Gündem çok ağır

Muhalefet enerjisinin trol iftiralarından temize çıkma çabasına gitmesi doğru bir iş değildir. Bırakın kasaba kurnazları sağa sola çekilebilecek laf tırtıklama nöbetinde uykusuz kalsın.

Türkiye’nin çok ağır bir gündemi var. 10 milyondan fazla kişi işsizdir. İşi olanların yarıya yakını asgari ücret düzeyinde bir gelire, yüzde 70’i asgari ücretin ancak yüzde 10 – 20’si üzerinde bir gelire mahkumdur. Başka bir ifadeyle milyonlarca hane açlık sınırında yaşamaktadır. İthalat sopasıyla terbiye edilmek istenen, ektiğini bir türlü biçemeyen tarım kesimi icra kıskacındadır. Türkiye genelinde 20 milyondan fazla icra dosyası vardır. Türkiye’nin işleri, kaynakları milletin gözünün içine baka baka, sınırsız bir arsızlıkla yandaş partizan çarkı içinde kapışılmaktadır. Devlet 2 trilyon lira borç altına sokulmuştur. Bu borcun faizi (2020 bütçesi: Faiz ödemeleri 134 milyar lira!) halen vatandaştan toplanan vergilerin (833 milyar lira) yüzde 16’sından fazlasını yutmaktadır ve bu oran, bu büyüklüğe ulaştıktan sonra (dövizde olduğu gibi apar topar bir dönüş olmazsa) haliyle hızlanarak artacaktır. Böyle bir bütçeden vatandaşa sosyal harcama beklenmesi mümkün değildir. Demokrasi ve anayasal özgürlük alanında durum daha da kötüdür. Açık tehditler, pusu saldırıları, linç tertipleri, tutuklama kampanyaları ile muhalefet alanı her gün biraz daha daralmaktadır.

Ama bir başka gerçek daha var. Türkiye’de seçmenin yüzde 60’ı iktidar koalisyonuna muhaliftir ve bu oran giderek yükseliyor. Erime hızlanmıştır. Koalisyonun sürekli "millet" söylemine yaslanmasının altı, "çoğunluk rızası" bakımından boşalıyor. Güvenilir araştırma kuruluşlarının anketleri, bunu gösteriyor. Ancak hükümet ittifakından bunun iktidara yansımasını sağlamak üzere demokratik olgunlukla erken seçim yolunu açmasını beklemek gülünç mertebesinde hayaldir. Belki başka hesaplarla mümkün… Örneğin erimenin hezimet seviyesine varmasını, muhalefet lehine oy farklılığının gargaraya getirilemeyecek ölçüde büyümesini önlemek amacıyla ve ayarlanmış bir seçim sistemiyle mümkün.

Muhalefetin, erken seçim beklentisini "çünkü yönetemiyorlar" teşhisi üzerine kurduğunun farkındayım. Ama bu tek soruda çökebilecek bir yanılgıdır: Yönetip yönetememek veya seçmen çoğunluğunu kaybetmek, koalisyon yönünden seçim kararını belirleyecek bir faktör müdür ki? Bu gibi söylemler, beklentiler, sanıyorum, AKP’yi, dünyada son yıllarda tanık olduğumuz "popülist hükümetler" sırası içinde anlamaya dayanıyor. Oysaki bizde olup bitenin daha derin bir anlamı var. Bizdekinin kökleri iki yüz yıllık doğu – batı kavgasına gidiyor. Şerif Mardin’in öğretmenle – imamın kavgası olarak adlandırdığı şeyden sözediyorum. 1923 Cumhuriyeti’nin "80 yıllık reklam arası" olarak algılanmasının kökünde bu kavrayış var.

AKP, ilk yıllarında bu kavganın tarafı değilmiş gibi davrandı. AB’den müzakere tarihi almak için gayret içindeydi. Ne var ki Zerrab cerahatının patlamasından sonra başka bir psikolojiye taşındı ve iktidarda tutunma ihtiyacına, "İslamcı idealler" tulumu giydirildi. İşin aslı AKP’nin kendini "iktidarda tutunmaya mahkum" hissediyor olmasıdır. Algısı, analizi, psikolojisi budur. "Beka" söyleminin arkasında bu algı var. Bu yüzden icraatı, "hükümet etme" icraatından çıkarak "devlete el koyma" icraatına dönüştü. Kendisini "hükümet" değil, "devlet" olarak konumluyor. Muhalefet hareketlerini "hükümete karşı"lık olmaktan çıkarıp "devlete karşı"lık kategorisine taşıyor. O seviyeden beş – on kişilik basın açıklamalarında bile "darbe kokusu" buluyor. (En son darbeci olarak keşfettikleri odak marketlerdir!) Yaygın, direngen, protestocu demokratik sivil muhalefetten çok korkuyor. En tipik, açık, masum muhalefet hareketlerini bile "terörist" damgasıyla, şiddetle karşılıyor.

Bütün kurumların başına biat kadroları atıyor, yetmiyor. Çoğunluğunun AKP’li olduğu iddia edilen on binlerce genci bekçi yapıyor yetmiyor, polis yetkisi veriyor, yetmiyor. Destek Hizmetleri diye yeni bir birim kuruyor, yetmiyor. Pusu kuranlara, kendi cinayet listelerini hazırlayan sivil yandaşlarına cezasızlık cesareti veriyor, yetmiyor. (Cübbeli Ahmet’in iddiasına göre, silahlanmış 2 bin selefi derneği var!)  Suikast eğitimi veren yandaş şirketler türemesine yol veriyor yetmiyor, en son polise, TSK silahlarını kullanabilme yetkisi verdi. Mevzuat okumayı bilen uzmanların analizine göre, basitçe söylersek toplumsal protestonun üstüne tank sürebilme anlamına geliyor bu. Kim, nasıl anlıyor bilemem ama bu işlerin "hukuk reformu" hazırlığı kapsamında olup olmadığı tartışması kargalar alemi için bile fazladır. Seçime kadar durumu toparlama hesabında olsa bile kendine bu konularda algıyı kısmen düzeltecek manevralar yapabilmek için bile yer bırakmadı. Hukuk dönerse, nereden başlamak durumundadır? Hukuksuzluk nerededir ki? Bu durumda hukuk beklentisi baldıran şurubu tavsiyesi kadar absürd düşmüyor mu?

Muhalefeti yıpratmak, ittifakı bozmak, tutuklama kampanyaları ile susturmak, korkutmak, AKP’ye verilen her 1 oyun 2 oy edebileceği seçim düzenleri bulmak, olmadı bir şekilde seçimi geciktirmek de dahil, türlü işler bekliyor memleketi. Kılıçdaroğlu da söyledi geçenlerde: "Her şeyi yapabilirler." AKP hükümetlerine kadar Türkiye’de 57 hükümet kuruldu. Askeri darbe ile devrilenler (5’inci Menderes hükümeti, 3’üncü ve 6’ıncı Demirel Hükümetleri) dahil, hiç birisi için "her şeyi yapabilirler" teşhisi olmadı. Muhalefete karşı tertipler, kapatma tehdidi, İnönü’ye linç girişimi gibi olayların yaşandığı Menderes hükümeti için de denilmedi. Geldik AKP’ye… Şimdi sadece Kılıçdaroğlu değil, yaygın bir kanaat olarak, "her şeyi yapabilirler" deniliyor.

Karşısında kim var? Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet talebinin kaynağı bugünlerde Ankara yollarında, fabrika önlerinde çoban ateşleri yakan proletaryamız, işsiz, geleceksiz gerçlerimiz, küçük burjuvazimiz, orta burjuvazimiz ve iş, ihale, haksız rekabet, kayıt dışılıkla sıkıştırılan büyük burjuvazinin laik, Avrupacı kanadıdır. Şimdi bu kanada ekonomik krizle sıkışan yoksul kesimler katılıyor. AKP’nin, yıllar yılı, "monşerler, sahiller, kentliler, beyaz Türkler, burjuvalar" söylemiyle hücum ederek sınıfsal tepkilerini, beklentilerini istismar ettiği yoksullar, ekonomik kriz içinde bu söyleme eskisi kadar prim vermiyorlar.

Böyle bir zamanda muhalefetin; birçok durumda besleme trol sürülerinin saldırı kampanyaları karşısında savunmaya geçmesi, ses perdesini düşürmesi ilginçtir. Hiçbir "zor" gücünü kontrol etmeyen, elinde "söz"den başka bir aracı olmayanların, birçok durumda anayasayı uygulamayan bir iktidara karşı "darbeci olmadığını" kanıtlama derdine düşmesi ilginçtir. Kimsenin izlemediği TV ekranlarında kimsenin ciddiye almadığı semirmiş, cahil "analistler"in mağribi laf çalkalamaları kimseyi etkilemiyor demiyorum ama bunu kanaat, kamuoyu sanmak yanılgıdır. Muhalefet enerjisinin, laf yetiştirmeye, trol iftiralarından temize çıkma çabasına gitmesi doğru bir iş değildir. Bırakın kasaba kurnazları sağa sola çekilmeye müsait laf tırtıklama nöbetinde uykusuz kalsınlar.

AKP’yi güçlü gösteren rızaya dayanması değil, politik rekabette devlet gücünün partizan kullanımıdır. Ancak bizatihi bu gücün kullanılış biçimi, zor icraatı, anayasal hakların kullanılmasını ihlal ettiği her sınır aşımında kendi bünyesini aside ediyor. Her seferinde daha sert dönüş yapmasının nedeni bu. Önümüz, sindirme ve baskı dönemidir. Muhalefet için FETÖ, terör martavalları sürecektir. Semirttiği yandaşlarının haksız servet ve makamlarını savunmadaki şiddetti artacaktır. Benim anlamakta zorlandığım hala nasıl yüzde 30 civarında oy oranına sahip olduğudur. Kendime göre bir açıklamam var ama daha inandırıcı cevapları sosyologlar bulsun. Nasıl? Nemalanma derdine düşmüş yandaşlarının militanlığını anlıyoruz da tecrübe edilmiş olmasına rağmen nasıl oluyor da hala milyonlarca yoksuldan oy alabiliyor?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi