Tam 70 yıl öncenin 6-7 Eylül komünist avı...

Yassıada duruşmalarının 542 sayfalık tutanakları 6-7 Eylül 1955 Pogromu'nun ardında tezgahlanan anti-komünist komployu da açıkça ortaya koyuyor.

Gazetecilik yaşamımın ilk yılında beni en çok sarsan olaylardan biri Türkiye Komünist Partisi yöneticisi ya da üyesi olmakla suçlanan 184 şahsiyetin 14 Ekim 1953 tarihinde İstanbul'da bir askeri mahkeme tarafından yargılanmaya başlamasıydı. Demokrasi ve özgürlük vaadleriyle iktidar olan Demokrat Parti'nin 13 Ocak 1951'de ünlü komünist tevkifatının başlatmasından ve 25 Temmuz 1951'de Nazım Hikmet'i Türk vatandaşlığından çıkartmasından sonra sola indirilen en büyük darbeydi...

Bir yıla yakın süren duruşmalardan sonra, 7 Ekim 1954'te, Dr. Şefik Hüsnü Deymer, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya, Vedat Türkali, Mihri Belli, Ruhi Su başta olmak üzere Türkiye'nin seçkin aydınlarından ve işçi liderlerinden 118 kişi on yıla varan hapis ve üç yıla varan sürgün cezalarına çarptırılacaklardı.

Ne var ki, anti-komünist saldırı orada da kalmayacak, bu kitlesel mahkumiyetin üzerinden bir yıl geçmeden, 6-7 Eylül 1955 soykırımı bahane edilerek adı “komünist”e çıkmış 48 kişi "tahrik ve tertip" suçlamasıyla tutuklanacaktı.

Türkiye’de Hürriyet Gazetesi’nin kışkırtıcı yayınlarıyla bir Kıbrıs histerisi başlatılmıştı. Başta İstanbul olmak üzere ülkenin her tarafında “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır”, “Rumlar ittir it kalacaktır” sloganlarıyla Rum halkının anti-kolonyalist mücadelesine karşı mitingler düzenleniyordu.

6 Eylül 1955 günü İzmir'de gazeteye her zamankinden daha erken gidiyordum, bir sendika toplantısı için hazırlık yapacaktım. Bir süreden beri Karşıyaka’ya taşınmıştık. Karşıyaka vapuru Konak iskelesine yaklaşırken kentte büyük bir hareketlilik vardı.

Sık sık tekrarlanan Kıbrıs Mitinglerinden biri sanıyordum. Tütün depolarının arasındaki dar yollardan hızla gazeteye ulaştım. Bir yandan polis-adliye muhabirleriyle ilişki kuruyor, öte yandan da Ankara’da Çetin Altan’ı, İstanbul’da Orhan Birgit’i arıyordum.

Çok geçmeden dehşet verici haberler yağmaya başladı.

Her şey, İstanbul’da yayınlanan Mithat Perin’e ait Ekspres Gazetesi’nin Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin Yunanlılar tarafından bombalandığına dair sansasyonel ve provokatif bir haber vermesiyle başlamıştı. Masum protesto gösterisi havasında başlayan eylemler kısa sürede Rumlara ve diğer dinsel azınlıklara karşı vahşice bir pogrom operasyonuna dönüşmüştü.

Gazeteden fırlayarak Kordon Boyu’nu Konak’tan Alsancak’a kadar taradım. Aklın hayalin alamayacağı bir vahşetle Türk ve Müslüman olmadığı bilinen ya da tahmin edilen kişilere ait evlere, işyerlerine saldırılıyordu. Sanki her şey önceden planlanmış, hedefler titizlikle belirlenmiş gibiydi. Basılan evlerden, mağazalardan ucuz pahalı ne varsa yağma edilip kaçırılıyordu. Alsancak’a vardığımda İzmir Valisi Kemal Hadımlı ne şiş yansın ne kebap misali bir nutukla nümayişçileri sözüm ona yatıştırmaya çalışıyor, ama pogromculara karşı hiçbir önlem uygulanmıyordu.

Akşam olduğunda bu toplu vahşetin isimsiz “kahraman”ları geriye utanç verici bir harabe bırakarak talan ettikleri ganimetleriyle mahallelerine, evlerine çekiliyordu.

Benim için en şoke edici olan da, her gün Karşıyaka vapurunda, Kordon Boyu’ndaki dükkan ve kahvelerde gördüğüm nice kendi halinde insanın bir canavar kesilmiş olmasıydı.

1955 SIKIYÖNETİMİNİN İLK HEDEFİ KOMÜNİSTLER

Yaptığı provokasyon sonucu başlayan olayların kontroldan çıkmasından paniğe kapılan hükümet hemen sıkıyönetim ilan etti, İstanbul’da 3, İzmir ve Ankara’da birer sıkıyönetim mahkemesi kuruldu ve tutuklamalar başladı. Bu DP döneminin ilk sıkıyönetimiydi.

Ne ki, tutuklananların başında ne olayları tahrik edenler ne de yağmacılar geliyordu. İstanbul’da başta Aziz Nesin, Kemal Tahir, Ratip Tahir, İsmet Selimoğlu, Emin Sekun, Ziya Tüzmen, Muzaffer Kolçak, Hadi Malkoç, Recep Yelkendağ, Tahsin Güzel, Fehmi Kurucu, Hasan Kaşarcı, Dr. Hulusi Dosdoğru, Dr. Müeyyet Boratav, Dr. Can Boratav, İsmet Selimoğlu, Faik Muzaffer Amaç, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci, Ali Ertekin, Hasan İzettin Dinamo, Mustafa Börklüce, İlhan Berktay, Suni Büyük ve Ali Akçagibi gibi sol aydınlar olmak üzere adı “komünist”e çıkmış 48 kişi tahrik ve tertip suçlamasıyla tutuklandılar.

Ancak duruşmalarda bu davanın sırf iktidarın sorumluluğunu kamufle etmek için açılmış düzmece bir dava olduğu meydana çıkacak ve tüm sanıklar üç ay sonra, Aralık 1955'te beraat ederek serbest bırakılacaklardı.

Piyango çalıştığım gazeteye de vuracak, olaylardan bir hafta sonra dönemin İzmir'deki tek muhalif gazetesi olan Sabah Postası sıkıyönetim tarafından kapatılacak, gazetenin yayın yönetmeni Orhan Rahmi Gökçe de tutuklanacaktı.

Gökçe’nin tutuklanması dramatik bir olaydı. İzmir Birinci Şube polislerinden ikisi Gökçe’yi tutuklamaya gelmişlerdi, ama niçin geldiklerini bir türlü söyleyemiyor, ağızlarında bir şeyler geveleyip duruyorlardı. Gökçe, genellikle yazılarını sabahları Konak Meydanı’na bakan bir kahvehanede, vitrinin tam arkasında kahvesini yudumlayarak yazardı. İzmir Birinci Şube Müdürlüğü ise birkaç yüz metre ilerideki İzmir Vali Konağı’nın alt katında gizemli bir yerdi. Orada çalışan sivil polisler için, her sabah kahvenin önünden geçişlerinde yazı yazarken gördükleri Gökçe İzmir’in saygın aydınlarından biriydi, onu adi suçtan aranan bir lumpen gibi tutuklamak ağırlarına gidiyordu.

Sonuçta Gökçe herbirimizle vedalaşıp polislerin refakatinde, ama kelepçe vurulmaksızın, sonraki yıllarda 27 Mayıs 1960 cuntasının liderliğini üstlenecek olan Cemal Gürsel'in başında bulunduğu Yurtiçi Bölge Komutanlığına götürüldü.

Gazeteciliğe başlayalı beri bizzat tanık olduğum ilk gazeteci tutuklamasıydı.

Sıkıyönetimin uygulamaları ne olursa olsun, ortada devlet teşvikiyle işlenmiş bir suç vardı. Tıpkı 1915 Ermeni soykırımı gibi... İzmir’de tanıdığım Rum, Ermeni, Yahudi, Levanten arkadaşlar büyük bir huzursuzluk içindeydi. Kendilerini yatıştırmak ve güven duygusu vermek için hükümet birkaç hafta sonra Bayındırlık Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nu İzmir’e gönderdi. Nazlı Ilıcak’ın babası olan Çavuşoğlu, İzmir’de yapılan bir törenle Yunan Konsolosluğu binasına Yunan bayrağı çekti.

6-7 Eylül pogromu nedeniyle komünistlerin tutuklanmasının sırf mevcut iktidarın bu konudaki sorumluluğunu örtbas etmek için alelacele tezgahlanmış bir kumpas olduğu kısa zamanda meydana çıktı.

Unutulmasın ki, 6-7 Eylül olaylarının ardından hükümet adına yapılan ilk açıklamada şöyle deniyordu: "İstanbul ve memleket esas itibariyle bir komünist tertip ve tahrikine ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır."

İstanbul'da ilan edilen sıkıyönetimin komutanı Nurettin Aknoz da gazetecilerle ilk görüşmesinde "6-7 Eylül olaylarına dair bütün yayınlarda komünistlerin suçlanması gerektiğini" söyledikten sonra, tersi bir iddiada bulunacak herhangi bir gazetenin de anında kapatılacağını vurgulamıştı.

Aknoz, 10 Eylül günü Harbiye’de düzenlediği basın toplantısında da, basına konan yasakları şöyle sıralamıştı: “Gergin günler yaşadık. Şimdi artık sinirlerin yatıştırılması lazım çok dikkatli olacaksınız. Sizden şunları istiyorum. Büyük Millet Meclisi’ndeki müzakereler halkı heyecanlandıracak nitelikte ise yazmayacaksınız. Yokluk ve kıtlık haberlerinin hepsi yasaktır. Örneğin fırınların önünde ekmek almak için sıra bekleyenlerin resimleri yayınlanamaz. Bu tür haberler ülkede panik yaratır. Hükümeti tenkit etmek yasaktır. Böyle bir şey yaparsanız gazetenizi kapatırım. Sıkıyönetim konularıyla ilgili haber yayınlayamazsınız. NATO devletleri hakkında siyasi haber, makale neşretmeyeceksiniz. NATO devletlerinin kendi aralarındaki ilişkilerle ilgili haber yayınlanması da yasaktır; yazan olursa kapatırım. 6-7 Eylül olaylarını komünistlerden başkasının yaptığı yolunda yazılar ve yorumlar yasaktır; kapatırım. 6-7 Eylül olaylarında zarar görenlerin istekleri gibi yazılar yazamazsınız. Heyecan uyandıracak haber yayını yasaktır. (…) Bu başımıza gelenler doğrudan doğruya komünistlerin hazırladığı bir hadisedir. Yazılarınızda bunu gözden uzak tutmayın. Ona göre aklınızı başınıza toplayın. İşimizi güçleştirmeyin.” (Yurtsever, 6 Eylül 2018)

6-7 EYLÜL KOMPLOSU ÜZERİNE YASSIADA'DA AÇIĞA ÇIKAN GERÇEKLER

27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra tutuklu DP iktidarı yöneticilerini yargılamak üzere Yassıada'da kurulan Yüksek Adalet Divanı'nda 6-7 Eylül Olayları'ndan sorumlu sayılan Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da dahil 10 kişi hakkında bir dava açıldı.

19 Ekim 1960'da başlayan ve 5 Ocak 1961'de Menderes ve Zorlu'nun 6 yıl, İzmir Valisi Kemal Hadımlı'nın 4,5 ay hapis cezasına çarptırılmasıyla sonuçlanan bu davanın 542 sayfa tutan tüm duruşma tutanakları TBMM Kütüphanesi tarafından herkesin erişimine açılmış bulunuyor:

https://acikerisim.tbmm.gov.tr/items/40085ae4-8ef9-4b30-8c78-ccdb61da47e6

Bu duruşmalar sırasında bizim gazetenin yayın yönetmeni Orhan Rahmi Gökçe de tanık olarak dinlenmiş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı'nın olaylar sırasında saldırgan güruha hoşgörülü tutumu üzerine benim gözlemlerimi de mahkeme heyetine anlatmıştı.

Tutanaklardan, 6-7 Eylül olayları sırasında İstanbul Milli Emniyet Şefi olan Cemal Sancak'ın, olaylar sırasında Başbakan Yardımcısı olan Fuat Köprülü'nün dayatmasını anlatan ifadesini aynen alıntılıyorum:

SANCAK: Efendim, hadisenin ertesi günü Vilayete çağrıldığımı bildirdiler. Vali odasının kapısında Alaettin Eriş, Başsavcı Hicabi bey bulunuyordu. Menderes her üçümüzü çağırdı. "Fuat Köprülü bey sizinle görüşecek" dedi. Fuat Köprülü bizi alıp küçük bir odaya götürdü, "Hadisenin mahiyeti nedir?" dedi. Biz kendisine vak'ayı anlattık. "Bir milli galeyandır" dedik. "Hayır, bu bir komünist tertibidir. Başvekil ve benim kanaatım budur" dedi. Ben de, böyle bir komünist tertibi olsaydı vazifemiz icabı evvelden haber almamız lazım geldiğini, bu hususta hiçbir haber almadığımızı söyledim. Fakat, kendisinin emri bu idi, buna nazaran, müseccel komünistlerin sicillerini hazırlattırıp tevkif ettireceklerini söyledi.

BAŞKAN: Komünistlerin listesini herhalde bilirsiniz.

SANCAK: Evet-efendim; esasen teşkilatın vazifesi budur. Nitekim, bütün arkadaşları topladık, "Hükümetten böyle emir aldık, şimdiye kadar bu hususta bir haber almış değiliz. Pek zayıf bir ihtimal ile atlamış olabiliriz." dedik. Bu sebeple bütün mesaimizi bu işlere teksif ettik. Yapmış olduğumuz bütün araştırmalar neticesinde komünistlerin bu işte bir rol oynamadıkları neticesine vardık.

Yine Yassıada'daki duruşmalar sırasında, bizzat Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın 6-7 Eylül olaylarını üç gün önceden nasıl öngördüğüne dair bir ifade büyük önem taşıyor.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 3 Eylül 1955'de İzmir'e gelmiş, 4 Eylül gecesi İmir'in turistik bölgesi Büyük Yamanlar'daki kampta eski sağlık bakanlarından Behçet Uz, Devlet Bakanı Osman Kapani, İzmir Valisi Kemal Hadımlı ve İzmir Belediye Başkanı Enver Dündar Başer'in misafiri olarak bir gece geçirmiştir. Kampın müdürü İbrahim Alper, Yassıada'daki ifadesinde şöyle diyor:

ALPER: Evvela bir içki, sonra içerde yemek verildi. 23.30 sıraları idi, yemek bitmiş kahve veriliyordu. Kahve verildiği sırada Enver Dündar Başer Kıbrıs hadiseleri dolayısıyla "Rumlar çok ileri gittiler, bu partilileri de sabırsızlandırıyor"dedi. Sabık Devlet Başkanı, "Heyetimiz Londra' dadır, şayet tezimiz muvaffak olmazsa, ben Rum-Türk dostluğuna çok ehemmiyet vermiştim, bunu Rumlar anlamadılar. Bu tez aksi tesir gösterirse ve Selanik'te bir bomba patlarsa İstanbul ve İzmir' deki Rumların halini o zaman görün. Devlet ve Hükümet kararlıdır. Hiç merak etmeyin" dediler.

Bu ifadeler arasında en önemlisi ise, DP iktidarda iken Cumhurbaşkanı yaveri olan, 27 Mayıs darbesinden sonra da İstanbul Valiliği'ni ve belediye başkanlığını üstlenen Tümgeneral Refik Tulga'nın 3 Kasım 1960'daki gizli celsede anlattıklarıdır.

TULGA: Sakıt Devlet Başkanı Kıbrıs hadiselerini bir izzetinefis meselesi telakki ediyor ve bunu bir iç politika mevzuu sanıyordu. Buradaki mağlubiyeti iç politikada da mağlubiyet sanıyordu. Bir çok defalar yapmış olduğumuz konuşmalarda İstanbul Rumları üzerinde İstanbul'da oturan mal, mülk sahibi olan ve adetleri 30.000'i bulan Yunan tebası Rum veya Yunanlılar üzerinde ve nihayet Patrikhane'nin üzerinde tazyik yapmanın lüzumunu şiddetle müdafaa ediyordu.

3 Aralık 1960 tarihli oturumda Başsavcı Altay Egesel'in mütalaası:

"Komünistlerin hareketini adım adım ve gün be gün takip eden milli emniyet raporları ve bu teşkilatın en selahiyetli şahıslarının vermiş olduğu kesin ifadeler her türlü şüpheden uzak bir surette ortaya koymaktadır ki, komünistler bu tertibin faili değillerdir.

"Esasen haklarında yapılan tahkikat neticesinde, mahkeme kararı ile sabit olmuştur ki, komünistlerin bu tertipte bir dahli yoktur. Bir kısmı hakkında ademi takip kararı verilmiş, tevkif edilenler de sonunda mahkeme kararı ile beraat eylemiş bulunmaktadırlar."

Evet, kendi tezgahladıkları 6-7 Eylül 1955 pogromunu bahane ederek yeni bir komünist avı başlatan, ama komploları kısa zamanda açığa çıkan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri, 1961 Anayasası'nın kabulünden sonra başlayan görece demokratik açılım döneminde de anti-komünist histeriden kendilerini kurtaramamış, tüm sol örgütlenmeleri ve yayınları Türk Ceza Yasası'nın Mussolini faşizminden miras kalmış ve zamanla daha da ağırlaştırılmış olan 141 ve142 maddelerini kullanarak mahkum etmiş bulunuyordu.

Her ne kadar bu maddeler 12 Nisan 1991'de yürürlükten kaldırıldıysa da, Devlet terörü onların yerini alan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 8. maddesiyle, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesiyle aynı şiddete devam ediyor...

6-7 Eylül 1955'ten tam 70 yıl sonra bu engellerin yıkılması Türkiye'nin demokrasi, barış ve eşitlik mücadelesi veren tüm güçlerinin önünde ivedi ödev olarak duruyor...