Hukuk yerlerde, Anayasa Mahkemesi nerede?

AYM’nin kritik önem taşıyan bâzı dâvâlarda üzerine düşeni gereği gibi yapmadığı yönünde AİHM tarafından yapılan tesbitleri hatırladığımızda, çok da ümitvâr olamıyoruz doğrusu.

Hukuk devletinin kısa tanımı, devletin bütün eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranmakla yükümlü olduğunu ifâde ediyor. Tersinden söylersek, hukuk devleti, hangi kararları alırsa alsın, hangi eylemleri gerçekleştirirse gerçekleştirsin, bunların tümünde hukukun dışına çıkmamakla yükümlü. Bu yükümlülüğünü çiğneyen devletin, hukuk ile çatışan davranışlarına karşı en önemli güvence ise yargı.

Yargının işlevi, devletin yasama ve yürütme (idâre) alanındaki davranışlarının hukuka uygun olmasını sağlamak, yâni hukukun çiğnenmesine izin vermemek. Yargının bu işlevini yerine getirebilmesi bakımından en önemli kurum ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) önceki aşamada Anayasa Mahkemesi (AYM). Çağdaş hukuk devleti anlayışında, devletin uymakla yükümlü olduğu hukuk, basitçe kânunlardan (kânun hükmünde olan uluslararası andlaşmalardan) ve sâir mevzûattan oluşan normlardan ibâret değil. Çağdaş hukukta insan haklarını ve temel özgürlükleri dışlayan bir nosyonun kabûl edilmesi mümkün olmadığı için, hukuk devletinin yükümlülüğü zorunlu olarak insan hak ve özgürlüklerini ihlâl etmeme yükümlülüğünü de içeriyor.

Bu yükümlülük, Türkiye bakımından, Anayasal bir zorunluluk olarak da belirlenmiş durumda. Dolayısıyla, hem yasama organı temel hak ve özgürlüklerle ilgili yürürlükteki uluslararası anlaşmalara aykırı kânunlar yapmamalı, hem de yürütme (idâre) ve adlî ve idârî yargı böyle ihlâllere yol açan pratiklerden kaçınmalı. İşte, AYM’nin önemi, yasama organınının yanısıra yürütmeyi ve diğer yargı organlarını, bu hukuk devleti anlayışı açısından denetleme ve hukuka uygun davranmalarını sağlama noktasında ortaya çıkıyor. AYM, yalnızca en klâsik işlevi olan kânunların anayasaya uygunluğunu denetlemenin yanında, bireysel başvuru yoluyla, en azından AİHS’nde korunan insan hak ve özgürlüklerine uygun bir yargı pratiğinin yerleşmesini sağlamakla da görevli. Bu, ağır ve altından kalkılması hayli güç bir görev, çok da ciddî bir sorumluluk. Çünkü, takdir edilmelidir ki, Türkiye’nin bugün hukuk devletine uygunluk bakımından, tâbir câizse, "yerlerde sürünen" durumu, yalnızca tek kişilik yürütme organına fiilî kuvvetler birliği donanımı veren 2018 sonrası sistemin ürünü olarak görülemez. Böyle bir ucûbe sistemde dahi yargının, özellikle de AYM’nin, hukuk devleti lehinde yapabileceği şeyler vardır. Acaba AYM, bu bakımdan nerede durmaktadır?

AYM, geçen ay açıklanan bir "bireysel başvuru"da, başvuruyu reddetmiştir. Kararın konusu, 2015-2016 döneminde Cizre’de uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında meydana gelen başta yaşam hakkı olmak üzere pek çok hak ihlâli iddiasıdır. AYM, daha önce, 2015 sonlarında, Cizre olayları devam ederken yapılan ve "tedbir kararı" talep eden başvuruyu, "başvurucuların yaşamlarına ya da maddi veya manevi bütünlüklerine yönelik derhâl tedbir kararı verilmesini gerektiren ciddi bir tehlike bulunduğu dosya kapsamında bulunan bilgi ve belgelerden bu aşamada anlaşılamadığı" gerekçesiyle reddetmişti. Şimdi, işin esâsı ile ilgili başvuruyu da reddetmiş bulunuyor. Bu son kararın içeriğini bilmiyoruz, o yüzden şimdi bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Bununla birlikte, önceki tedbir talebine ilişkin red kararı ile birlikte düşünüldüğünde, medya organlarında yer verilen "AYM, Cizre'deki sokağa çıkma yasaklarında öldürülenlerle ilgili başvuruda ‘yaşam hakkının ihlal edilmediğine’ karar verdi", yorumunun gerçeği yansıtmadığını da düşünemiyoruz.

Hukuk devletinden iyice uzaklaşıldığı bu dönemin en önemli dönüm noktalarından biri, kuşkusuz 7 Haziran 2015 genel seçimlerini izleyen şiddet sarmalıdır. Bu sarmalın en can alıcı dönemi ise Cizre başta olmak üzere, pek çok ilde uygulanan sokağa çıkma yasaklarıdır. Bu yasaklar sırasında başta yaşam hakkı olmak üzere, yurttaşların pek çok hakkı ihlâl edilmiştir. "Sokağa çıkma yasağı"nın doğası gereği bu böyle olmuştur çünkü sokağa çıkma yasağı demek, temel hak ve özgürlüklerin -geçici ve Cizre örneğinde de olduğu gibi, bâzen ne zaman biteceği belli olmayan bir süre boyunca- durdurulması demektir. Dolayısıyla, eğer sokağa çıkma yasaklarının hukukî dayanağı yoksa, bu uygulama nedeniyle ortaya çıkan hak kayıpları da, ölümler de, kamu gücünün neden olduğu hak ihlâli anlamına gelecektir. Dolayısıyla, karar verilmesi gereken ilk konu, sokağa çıkma yasaklarının hukukî dayanaktan yoksun olup olmadığıdır.

AYM’nin Cizre başvurusu ile ilgili son kararında bu konuda ne dediğini henüz bilmiyoruz ama, bundan önce, Ayşe Çelik kararı ile Barış İçin Akademisyenler tarafından yayınlanan "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı bildiri nedeniyle yapılan başvuru kararlarında konuya değindiğini biliyoruz. Bu kararlarında AYM, sokağa çıkma yasaklarının hukukî dayanağı ile ilgili doğrudan bir değerlendirme yapmamakta ama, örneğin ilk derece mahkemelerine atfen "hendek olayları" nedeniyle bölgede bir "olağanüstü durum" meydana geldiği görüşünü zikretmektedir. Ayşe Çelik kararından alıntı yaptığı Bildiri ile ilgili kararında, Bildiri’nin içeriğine katılmanın mükün olmadığını ısrarla vurgulayan AYM’nin bu vurgusunda önemli dayanaklardan biri "olağanüstü durum" tanımlamasıdır.

Sonuçta, bu iki kararda da başvurucuların ifâde özgürlüklerinin ihlâl edildiğine karar vermiş olan AYM, karar metni içinde "sokağa çıkma yasakları"nın hukukî dayanağı ile ilgili bir tartışmaya girmemekte ama, yasakların hukuka uygunluğunu düşündüğü izlenimini vermektedir. Karar, "hukuk devleti" açısından olumludur ama kararın içinde, bölgede "olağanüstü durum" meydana geldiğini tesbit eden "mahkemelere göre devlet hukuka uygun hareket etmektedir" görüşünü aktaran AYM’nin, sokağa çıkma yasaklarının hukukî dayanaklarının bir değerlendirmesini yapması ve bu bağlamda, olağanüstü hâl ilân edilmesinin de gerekip gerekmediği tartışmasına girmesi beklenirdi. Böyle yapmayıp, sâdece "devletin hukuka uygun davrandığı" görüşünü zikretmekle yetinmesi, Cizre için daha önce tedbir talebini reddederken sergilediği AYM’nin, "devletin beyanı esastır" yaklaşımını koruduğu izlenimi uyanmaktadır.

AYM’nin bu bağlamda ele alınması gerektiğini düşündüğüm son kararlarından biri de, Eğitim-Sen mensubu bâzı öğretmenlere verilen disiplin cezalarıyla ilgilidir. Türkiye’nin de mensubu olduğu UNESCO tarafından her yıl 21 Şubat’ta kutlanan Dünya Anadili Günü münâsebetiyle, Eğitim-Sen’in çağrısına uyan bâzı öğretmenler, derslerinde anadilinin anlamı, önemi ve eğitim dili olarak değeri ile ilgili açıklamalar yapmışlar ve bu nedenle idârecileri tarafından kınama ve aylıktan kesme cezâlarına çarptırılmışlardır. Konuyu AYM’ne taşıyan öğretmenler ise, bu cezâlar nedeniyle ifâde özgürlüklerinin ihlâl edildiği iddiasında bulunmuşlardır. AYM, kararında öğretmenlerin "devlet memuru" sıfatlarından kaynaklanan ödev ve sorumluluklarının bulunduğunu ve bunlara aykırı hareket edilemeyeceği gerekçesiyle hak ihlâli iddialarını reddetmiştir.

Burada, AYM’nin tavrını anlamak bakımından, kararın dikkât çekici iki yönüne işâret etmek istiyorum: İlk olarak, AYM AİHM’nin bâzı kararlarını kendisine dayanak olarak kullanmaktadır. AİHM bu kararları, anadilinde eğitimin bir hak olarak AİHS tarafından korunmadığını, devletlerin eğitimde tek dil tercih edip etmemelerinin onların takdirine bağlı bir husus olduğunu, bunun AİHS kapsamında bir hak talebi doğurmayacağını vurgulamaktadır. Ancak AYM, burada AİHM’in Eğitim-Sen’in anadilinde eğitim hakkını savunduğu için kapatılması gerektiğine ilişkin olarak verdiği ihlâl kararına değinmemekte ve özellikle o kararda zikredilen Avrupa Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücâdele Komisyonu’nun konuyla ilgili raporlarından söz etmemektedir.

Yine AYM, ikinci olarak, Türkiye’de "anadilinde eğitimin Türkçe yapılacağı" türünden bir devlet politikası olduğundan söz etmektedir. "Türkçeden başka hiçbir dil… Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez" hükmünün çok yanlış bir ifâdesi olan bu değerlendirme, AYM’nin burada da devletin politikasını hiç sorgulamaksızın benimsediği gözlenmektedir. Oysa, yukarıda ele aldığım Bildiri ile ilgili başvuruda ifâde özgürlüğü ihlâli yönünde karar verebilmiş olan AYM’nin burada da, Türkiye’nin üyesi olduğu bir uluslararası eğitim ve kültür örgütünün kutlamaya değer bulduğu anadili ile ilgili özel bir günde öğretmenlerin de kendi ifâde hürriyetlerini kullanarak bu kutlamaya katıldıklarını tesbit etmesinin önünde herhangi bir engel bulunmamaktaydı. İki karardaki ifâde özgürlüğü yaklaşımının çeliştiği açıktır.

Sonuç olarak, AYM’nin son zamanlarda yayınlanan ve Cizre gibi yayınlanmasını beklediğimiz pek çok kararında, kurulu devlet düzeninin veyâ mevcut rejimin pratik olarak rahatsızlık duymayacağı kararlar vermeye özen gösterdiğini, bunu belki üyelerinin siyâsî tercihleri nedeniyle de böyle ortaya koyduğunu düşünmemiz için bir hayli veri bulunmaktadır. AYM, belli ki, hem kânunların Anayasa’ya uygunluğunu denetlemek ve hem de bireysel başvuruları karara bağlamak işlevlerini yerine getirirken, insan hak ve özgürlüklerine dayanan hukukun üstünlüğü anlamında "hukuk devleti"ne uygun kararlar vermekte çekingen, hattâ çelişik kararlar üretiyor. Geriye dönük olarak, AYM’nin kurulu düzen açısından kritik önem taşıyan bâzı dâvâlarda üzerine düşeni gereği gibi yapmadığı yönünde AİHM tarafından yapılan tesbitleri hatırladığımızda, gelecek açısından çok da ümitvâr olamıyoruz doğrusu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi