Faşizme karşı Emek ve Özgürlük İttifakı’na kulak verin

Bu sesin iyi duyulması, iyi yankılanması gerekiyor, Altılı Masa değilse de, “sol”da olduğunu hâlâ iddiâ etmekte olan ama “sağ”da ittifak aramayı sürdüren CHP belki bu defâ kulak kabartır mı?

İtalyan seçimleri "neo-faşist" İtalya’nın Kardeşleri partisinin önderliğinde, sağ blokun zaferiyle sonuçlandı. Bu sonuç sürpriz olmadı ama yine de düşündürücü. İtalya, bilindiği gibi, faşizm sözcüğüne, faşist düşünceye ve bir totaliter düzen olarak faşizm pratiğine ev sâhipliği yapmış bir ülke. Yine İtalya, aynı zamanda, gâyet güçlü bir sosyalist/komünist düşünce ve örgütlenme geleneğinin de memleketi. İtalyan komünizminin gücü, Avrupa komünizmi hareketinin oluşumunda ve bir dönem kazanmış olduğu ivmede kendisini net olarak ortaya koymuştu. Dolayısıyla, İtalyan toplumunun bir yandan geçmiş faşizm tecrübesini unutmuşçasına sağa yönelmesi, diğer yandan da bu yöneliş karşısında eskinin güçlü sosyalist/komünist geleneğinin o gücüne uygun bir denge dahi oluşturamıyor olması, gerçekten üzerinde uzun boylu düşünmeyi gerektiren hususlar.

İtalyan seçim sonuçları, bir başka açıdan, Avrupa’da ve dünyânın diğer bölgelerinde bir süredir yükselen ve "popülizm"in başına "sağ", "(rekâbetçi) otoriter" vb. sıfatlar getirilerek kullanılan bir otoriter siyâsî yönelimin yeni bir tezâhür biçimi. Benim de katıldığım bir eleştirel görüş, popülizm kavramının bu bağlamdaki kullanılışının yanıltıcı olabileceğini, yükselen otoriter eğilimin yeni tür bir faşizmi işâret ettiğini ileri sürmektedir. Şimdi, İtalya seçim sonuçları vesîlesiyle, sağ siyâset cenâhından gelen bu yükseliş dalgasının önderi olan partinin "neo-faşist" olarak nitelendirilmesi, bu yükseliş dalgasının gerçek doğasını da daha net ortaya koymaktadır. Biraz daha genişleterek, şu noktayı açıkça belirtmekte yarar vardır. Bilindiği gibi 2016’da ABD’de Trump’ın başkanlığı kazanması ile birlikte, ABD’de başgösteren tartışmalarda, Trump’la birlikte bir faşizm tehlikesinin ne kadar ciddîye alınması gerektiği yolunda uyarıların yaygınlaştığı, diğer yandı bu uyarılarla da ilişkili olarak, "anayasal demokrasi"nin kendisini yıkıcı bu tür hareketlere karşı nasıl koruyabileceği üzerinde durulmaya başlandığı görülmekteydi. Trump’ın 2020’deki yenilgisi, o yenilginin ardından gelen "darbe girişimi" diye de nitelendirilen Kongre baskını ve sonrasında bu faşist tehlikenin bütünüyle ortadan kalkmadığı açıkça konuşulmaktadır. Kezâ, Avrupa’daki sağ ve otoriter dalganın faşizmle her an kolayca eklemlenebilecek düşünsel ve örgütsel nitelikleriyle birlikte, aynı tehdidin bir diğer yüzü olarak varlığını korumaktadır. Buna, faşizmin pençesinde uzun onyıllarını geçirmiş olan Şili’nin, hem yapılış süreci ve hem de içeriği ile tüm dünyâya örnek teşkil edebilecek özelliklere sâhip olduğu bilinen yeni anayasa girişiminin halk oylamasında hezîmete uğramasını da ekleyebiliriz. İtalya’dan gelen sonucun önümüze koyduğu şey, neoliberalizm bu evresinde faşist hareketlerin seçimler eliyle güç kazanmaya devâm ettiğidir.

Bu durum, son derece kritik bir seçim döneminin arifesindeki Türkiye açısından da alarm vericidir. Türkiye’de özellikle son dört küsur yıldır uygulanmakta olan baskıcı hiper-başkanlık rejimi için bir bakıma "tamam mı, devam mı" seçimi niteliği de taşıyan 2023 seçimleri, öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’daki yükselişini sürdüren -benim tercih ettiğim terimle- "post-faşist" dalganın etkisi altında gerçekleşecek. Türkiye’nin İtalya da dâhil, post-faşizmin iktidarda veya iktidar yönünde yükselişte olduğu Macaristan, Polonya, hattâ Fransa gibi ülkelerden önemli bir farkı var. Bu fark, Avrupa Birliği üyeliğinden gelmektedir. Sözünü ettiğim ülkeler AB üyesi oldukları için ve AB de mahiyeti gereği, faşizmin pençesinde hayatını devâm ettiremeyeceği için, post-faşizm bu ülkelerde AB normlarının ve pratiklerinin sınırları dâhilinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. AB’nin post-faşizm karşısında etkili bir emniyet duvarı oluşturup oluşturulmadığı tabiî ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Türkiye, hem AB üyesi değildir, hem üyesi olduğu Avrupa Konseyi gibi kurumları da ciddîye almadan davranabilmekte ve bu kurumlar da etkili bir müeyyide uygulayamamaktadırlar. Ayrıca Türkiye, târihî müktesebâtı bakımından, demokratik hukuk devletini tam olarak pratiğe aktarabilmiş de değildir ve hayli otoriter bir anayasa birikimine sâhiptir. Bu bağlamda Türkiye’nin en güçlü ideolojik ve siyâsî birikimi, modernist-seküler Türk milliyetçiliği ile Türkçü-İslâmcı milliyetçilik arasında sıkışmış bir birikimdir. Bu nedenle de, örneğin İtalya’daki, ya da hattâ Fransa veyâ İspanya’daki gibi bir sosyalist veyâ sol birikimi ve gücü de yoktur.

Geçtiğimiz Cumartesi günü bir deklarasyonla kamu oyuna seslenen Emen ve Özgürlük İttifakı’nın, sol/sosyalist siyâsetteki bu göreli güçsüzlüğün aşılması ve buraya kadar özetlemeye çalıştığım post-faşizm tehlikesinin önünün kesilmesi bakımından büyük önem arz ettiğini düşünüyorum. EHP, EMEP, HDP, SMF, TİP ve TÖP bileşenlerinden oluşan bu ittifak, kanımca, Türkiye’de solun gücünü öteden beri zaafiyete uğratan en önemli sorun olarak Kürt sorununu da demokratik mücâdelenin temel sorunları arasında öncelikli bir yere konumlandırmasıyla özel bir öneme sâhiptir. Bu ittifak, HDP’nin varlığıyla somutlaşan Kürt özgürlük hareketinin desteği ile birlikte, Türkiye siyâsetine, içinde bulunduğu, "ya Cumhur İttifakı, ya Altılı Masa" kısıtlamasından kurtulma potansiyeli kazandırmıştır.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın deklarasyonunda, hâlen içinde bulunduğumuz ekonomik kriz girdabından kurtulabilmek için, düzenin mağdur ettiği ve güçsüz bıraktığı emekçi ve dar gelirli kesimlerin doğrudan destek bulacağı somut öneriler öncelikle dikkat çekicidir. Bu öneriler arasında, zamlara son verilmesi, ücret artışlarının sağlanması, temel tüketim maddelerinde verginin kaldırılması, "az kazanandan az, çok kazanandan çok" diye özetlenen bir vergilendirme düzenine geçilmesi, bütçenin yoksullara, dezavantajlı kesimlere doğrudan gelir desteği sağlamak gibi amaçlarla kullanılması, yoksulluk sınırının altındaki toplum kesimleri için ücretsiz elektrik, ısınma, ulaşım hizmetleri verilmesi, sağlık, eğitim, enerji gibi temel kamusal hizmet alanlarında nitelikli ve parasız hizmet sağlanması gibi çok somut ve ciddî kalemler bulunmaktadır. Bunların,

Bu öneriler bağlamında üzerinde durmaya değer bulduğum hususlardan biri, Altılı Masa’nın bu önerilere nasıl bir tepki vereceğidir. Muhtemelen HDP’nin de yer aldığı bir ittifak olduğu için, üç maymunu oynamayı tercih edeceklerdir. Buna karşılık, kendisini neredeyse elli yıldır "ortanın solu" veyâ "sosyal demokrasi" terimleriyle tanımlamakta olan CHP’nin, özellikle de lider kadrolarının, bu önerilerde yer alan bâzı hususları benimseyebileceğini sanıyorum. Altılı Masa’dan değilse de, CHP’den, meselâ, olumlu bir yaklaşım gelir mi? Bu soru kanımca önemli, çünkü Emek ve Özgürlük İttifakı, bu deklarasyonla ekonomik kriz ve buna bağlı sosyal sorunlar karşısında, "sınıfsal" bir pozisyon açıklamış durumda. Bu durumda, son zamanlarda yerli yersiz dile getirilen ve Kürt sorununu perdeleme amacını güden "kimlik siyâseti" suçlaması da boşa düşmektedir.

Deklarasyon, bu arada vurgulamalı, muârızlarının "kimlik siyâseti" diye burun kıvırdıkları konuları dışlamıyor. Aksine, bütün bu somut ve âciliyet kesbetmiş sosyo-ekonomik sorunlara ilişkin önerilerin aslında demokratik bir Türkiye’nin yeniden inşâ edilebilmesiyle birlikte ele alıyor. Biri diğerini dışlamıyor, dışlayamaz da zâten. HDP de, İttifak bileşenleri de, bu deklarasyon öncesinde de bu tavrı defalarca ortaya koymuş durumdalar. Dolayısıyla İttifak’ın , Türkiye için, Kürt sorununu da Alevî sorununu da, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim sorunlarını da çözebilecek, parlâmentarizmi yerinden ve yerelden yönetim ile birlikte yeni baştan kuracak bir anayasanın çerçevesini içinde barındıran bir deklarasyonla kamu oyuna seslenmekte.

Bu sesin iyi duyulması, iyi yankılanması gerekiyor, Altılı Masa değilse de, "sol"da olduğunu hâlâ iddiâ etmekte olan ama "sağ"da ittifak aramayı sürdüren CHP belki bu defâ kulak kabartır mı? Lider kadroları olmasa da, tabanda böyle bir yankılanma olur mu? Birinden biri olmalı, yoksa Türkiye’nin "sosyal demokratları," "parlâmenter sisteme geçilince post-faşizm tehlikesi de nasılsa sona erecek" gibi safdilâne bir yaklaşım içinde değildirler herhâlde değil mi? Belki de şu soru onlara anlamlı gelebilir: "Bizler sosyal demokratsak neden hep sağcılarla ittifak yapıyoruz?" Sâhi, neden hep sağcılarla?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi