Laiklik din ve vicdan özgürlüğü değildir

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ciddiye alınabilecek bir laiklik tanımı yapması ve uygulaması şart haline gelmektedir.

Laiklik meselesi bizim ülkemizde ilginç bir meseledir zira bu kurum üzerinde yaşanan tartışmalarda çok zıt uçlara savrulanlar bile tanım düzeyinde ve bizdeki sözde laiklik kurumunun anayasal organı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı üzerinde paradoksal olarak hemfikirdirler.     

Ve bu çerçevede de ortalıkta laikliğin din ve vicdan özgürlüğü olduğu yönünde bir laf dolaşır, durur.

Laikliğin din ve vicdan özgürlüğü ile tanım düzeyinde hiçbir ilişkisi yoktur, olamaz, olsa olsa laiklik kurumu sonuç olarak din ve vicdan özgürlüğü meselesini kolaylaştırıcı bir kurumdur ama o kadar.

Laikliğin din ve vicdan özgürlüğü olduğunu muhafazakar kesim daha çok dile getirir ama geleneksel seküler kesimde de yabana atılacak bir görüş değildir bu.

Din ve vicdan özgürlüğü bir temel hak ve özgürlük meselesidir, bizim Anayasamızda da, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de ayrı maddelerle düzenlenmiştir, mesele bireylerin, yurttaşların bir temel hak ve özgürlük konusudur, çok önemlidir, hatta yaşamsaldır ama bu konunun laiklik tanımı ile, laik devlet yapısı ile ne ilişkisi vardır, anlamak mümkün değildir.

Din ve vicdan özgürlüğü meselesi bireylerin özel alanına ilişkin ama devletlerin de pozitif edimlerle koruma altına alması gereken bir konudur.

Laiklik ise tamamen devletle, devlet yapısı ile kamusal alanla alakalı bir konudur ve tanım da buradan hareketle yapılmalıdır.

Öğretim üyeliği yaptığım dönemlerden çok iyi bilirim, bizde tanım verme sorunu vardır, muhtemelen soyutlama yapma sorunumuzdan kaynaklanmaktadır, öğrenciye "X konusunda bir tanım verebilir misin?" diye sorduğunuzda yanıt mutlaka "mesela" ile başlar yani örnek tanımın önüne çıkar hatta örnek vererek tanımlama, ki yanlıştır, belirleyici olur.

Bu tanım verme sorunumuzun en kristalize olduğu alanların başında da laiklik gelmektedir, hatta, izninizle, bir deyimle hatırlatayım, bu konu bir körün fili tanımlaması gibidir, eline neresi gelirse fil odur, bizim muhafazakarların laikliği "din ve vicdan özgürlüğü" olarak tanımlaması da biraz böyledir.

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ciddiye alınabilecek bir laiklik tanımı yapması ve uygulaması şart haline gelmektedir.

İlkokul yıllarından beri duyduğumuz "din ve devlet işlerinin ayrışması" tanımı aslında çok da fena değildir ama bu tanımı getirenlere "Peki, Diyanet İşleri Başkanlığı ne olacak?" diye sorduğunuzda şaşkın ve biraz da mahcup bakışlarla karşılaşırsınız.

Türkiye, gerçekten, din ve devlet işlerinin hem tanım hem uygulama düzeyinde ayrıştığı, mesela, Diyanet İşleri gibi bir kurumun, İmam Hatip liselerinin genel vergilerle finanse edildiği bir ülke olmaktan çıkmalı, İlahiyat fakülteleri de gerçek fakültelere dönüşmelidirler.

Dikkat buyurursanız Diyanet kapatılmalı, İmam Hatip liseleri kapatılmalı demedim, söylediğim sadece bu kurumların laik bir devlette genel vergilerle finanse edilmeme kurumsal, kuramsal mecburiyetidir.

Türkiye mutlaka Diyanet’in ve İmam Hatip liselerinin alternatif ama genel vergilere dayanmayan bir finansman yöntemi üzerinde kafa yormalıdır, çözüm yolları bilinmektedir ama sorun irade eksikliği hatta yokluğudur.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut statüsünün sürmesi konusunda muhafazakarlar ve geniş bir seküler kesim arasındaki mutabakat da Türkiye’de laiklik kurumunun gerektiği gibi tartışılmasını engellemektedir.

10 Kasım günü, Atatürk’ün vefat ettiği gün Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Atatürk’e karşı görüşleriyle tanınan, "10 Kasım 9’u beş geçe kenefe gidin" gibi nitelikli Kemalizm eleştirileri ile tanınan birini ziyarete gitmesi seküler kesim içinde çok eleştirildi; yakın geçmişte de Diyanet İşleri Başkanı’nın arabası, kurumun verdiği bazı fetvalar hep büyük eleştirilere konu oldu, bu eleştiriler haklıdır ama benim anlamakta zorlandığım mesele bizim sözde seküler kesimin Diyanet’in aldığı kararlara, Başkanının tavırlarına mı, ziyaretlerine mi, verdiği fetvalara mı  yoksa doğrudan bu kurumun anayasal statüsüne mi itiraz ettikleridir.

İtirazlar Diyanet’in on milyar lirayı aşan bütçesine midir, yoksa bu kurumun, bir TL dahi olsa, kamu parası, vergi gelirleri ile finansmanına mıdır, kimse bu konuda net değildir.

Diyanet’in bütçesi tırpanlansa, başına da "münevver bir din adamı" geçse, seküler kesimimizin itirazları kesilecek midir yoksa?

Eleştirilerin laik devlet içinde bulunması bugünkü finansman biçimiyle düşünülemeyecek bu kurumun bugünkü haliyle mevcudiyetine mi yoksa aldığı pozisyonlara mı yönelik olduğu hiç anlaşılamamaktadır; CHP’liler bu kurumun başına yeni bir Lütfi Doğan atanırsa tüm eleştirilerini geri mi çekeceklerdir, bu konu netleşmemektedir.

Laikliğin tanımı kanımca herhangi bir inanç grubuna bir lira dahi kamu parası tahsis edilmemesidir, bu tanımı başka bir yazıda tartışmak gerekebilir ama şayet bu tanım benimsenirse zaten Diyanet İşleri Başkanlığı da genel idare dışına taşınmış olacak, sorunun özü, daha adil, mesela fonlar ya da vakıflar, bir finansman biçimi uygulanana kadar çözülmüş olacaktır.

Ödenmesi ihtiyari olacak bir Diyanet fonu için şimdiden ciddi bir biçimde kafa yormak lazımdır.

Fon ve vergi ayırımını da okurların ilgisine, dikkatine sunuyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eser Karakaş Arşivi