II. Cumhuriyet ve normalleşme (I)

1997 senesinde temel sorunlar olarak saptadığım yedi sorunda aradan geçen 25 seneye rağmen hiç mertebesinde ilerleme kaydedilmiş.

Mehmet Altan 22 Ağustos 2022, Pazartesi günü Artı Gerçek’te "II. Cumhuriyet, yeniden, hemen, şimdi" başlıklı bir yazı yayınladı, okumayanlara, atlayanlara hararetle öneririm.

Türkiye’nin içine düştüğü siyasi, hukuki, iktisadi, ahlaki çukurdan çıkması için, kanımca öncelikle AB sürecini yeniden dört başı mamur bir biçimde diriltmekle başlanacak çok radikal bir dönüşümler sepetine ihtiyacımız var.

Mehmet Altan’ın bu yeni yazısını okuduğumda benim de aklıma 1997 senesinde yani tam yirmi beş sene önce yazdığım, "Normalleşme ne demek?" başlıklı bir yazım geldi; yazı rahmetli Hasan Celal Güzel’in editörlüğünü yaptığı Yeni Türkiye dergisinin Cumhuriyet sayısında 1998’de yayınlanmış.

Bu yazıyı iki, üç güne bölerek Artı Gerçek’te yayınlamak istememin nedeni 1997 senesinde bir biçimde öznel olarak temel sorunlar olarak saptadığım yedi sorunda aradan geçen 25 seneye (çeyrek asır) rağmen hiç mertebesinde ilerleme kaydedilmiş olması; 1997 Türkiye’si için kullandığım bazı ifadelerin 2022 Türkiye’si için ne kadar denk düştüğüne sizler de şaşıracaksınız

Aynı yazıyı bugün yazsam belki biraz farklı ifadeler kullanırdım ama meselelerin özünde hiç bir fark görülmüyor, o zaman da kamu alımları konusunu yazmışım, bugün 1997 tarihli yazımı (Normalleşme ne demek?) virgülüne, noktasına dokunmadan yayınlıyorum tekrar; bu yazıyı yazarken de krizden şikayetçiyiz, yirmi beş sene sonra da

Normalleşme" Ne Demek?

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 75. yılını kutladığımız, miladi takvimin üçüncü bin yılına iki sene kaldığı bu günlerde Türkiye çok çeşitli alanları kapsayan önemsenmemesi olanaksız bir krizin içinden geçmektedir. İçinde bulunduğumuz ağır kriz ortamına çözüm önerileri üretebilmek, hiç kuşkusuz krizin kökenleri üzerinde doğru saptamalar yapmayı gerektirmektedir.

Bir deneme niteliğindeki bu yazıda, subjektif bir değerlendirme ürünü olduğu şüphe götürmez yedi kriz odağı saptamasında bulunulacak ve yine aynı sübjektivite doğrultusunda bu kriz odaklarının aşılmasına yönelik öneriler üretilmeye çalışılacaktır. Zaten, kriz odaklarının niteliğine ilişkin subjektif saptama değerlendirmeleri, kaçınılmaz olarak çözüm önerilerini de bünyesinde barındırmaktadır.

Çalışmada söz konusu edilecek ve tartışılacak yedi kriz odağı aşağıda sıralanmaktadır;

l-Türkiye ekonomisinin uzun dönem kişi başına millî gelir büyüme oranının düşüklüğü,

2-Sivil otorite-asker ilişkisi,

3-Din-devlet ilişkisi,

4-Cumhuriyet'in resmî ideolojisi (Atatürkçülük),

5-Yurttaş kimliği krizi,

6-Eğitim ideolojisi sorunu,

7-Ulus-devlet otarşik hukuksal yapılanması.

***

1- Uzun Dönem Kişi Başına Millî Gelir Büyüme Oranının Düşüklüğü

Türkiye ekonomisinde işlerin çok iyi gitmediğini görmek için iktisatçı olmaya bile gerek bulunmamaktadır. Dünyanın en yüksek kamu açıkları ve buna bağlı olarak yine dünyanın en yüksek enflasyon oranlarından biri Türkiye'dedir. Yedi sekiz aylık bir vadeye sıkışmış 30 milyar dolarlık iç borç, yüz milyar sınırına ulaşmış bir dış borç yükü, global krizden etkilenme şampiyonu bir borsa ve dünyanın en çarpık gelir bölüşüm yapılarından biri. İstanbul'da nüfusun yüzde biri kentte yaratılan gelirin yüzde otuzunun sahibidir; daha başka bir şey söylemeye gerek var mı bilemiyorum.

Eğitim, sağlık ve adalet konularında ise yaklaşık tümü ile ipotek altına alınmış bir gelecektir söz konusu olan.

Bu karanlık manzara içinde Türkiyelilerin kendini iyi hissettikleri yegâne konu, tüm bu olumsuzluklara karşın hızlı büyüdüğü iddia edilen bir ekonomidir. Toplumda herkes, özellikle düşük gelir grupları, muhayyel bir gelecekte büyümenin nimetlerinden yararlanmayı umarak bu karabasana katlanmaktadırlar. Özellikle siyasî kadrolar Türkiye'nin tüm ekonomik olumsuzluklara karşın çok dinamik bir ekonomiye sahip olduğunu (ne demekse?) ve çok hızlı büyüdüğü için yakın gelecekte Avrupa'nın bize yalvaracağını yineleyip durmaktadırlar.

Dünya Bankası'nın 1998 yılı için yayınladığı "World Development Indicators" (Dünya Kalkınma Göstergeleri) adlı kitabın 26. ve 27. sayfalarında dünya ülkelerinin 1965-1996 yılları arasını kapsayan büyüme trendlerinin bir karşılaştırması yer almaktadır. Türkiye'nin bu 33 yıllık zaman diliminde kişi başına gelirinin ortalama yıllık büyüme oranı yüzde 1,5 (bir buçuk)dur ve Türkiye bu şahane !!! büyüme trendi ile dünyanın hızlı büyüyen ilk 30 ülkesinin yanına bile yaklaşamamaktadır. İlk 30 ülkenin içinde hangi ülkeler, nasıl bir kişi başına büyüme ortalaması ile bize fark atmışlardır: Yunanistan yüzde 2,5, İspanya yüzde 2,4, Portekiz yüzde 3,1, İrlanda yüzde 2,7, Brezilya yüzde 2,7, Tunus yüzde 2,7, Finlandiya yüzde 2,4, İtalya yüzde 2,6, vs. Bizden çok daha kötü durumda olan ülkeler de yok değildir: Libya yüzde eksi 2,9, Çad eksi 0,6, El Salvador eksi 0,6, Irak eksi 3-5... Biz de bu ülkelere bakıp kendimizin ne kadar başarılı bir ekonomik performans gösterdiğini düşünüp gururlanabiliriz.

Cumhuriyet'in 75. yılında, son 30 senemize damgasını vurmuş Sayın Demirel'in Cumhurbaşkanlığı altında ne kadar hızlı ve başarılı büyüdüğümüzü tekrarlayıp coşkulu kutlamalarımızı daha da coşkulu sürdürmeye devam edebiliriz.

Yukarıda Türkiye ekonomisinin uzun dönem (1965-1996) kişi başına büyüme oranının yüzde 1,5 (bir buçuk) ile sınırlı kaldığını ve bu büyüme performansı ile Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi ülkelerin bize geçtiğimiz 30 küsur senede fark attıklarını ve bu ülkelerin refah düzeylerinin Türkiye'ye oranla nispî olarak iyileştiğini ifade ettik.

Dünya Bankası rakamları Türkiye ekonomisine son otuz küsur senede yön verenlerin bariz başarısızlığını ortaya çok net bir biçimde koymaktadır. Türkiye ekonomisinin performansını ve yurttaşlarının refah düzeylerini günümüzden 1965 yılına bakarak başarılı ilân etmek ve otuz küsur senede alınan mesafe ile gururlanmanın pek bir anlamı olmadığını düşünüyoruz. "Teşbihte hata olmaz" deyimine sığınarak "sıpayı bile bağlasak eşek olur" deyimine gönderme yapabiliriz. Türkiye ekonomisinin geçmiş otuz küsur senelik performansının yegâne başarı kriterinin Yunanistan, İrlanda, Portekiz gibi ülkelerle karşılaştırılarak bulunabileceğini ve bu kriter doğrultusunda da 1965-1996 dönemi uygulanan iktisat politikalarının sınıfta kaldığını söylemek zorundayız.

Bu temel saptamadan sonra, uygulanan iktisat politikalarının neresinde hata yapıldığını araştırmak gerekiyor ki cevabı büyüme oranlarının başarısızlığını ortaya koymak kadar net değildir. Dünya Bankası'nın temel aldığı 1965 senesi küçük bir sapma ile ülkemizde plânlı kalkınma dönemi ile örtüşmektedir. Türkiye'de devletçilik ile âdeta eş anlamlı kullanılan planlı kalkınma çabasının, Yunanistan veya Portekiz gibi ülkelerin piyasaya nispeten daha fazla ağırlık veren kalkınma stratejileri karşısında başarısızlığı çok net ortaya çıkmış durumdadır.

"Takkenin düşüp kelin ortaya çıkmasında" etkili olan diğer çok önemli bir başarısızlık sebebi de hiç kuşkusuz yıllarca vahşice sürdürülen korumacılık politikalarıdır; bugün bu korumacılık politikasının geçmişe oranla gümrük birliği sayesinde çok azalmış olması geleceğe dair yegâne ümit ışığımızdır. "Sözde milliyetçilerin" gümrük birliğini sorgulamak istemesi eski tatlı avanta günlerine dönme özleminden başka bir şey değildir; ancak bu avantacıların Türkiye'ye faturası anlaşılan son otuz küsur senede çok ağır olmuştur.

Rekabet hukukunun uygulanmaması, yolsuzluk batağındaki teşvik sistemi, KİT yapılanması artı planlama (yani teşvikler) diye tanımladığımız devletçilik uygulamaları (tümü birlikte verimsizlik anlamına gelmektedir) Türkiye'yi Yunanistan'ın gerisinde bıraktıran temel unsurlardır.

Ekonomide nelerin yapılmaması gerektiğini anlamak için, kanımızca 1965-1996 arasında uygulanan politikalara bakmak yeterlidir.

"Sözde milliyetçi" bir söylemle Türkiye'yi Yunanistan'ın, Portekiz'in, İrlanda'nın gerisinde bıraktıranlara minnet ve şükran duygularımızı bu vesileyle arz ediyoruz.

Ekonomi alanında normalleşmek; imalat sanayii mallarına ilaveten tarım ürünlerinde ve hizmetlerde de iç piyasaları dünya ve AB ülkeleriyle rekabete açmaktan, Gümrük Birliği karar metninde yazılı çeşitli hükümleri uygulamaktan, örneğin kamu alımları piyasalarını AB ülkeleri rekabetine açmaktan, ticari nitelikli kamu tekellerinin tekel statülerinin kaldırılmasından, teşvik sisteminin AB normlarına uyarlanmasından, rekabet hukukunun etkin işletilmesinden geçmektedir.

Devamı 3 Eylül Cumartesi Artı Gerçek’te

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi