Türkiye’den giden geri döner mi?

Filiz Yavuz’un ‘Göçmek Ne Garip Şey Anne!’ kitabı iyisiyle kötüsüyle, umudu ve hüsranıyla, neşesi ve öfkesiyle Türkiyeli bir göçmenin gerçek deneyimini okura bizzat yaşatmayı başarıyor.

Son yıllarda Türkiye’den yurt dışına beyin göçü sıklıkla gündemde. Zira, AKP iktidarı boyunca kabaran ağır göç dalgası 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi ile sonrasındaki OHAL sürecinde de artan bir ivmeyle yükselmeye devam etti. 2017’de Türkiye’den göç eden kişi sayısı bir önceki yıla göre yüzde 42,5 artarak 253 bin 640’a ulaştı. 2018’de ise yüzde 27,7 daha artarak 323 bin 918 oldu.

Gazeteci yazar Filiz Yavuz’un Can Yayınları’nın markası Mundi Kitap’tan yarın çıkacak ‘Göçmek Ne Garip Şey Anne!’ kitabı, eğitimli kesimin Türkiye’yi neden terk ettiği sorusuna yanıt arıyor. Filiz kendi göç hikâyesi üzerinden ‘gurbet’ deneyimine odaklanıyor.

Filiz’in 3,5 yıl önce tası tarağı toplayıp eşi ve henüz iki yaşına basmamış oğlu Deniz’le Madrid’in yolunu tutuşu dün gibi aklımda. Türkiye’nin insanı bir yaprak gibi kurutup dalından koparan ikliminde, eş dost peş peşe ülkeyi terk ederken, Filiz’in vedası beni iyice kederlendirmişti. Filiz’in çok sevdiğim bir arkadaşım olması bir yana, Türkiye’nin Filiz gibi mücadele azmi yüksek ve dayanışma ruhu taşıyan insanlara ihtiyacı olduğuna inanıyordum. En basitinden, çevre mücadelesi, nükleer karşıtı mücadele Filiz’siz eksikti. "Türkiye’yi politik bir mücadele alanı olarak gören Filiz bile gidiyorsa..." diyordum kendi kendime, cümleyi tamamlamaktan korkar halde. Aslında Türkiye kadar benim de umudumu diri tutmak için Filiz’e ihtiyacım vardı. Türkiye’ye dair pamuk ipliğine bağlı umutlarım, burayı daha iyi bir yer haline getirmek için çabalayan, iş ve söz üreten insanlar giderken, birer birer kopuyordu. Filiz’in kitapta da sözünü ettiği, Madrid’e gittiğinde ‘bağlamsız, hiçbir metne ait olmayan başıboş cümle’ gibi hissetme hali, birinin gittiği her sefer, gitmeyip de kalan benim üzerime çöküyordu. Zira Filiz’in dediği gibi, ‘insan aslen toprağa değil, insana kök salıyordu.’ Filiz gibi gidenlerin kimi, köklerinin en sağlam biçimiyle Türkiye’deki arkadaşlarının, dostlarının gülüşlerinde gömülü olduğunu fark edip yalnızlık hissine kapılırken, ben ve benim gibi geride kalanlar da her gidenle beraber, biraz daha yalnızlaşıyordu. Artık hepimiz, orada veya burada, biraz daha kimsesizdik.

MEMLEKET NERESİDİR?

Elinde pusetle, İstanbul’un bozuk kaldırımları, kirli havası, trafiği, kavgası ve gürültüsüyle, yani ‘belalı ve berbat haliyle’ cebelleşip siyasetin nefret dilinden yorgun düşen Filiz için bardağı taşıran son damla 10 Ekim 2015’teki Ankara katliamı olmuştu. Deniz henüz çok küçük olduğu için son anda gitmekten vazgeçtiği Ankara’daki barış mitinginde 103 kişiyi öldürmüşlerdi. Yıllanmış bir doktora öğrencisi olan Filiz, örgütlü kötülüğün karşısında hissettiği o derin çaresizlik haliyle yurt dışında birkaç yere araştırma bursu için başvurdu. İspanya için olumlu yanıt gelince, eşi, oğlu ve üç bavulla Madrid’e yollandı.

‘Göçmek Ne Garip Şey Anne!’ adlı kitabı, Filiz’in Madrid’e gidişiyle başlıyor. Türkiye’nin 20 yıllık panoramasını Türkiye’den göçün kısa tarihi izliyor; süren göç dalgasının kökleri irdeleniyor. Hepimize sirayet eden umut ve umutsuzluk arasındaki gel gitler ve mutluluğun umutla ilişkisi ortaya konuyor. Aslen gazeteci olup çağrı merkezinde çalışan ya da mühendis olup kebapçıda mesaisini tamamlayan Türkiyeli yeni göçmenler anlatılırken, bilimsel çalışma yapma olanağı ve saygınlığı elinden alınmış, özgür bir ortamda bilim yapmak için çareyi yurt dışında arayan akademisyenlere geniş bir bölüm ayrılıyor.

Kitap, Türkiye’den göç etmek isteyenler için aynı zamanda bir kılavuz niteliğinde. Gitmenin ve gidilen yerde tutunmanın yollarına dair teknik detayların yanı sıra, sosyal ve kültürel hayata katılım ve uyum anlamında kolaylaştırıcı ipuçlarını da içinde barındırıyor. Bu bilgiler, tarihten lezzetli anekdotlar ve hikâyelerle tamamlanıyor. Özellikle Filiz’in küçük oğlu Deniz üzerinden anlattıkları insanı duygulandırsa da ne pembe ne de kara bir tablo çiziliyor. Neyse o. Kitap bütün çıplaklığıyla, iyisiyle kötüsüyle, umudu ve hüsranıyla, neşesi ve öfkesiyle Türkiyeli bir göçmenin gerçek deneyimini okura bizzat yaşatmayı başarıyor. "Memleket neresidir?" sorusunun yanıtının neden ‘insanın yurdu ana dilidir’ olduğunu, dilin sözcüklerin ötesinde yaşanmışlık anlamına geldiğini pek çok ama bence en iyi bu örnek üzerinden anlatıyor:

"Bir göçmenin en korkulu rüyası, bulunduğu ülkede herkesin bildiği ama doğal olarak kendisinin bilmediği gelenekler, festivaller, özel günler, sporlar, 1920’lerde o ülkede çok ünlü olan bir film yıldızı örneğin, ülkenin gelmiş geçmiş en kötü sesli şarkıcısı ve zamanında o ülkedeki tüm çocukların rüyasını süslemiş bir çizgi film kahramanı gibi kültürel motiflerle ilgili muhabbetlerin ortasında kalmak olarak karşımıza çıkıyor. Bunları bilmiyor oluşu büyümüş gözler, ufak çığlıklar eşliğinde hayretle karşılanıyor. Bunları bilmemesinin hayretle karşılanmasının aslen hayret edilesi bir durum olduğunu kimselere anlatamıyor. Zira bunlar öğrenilecek değil ki; çoğu çocuklukta yaşanarak edinilecek, deneyimlenecek bilgiler. 1 Nisan’ı, Milliyet Kardeş dergisini, Gırgır’ı, bayram harçlığının ne demek olduğunu, Turist Ömer’i, ‘Aman petrol’ şarkısını sorası geliyor insanın, bakalım onlar biliyor mu diye! Bilmiyorlar. Çünkü nerede misket oynadıysa, ip atladıysa, salıncakta sallandıysa, ağaca tırmandıysa ve tırmandığı ağaçtan inemediyse... nerede okulu kırıp, nerede kavga ettiyse... çocukluğunu nerede yaşadıysa ez cümle, insanın memleketi orası."

‘GURBET KAFASI FENA BİR ŞEY!’

Kitabın özellikle yemek kültürüne dair bölümlerinde mizah dozu artıyor. ‘Gurbet kafası’nın fena bir şey olduğundan dem vuran Filiz, ‘Cumartesi rakı içiyoruz’ başlıklı buluşmalarda göçmenlerin hep birlikte içli köfte doldurduğu, çiğköfte yoğurduğu ya da midye dolma yaptığını anlatıyor:

"Gurbet kafası, geçtim içli köfte yapmayı, hayatı boyunca Türkiye’de içli köfte ile rakı içmemiş insanlara dahi Avrupa’da ya da Amerika’da çiğ köfteyle rakı içiriyor. Ben de benzer bir deneyimle bir ikili olarak hayatımın ilk rakı – çiğköftesini Madrid’de, bizim rakı buluşmalarının birinde denedim. Lakin işin komiği yalnız değildim! Bizim ekipten hiç kimsenin Türkiye’de çiğ köfteyle rakı içmek gibi bir deneyimi olmamıştı."

Filiz’e göre, son dönem Türkiye’den gidenlerin göçmenlik deneyimlerini bir ölçüde birbirinden farklılaştıran unsur, Türkiye’yi ne olarak gördükleri:

"Türkiye’yi sadece memleket olarak değil de aynı zamanda politik bir mücadele alanı olarak görenler; sosyal statüden bağımsız olarak politik kimliğe sahip olanlar ve Türkiye üzerine söz üreten fikir işçileri için ise... tam da bu insanlar varlıklarını başka bir mekanda yine Türkiye üzerinden tarif etmeye çalıştıklarından, yurt dışında kendilerini yeniden var etmek diğerlerine göre çok daha sancılı ve yorucu."

TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ

Filiz’in 3.5 yıl önce süratle gittiği Madrid’den dönüşü de süratli oldu. Üstelik tam da İspanya’da sınırsız çalışma izni için başvuru hakkına sahip olacakken; tam da Deniz’in İspanyolcası artık Türkçesinden iyiyken, yurt dışında öğrenim görme ve yaşama şansı varken. Türkiye’de Filiz için bir iş imkânı belirdi. İki günde nasıl yaptıysa toparlandı, Türkiye’ye temelli döndü.

"Madrid’i elbette özlüyorum! Göçmenliğin lanetlerinden biri de bu işte" diyor, "Ama ne Madrid’e gittiğim için ne de Madrid’den döndüğüm için pişmanım. Gitmek de, kalmak da, dönmek de yaşama dairken neden pişman olayım ki?"

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi