Suya sabuna dokunmak gerekir...

Cunta ve faşizm bedenimize değil içinde yaşadığımız toplumun bütününe sızarak var olup fırsat bulunca da iktidara el koyarak hayatımızı teslim almaya çalışan birer virüs türüdür.

Hastalıkların bizi yorarak bedenimizi ele geçirmeye yönelmiş birer saldırı olduğunu küçük bir bebekten en yaşlımıza varıncaya kadar bilmeyenimiz yoktur. Nöbet yerini bir an olsun terk etmeyen öksürük; yutkunduğumuzda boğazımızdan bıçak ve jiletle geçen lokmalar; bir türlü düşmek bilmeyen ateşimiz ve sel gibi boşalan terlemiş halimizle bedenimize saldıran hastalıkları ve onlar karşısında ilaçlar, bitkilerle direnen hallerimizle her birimizin sivil bir hastalık tarihi vardır.

Verem, kolera ve tifo gibi salgınlar insanlığın yüzüne atılmış bıçak gibi dursalar da çocuk felci, su çiçeği gibi bazı hastalıklara yakalanmış olanların bedenlerinde ömür boyu kalıcı izler taşıdığı da bilinen bir şeydir. Tıpkı Corona generalinin bırakacağı izler gibi...

Saydığım ve saymadığım bütün hastalıklar bedenimizden içeri girerek bizi içten kuşatıp teslim almaya çalışır ve bu hastalıklara yakalananlar bireysel mücadele vererek onlardan kurtulmak için çabalar. Yaşımız çok küçükse bu mücadelede bize yardıma ilk gelen annelerimiz olur. O durumlarda uyku girmez gözlerine. Bizimle beraber inler, bizimle beraber yüksek ateşlerde sayıklayarak o hasta hallerimizde yardım ve yataklık yaparak kurtarırlar bizi. O annelerin hakkı hiçbir biçimde ödenmez.

Bir diğer hastalık da faşizm ve cuntalardır. Buna salgın hastalık demek de hiç yanlış olmaz. Cunta ve faşizm bedenimize değil içinde yaşadığımız toplumun bütününe sızarak var olup fırsat bulunca da iktidara el koyarak hayatımızı teslim almaya çalışan birer virüs türüdür. Bu virüs türü bizim gibi demokrasileri cılız kalmış ülkelerde çokça ortaya çıkar. Bizde olduğu gibi, Latin Amerika’da da ABD tarafından tezgahlanıp piyasaya sürülen cunta virüsleri olduğu su götürmez bir gerçektir.

Cuntalar halkın başına indiklerinde okulları ve devlet dairelerini tatil eder, sokağa çıkma yasağı ilan ederler. O noktadan sonra salgın hastalık virüsünden daha tehlikeli birer virüs olurlar. Bir salgının öksürükle yayılan gözle görünmeyen zerreleri yerini sokaklarda fır dönen devriyelere bırakır. Siz yüzünüzü çevirerek onlara bulaşmasanız bile onlar sizi gördükleri yerde bulaşarak kimlik sorar, gözaltına alırlar. Astıkları astık, kestikleri kestiktir onların. Onlara yakalananı acile kaldırsanız bile tanısını koyup ilaç yazmaz hiçbir doktor. O vakitten sonra virüsün her türlü rütbesi, ikamet ettiği evi, işgal ettiği devlet makamı bile olur. Her haliyle göz önünde olmalarına ve panzehirlerinin direniş olduğu biline biline şiddetle var olmanın yoluna bakarlar.

Cunta virüsüne Şili’de Allende teslim olmayıp son mermisine kadar çatışarak, kesilmiş parmakları ve kırılmış gitarıyla Victor Jara çaldığı marşlarla halkın bağışıklık sistemini hayatları pahasına güçlendirmişlerdir. Atlas okyanusuna atılan Şilili devrimciler ve Arjantin’de kaybedilenler o hiç gelmeyecek sandıkları sabahlara yazıldılar, güneşin her sabah onların yüzü suyu hürmetine doğduğunu umursamıyorlar bile. Ki insanlık tarihi aslında zulme karşı direnişin tarihidir...

Rum ve Ermeni tehcirleri ve soykırımında olduğu gibi Kürt direnişlerinin bastırılması da başlı başına salgın bir soykırım hastalığıdır. En ölümcül hastalıklardan daha fazla can almıştır Ağrı, Dersim, Zilan katliamları. Bu yok etme salgını cumhuriyet tarihi boyunca mutasyon geçirerek devrimcilere, demokratlara, aydınlara, ulusal bilincin uyanmasına, dile, kültüre karşı bir salgına dönüşerek günümüze kadar devam etmiştir. Bu salgın ‘asmayıp da besleyelim mi?’ diyerek meydanlara darağaçları kurdurup asarak, işkencelerden geçirerek sayısız ölüme neden olunmuştur.

Cunta salgını karşısında; Denizler darağacında, Mahirler yoldaşlık sınavında, İbo sorgudaki tavrıyla, sonraki kuşak anti faşist mücadele ile halkın bağışıklık sistemini güçlendirerek darbe virüsüne direnmişlerdir. 12 Eylül salgını Türk devrimcileri için bir noktadan sonra biçim değiştirse de Kürtler için başlayıp da bir türlü bitmeyen bir salgın olarak devam etmektedir. Bu salgın sonucu asit kuyularında bedenleri eritilerek, domuz bağlarıyla bağlanıp evlerin içine gömülerek, faili meçhullerle ortadan kaldırılarak bir hastalık salgınından daha fazla ölüme neden olmuştur. Bu türden salgının ilacı daha fazla demokrasi olduğu bilinmesine rağmen iktidarlar her uygulamalarıyla demokrasinin ruhuna Fatiha okumuşlardır.

Toplumun örgütlü ya da örgütsüz tüm muhalif kesimleri yıllardır şiddetli bir saldırı salgını altındadır. Tutuklanıp ‘Örgüt üyeliği-Örgüte yardım ve yataklık etmekten’ yargılanarak ceza alan gazeteciler, öğretim üyeleri, başını kaldıran öğrenciler, beden ve hayatlarına sahip çıkan kadınlar, Alevi, Ezidi ve Süryani örgütleri; siyasetçilerden Selahattin Demirtaş, İdris Baluken, Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk, Sebahat Tuncel, Selçuk Mızraklı gibi yüzlercesi bu şiddet salgınına karşı direnerek toplumun demokrasiye olan inancının bağışıklık sistemini güçlendirmekten geri durmuyorlar. Adlarını sayamadığım binlercesine de buradan selam olsun...

Şiddet salgınından kurtulmanın tek önlemi her gün artan şiddeti görmezden gelmek değil, aksine onlar karşısında baş eğmeden, dik durarak, suya sabuna dokunarak demokrasinin tertemiz kurulmasını sağlamaktır...

Çizim: Fadıl Öztürk

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi