinden dolayı çok üzüldüğünü anlatmaya başladı… Sanki hiç bilmiyormuş, hiç duymamışım gibi Doğu’daki insanlara yapılan eziyetlerden, baskılardan bahsedip durdu… Sonra da birden ben dağa çıkacağım dedi, Sen bilirsin deyip sustum, başka da hiçbir şey demedim… Bir gün, dağa çıkmaktan vazgeçtiğini söylemeye geldi… Hayatın gerçeği göçebe olmakmış, onu keşfetmiş; gezgin bir çingene grubuyla uzaklara gidecekmiş…

Ama benim için asıl acısı hiçbir şey söylemeden günlerce ortadan kaybolmasıydı…

Sonra bir gün, ondan tam umudumu kesmişken ansızın ortaya çıkardı… Telefondaki sesi hep paramparça olurdu… Hıçkırıklarını gizlemek için kesik kesik konuşurdu… Hep, nerdesin derdi, nerdesin, neredeysen oraya gelmek istiyorum… Balıkçı kulübelerinin olduğu yere gelmesini isterdim. O ise hayır, oraya gelmek istemiyorum, hazır değilim oraya, ne olur başka bir yerde buluşalım, derdi… Bense ısrar ederdim, çünkü orada başka bir şey vardı, başka bir sır… Onu tahammülsüz bir acıyla bekleyişlerimin; onun ansızın kaybolup gitmelerinin anlamı sanki hep o buluştuğumuz yerde gizliydi… Ve o kara gözlükleriyle gelirdi oraya… Ben aşkını getirsin isterdim oraya, ama sonsuz yasını getirirdi… Yoksul ve kimsesiz bir ayışığında görürdüm yırtılmış dudaklarını; o kara gözlükleri bile saklayamazdı morluklarla ve derin izlerle yüzünü… Ne oldu sana, kim seni bu hale getirdi, diye sormama bile izin vermezdi çoğu kez; sus ne olur bir şey sorma, derdi… Öylece uzaklara, ağaçların arasından akan dereye, derede yansıyan ayın hüzünlü ışığına bakıp saatlerce susardık… Ve bu anlarımıza hep o ney sesi eşlik ederdi… O kendi kanına batmış heves… O bütün yitik hayatlara tutulan yasın soylu sesi eşlik ederdi… Demiştim ya, onun bu sesle ilişkisi çok farklıydı. Onu duyar duymaz toparlanıyor, göğsü hızla inip kalkıyor, sanki soluksuz kalmış da dünyanın son oksijeni, son soluğu sesin geldiği yerdeymiş gibi oraya dönüyor ve döndüğü yerden durmaksızın tuhaf titreyişler içinde derin derin nefesler almaya başlayıp her şeyden kopuyordu. Böyle anlarda ona tek bir sözcüğüm ulaşamaz, uçup giderdi… Ama ne tuhaftı ki, en gerçek zamanlarım onunla birlikte olduğum anlardı… Öyle derin, öyle sahici bir acı katmıştı ki içime, artık kimseyle ve en çok kendimle eskiden olduğu gibi gelişi güzel, yüzeysel bir ilişki kurmuyor, ezbere, otomatik olarak konuşuyordum… Niye bilmiyorum, onunla birlikte mahvolmak düşü bile bana haz veriyordu…

Yine ansızın kaybolduğu günlerdi… Çok düşünürdüm böylesi günlerde… Hasrete hiç alışılmıyordu… Umutsuzluk kadar, aşk kadar, bize bu ıstırabı durmaksızın hissettiren hayat kadar uzun ömürlüydü bu keskin acı… Sonra yine bir gün aradı… Telefondaki sesi bu defa öncekilerden farklıydı… Sanki sakladığı her şeyden yorulmuş, kendinden ve çırpınıp çırpınıp sonunda kaybetmekten bıkmış gibiydi sesi: Çok kötüyüm, kaldığım otelin adresini ve oda numarasını veriyorum, buraya gel, gel ve o çok sevdiğin insanı gör, diye inledi adeta… Aksaray’da bir oteldi burası… Hayatını fahişelik yaparak kazanan Romen ve Rus kızlarının götürüldüğü bir otel… Resepsiyondaki adamın, durun, nereye çıkıyorsunuz, demesine aldırmadan, her şeyi göze alan ölümcül, ama ne gariptir ki haz dolu bir öfkeyle, kirli ve kırmızı kadifelerle kaplı merdivenleri adeta üçer, beşer adımlarla çıkarak odasının kapısına vardım. Kapıyı birkaç kez vurdum ve gözlerimde o beyaz gülümsemesini içimde hissederek adını bağırdım… İçerden belli belirsiz sesini duydum… Ağır hareketlerle anahtarı çevirdi, o kapıyı henüz aralamışken, itip hemen içeri girdim. Çırılçıplaktı ve ayakta duracak hali yoktu… Sarılıp öpmek istedim, izin vermedi… Yatağa uzanıp, üzerine kirli bir nevresim çekti… Nevresimi üzerinden hızla çektim… Neredeyse bütün vücudu morluklar ve hoyrat izlerle doluydu… Bir şey sormama izin vermeden, ne olur sarıl bana dedi, sarıl… Ona sımsıkı sarılıp, sessizce akan gözyaşlarını sonsuz bir susuzlukla öperken yan taraftaki odalardan parayla kiralanmış, kadınların sahte inleme sesleri geliyordu… Bu inleme seslerine isterik kahkahalar, çığlıklar karışıyordu… Bu sesleri duymamak için ona daha da sıkıca sarılıyor, başımı göğsünde kaybetmek istiyordum… Bir ara gözlerini aralayıp sanki ilk kez bana bakıyormuş gibi bir süre seyretti beni, sonra da, her şeye rağmen seviyor musun beni, görüyorsun ne kadar aşağılık bir kadınım ben, gözünle gördün, söyle o zaman, beni yine de seviyor musun, söyle… Elimle dudaklarını kapatıp öpmeye çalıştım, ama izin vermedi, hırçınlaşmıştı, bütün güzüyle itti beni… Usulca geriye çekilmiş acıdan ve umutsuzluktan deliye dönmüş ve günlerdir yaşadığı kirli hazlardan solmuş gözlerine bakıyordum. Gözlerimi gözlerinden ayırmıyordum… O ise artık bana hesap sormaktan yorulmuştu… Gözleri yarı açık, artık sadece sayıklıyordu: Söyle… Her şeye rağmen mi… Söyle, her şeye rağmen mi, biliyor musun, ben erkeklere doymuyorum, hani önlerindeki o şey var ya, o kocaman şey, ben işte ona doymuyorum… İçim yanıyor, dayanamıyordum böyle yapmasına, yalvarırım sus, diyordum ve sarılarak, ellerimle ağzını kapatmaya çalıştım… Ağzını örten elimi sertçe itip dünyanın en eski suçunu, acıdan donmuş sesiyle fısıldadı; biliyor musun ben ilk kez babamla seviştim… Beni kendisine aşık etti… Ben ilk kez ona inandım, ona vuruldum… İlk kez girdi benim ruhuma… Ve sonra ruhum hep onda kaldı. Babamdır beni bedenimden kopartan. Sevgim onda kaldı, sonra hiçbir şey demeden çekip gitti ve bana bir tek bu aşağılık, bu doyumsuz, bu kirli bedeni bıraktı… Sonra yeniden sarsılarak ağlamaya başladı: Nefret ediyorum bu bedenimden, bu yüzden onu isteyen herkese sunuyorum, onu herkesin aşağılamasını, kirletmesini istiyorum… Bir kişiliğim hiç olmadı benim… Hiçbir şeye bağlanamıyorum, hiçbir şeye inanamıyorum… Her şeyim onda kaldı, bu yüzden yaşamıyorum ben, hiç yaşamıyorum… Evime götürdüm sonra onu… Haz düşkünlüğünden bütün acıma duygularını yitirmiş erkeklerin, o kırılgan vücuduna bıraktıkları hoyrat izlere, morluklara kremler sürdüm… Neresine dokunsam acıyla inliyordu, ağrıları dayanılmazdı. Bir ara bana düşmanca bakmaya başladı ve birden toparlanıp, bırak beni, dokunma bana, gitmek istiyorum, sen de onlar gibisin diye bağırmaya başladı… Omuzlarından hafifçe tutup, dur, nereye gidiyorsun, bu halde bir yere gidemezsin, deyince de, bana birden yabancılaşıp, sanki başka bir boyuta geçti, yatakta korkuyla büzülüp ve elleriyle yüzünü koruyarak, olanca haykırışıyla: Vurma bana, yalvarırım vurma… Ne olur vurma bana, diye yalvarmaya başladı… O, bana ne olur vurma, dedikçe, ben onun korunaksız, o şefkatte aç başına sarılıp, saçlarını delice bir susuzlukla öperken, karanlık arka odalarda, iğrenç otellerde geceler boyu maruz kaldığı tecavüzlerin o dayanılmaz görüntüleri içimden söküp atmaya kovmaya çalıştım… Bir ara yatışır gibi oldu… Çırpınışları dindi… Onu her şeyden koruyacak bir uykuyu aradı yaralı düşleri. Ama çok geçmeden birdenbire toparlandı… Gözlerime gerçeküstü bir zamandan bakar gibi baktı: Bırak öpme saçlarımı, sana beni öpmen için izin verdim mi, deyip yeniden daldı o paramparça uykusuna… Başucundan hiç ayrılmadan uykusunda seyrettim onu, ruhum babamda kaldı, benim bir kişiliğim yok, bu yüzden ben yaşayamıyorum, diyen bu kadına beni bağlayan kaderimi düşünerek seyrettim… Hep gerçeklerden kaçıp, hiçbir bedel ödememek için durmadan düşlerime sığındığım ve hep hayaletlerin peşinden koştuğum için, sen iyi kalpli bir kötüsün deyişini düşünerek seyrettim… Sanki uykusunda o da beni seyrediyordu… Nitekim gözlerini açar açmaz, söz ver, dedi, en yakın zamanda orada buluşacağımıza, söz ver… Birkaç gün sonra orada buluştuk. Balıkçı kulübelerinin olduğu o yerde… Taksinin farlarında minyon, telaşlı, hırçın silueti göründü yine. Ağaçların arasından geçip yanıma gelip oturdu… Tahta barınaktan ney sesi yine geliyordu. Duyuyor musun, dedi, koluma usulca sarılarak: O ney üfleyen adam var ya, benim babam. Evet, özbe öz babam. Benim ruhum onda işte… Bu gerçeği Aksaray’daki o iğrenç otel odasında anlattıklarından beri anladığım halde, yine de içim yandı… Ama her defasında biraz daha umutsuzluğa düşsek de, cesaretimiz biraz daha kırılsa da, her şeye rağmen anlamak ve bağışlamak güzeldi… Annesi bu ilişkiyi anlayınca adeta çıldırmış ve evi terk edip, bilinmeyen bir yere gitmişti… Bunun üzerine babası o saygın mesleğinden ve her şeyden istifa edip bu barınağa yerleşmişti… Ve sadece hayatın içindeyken üflemeyi hep ertelediği neyini alıp gelmişti buraya… Bir süre babasının üflediği neyi dinledik… Sonra birden elimi tuttu ve barınağa doğru sürüklemeye başladı beni… Barınağın önüne geldik… O her zamanki ürküntü ve hayranlığıyla baktı içeri… Bir ara usulca elimi bırakıp barınağın kapısına iyice yaklaşıp, korkarak seslendi içeri doğru: Baba, beni duyuyor musun, biri var, beni çok sevdiğini söylüyor, ben de onu sevmek istiyorum, baba izin ver saçlarımı senin okşadığın gibi sevgiyle okşasın, baba özgürlüğümü ver, onu doyasıya sevmek istiyorum, ne olur izin ver bana, diye seslendi… Ney kesildi…

O yine babasına yalvarmaya devam etti: Baba, saçlarımı sevgiyle okşamak istiyor, izin verirsen beni tanımak, tanıdıkça sevmek istiyor… Ne olur izin ver bana, ben de onu beni sevdiği gibi seveyim… İçerden bir ses gelmedi… Dönüp bir an bana baktı… Ve sonra birden o beyaz gülümseyişini ve beni ona bağlayan sesini alıp koşmaya başladı… Bir süre sonra ağaçların arasından kayboldu… Ve bir daha hiç aramadı… O geceden sonra bir daha onu hiç görmedim…

Ama ben balıkçı kulübelerinin olduğu yere, o ney sesini dinlemeye hep gittim… Çünkü ney sesi benim için acı çeken nefestir… Bu nefes, hayata soluk veren ruhtur. Dudaktan kalbe geçen efsundur. Ney, bir ömre malolur. O ses kendi kanına batmış bir hevestir…

Nerde kendi hayatına ıstırap duyan biri varsa, orada ney sesi vardır… Nerede bir ney sesi duysam, orada kendim gibi yitik bir hayata vurgun olduğumu hissederim… Hem ben körler gibiyimdir… Sesler soyar beni hayatımdan… Sesler kurtarır beni benden… İçimdeki o imkânsız uzaklara hep sesimle giderim… Yanlışlardır asıl sevgimiz… Bunu bana en çok sesler anlatır…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi