Başka türlü bir hayatımız olabilirdi…*

Elbette önce hakka ve hukuka saygı gösteren bir iktidara ve rejime sahip olmak için mücadele etmemiz gerekiyor ve bir süre sonra buna sahip olacağız belki.

Yok yok, merak etmeyin. Sizlere Avrupa güzellemesi yapacak değilim. En nihayetinde geçmişte bazı Avrupa kentlerinde yaşamış, orada çalışmaya ve yaşamaya devam etme şansı varken çeşitli sebeplerle memlekete dönmeyi tercih etmiş bir insanım. Kavafis’in sözlerine** hayatı boyunca gönül vermiş biri olarak, Türkiye’ye dönmekle de yetinmeyip sonunda doğup büyüdüğüm şehre, Diyarbakır’a gelmişim bir de. Hele Türkiye/Yunanistan sınırında adeta yaşamla ölüm arasına sıkıştırılan, kötü muamele gören mültecilerin dramına kayıtsız kalan Avrupa ülkelerine pek çok insanın şu anda epey kızgın olduğunun da farkındayım. Ayrıca birçok Avrupa ülkesinde çeşitli göçmen gruplarına yönelik ırkçılığın, gelir dağılımında artan adaletsizliğin, sağın yükselişinin filan hep farkındayım, emin olun. Ancak tüm bunlara rağmen inkâr edilemeyecek bir gerçeklik var: Avrupa’da başka türlü bir hayat var ve biz de böyle bir hayatı yaşıyor olabilirdik.

Bir ayı aşkın zamandır Strasbourg’dayım. Fransa’da, Almanya ve İsviçre sınırlarına yakın bir Alsace şehri Strasbourg. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) dahil, Avrupa Konseyi’nin tüm birimleri ile AB Parlamentosu binasının bulunduğu yer. Çok büyük bir şehir değil. Merkez nüfusu yaklaşık olarak 300 bin, çevre yerlerle beraber ise nüfusu 700 bin civarında. Ren nehrinin etrafında kurulmuş, hemen her yeri yeşil olan; ayrıca parklar, yüzlerce yıllık binalarla dolu, bir de tramvayı olan, bisikletin ana ulaşım araçlarından biri olarak kullanıldığı bir şehir. Avrupa’daki büyük şehirlerden oldukça farklı, sessiz, sakin bir yer. Etrafı tel örgülerle çevrili, kapısında güvenlik görevlisi olan 15 katlı binaların olduğu sitelerde değil, ‘güvenliksiz’, ortalama olarak en çok 4 katlı binaların olduğu evlerde insanların güvenle yaşadığı, sitelerinin içindeki çimenlerde değil, semtlerindeki koca parklarda herkesin zaman geçirebildiği bir şehir.

Her gün evimden AİHM’e yürüyerek gidip geliyorum. Bazen işten dönerken, ayrıca her hafta sonu nehir kenarında ve parkta yürüyüş yapıyorum. Sabahları kuş sesleriyle uyanıyorum. Parktaki leyleklerin sesleri eşliğinde çiçek böcek fotoğrafları çekiyorum. Hava hala buz gibi olsa da filizlenen dallara, açan çiçeklere, doğanın uyanışına an be an tanıklık ediyorum. Derin derin nefes alıp kısa bir süre için dahi olsa bulunduğum bu yerde doğadan şifa bulmaya, epeyce bir süredir kaybetmiş olduğum yaşam enerjimi biraz olsun toparlamaya çalışıyorum. Şehirdeki pek stresli olmayan yaşam da doğrusu bana epey bir yardımcı oluyordu. Ta ki korona virüsü krizi patlak verene, burada da herkesin hayatını alt üst edene kadar…

Genel duruma dönersek eğer, geldiğimden beri bir kere bile korna sesi duymadım. İki aracın, o da etrafta pek yaya yokken son anda yanan kırmızı ışıkta geçtiğine, iki serseri sürücünün de kavşaktan dönerken patinaj yaptığına tanık oldum. Neredeyse bütün araçlar yaya geçidinden karşıya geçerken bana yol verdi. Ben de el sallayarak hepsine teşekkür ettim. Kimse yürürken bana çarpmadı; markette beklerken sıraya dalmadı. Mahkeme koridorlarında, hatta sokakta ve parkta yüz yüze geldiğimiz hemen herkesle karşılıklı gülümseyerek birbirimize yol verip selamlaştık. Hemen herkes arkadan gelen kişiyi görünce koridor girişindeki otomatik olarak kapanan kapıyı tuttu. Bütün garsonlar, kasiyerler, satış sorumluları gülümseyerek çalıştılar. Bizim günde üç kuruşa 12 saat çalışan ve bin bir dertle uğraşan, hiç arzu etmediği bir hayatı yaşayan ve saygı dahi görmeyen emekçilerimizden epey farklı görünüyorlardı. Bütün müşteriler onlara saygıda kusur etmeyip hep teşekkür ettiler. Eczane çalışanları neredeyse bir sağlık çalışanı kadar bilgililerdi. Derdimi özenle dinleyip, reçetesiz verilebilen ilaçları önüme serip önerilerde bulundular. Elbette ki burada da saygısız, görgüsüz, kompleksli insanlar vardır ama birbirine asgari düzeyde dahi olsa saygının, toplumun genel olarak içselleştirdiği bir durum olduğu bariz. Bu daha önce yaşadığım, çok büyük olmayan bütün Avrupa şehirlerinde de böyleydi.

Nehir boyunca saatlerce yürümek mümkün. Nehir kenarında huzurla oturmak da. Kuğular nehir boyunca dolanıp duruyorlar. Kenarda bir yerde oturursanız alışık oldukları için çekinmeden size yaklaşıp yiyeceğinizi onlarla paylaşmanızı bekliyorlar. İnsanlardan korkmuyorlar! İnsanlar da birbirlerinden ya da hükümetten pek korkmuyorlar. Ne her an birileri gelip sizi gözaltına alabilir diye kaygı içinde yaşıyorsunuz, ne gece gece bir arkadaşınızın evi basılıyor, ne de devlet başkanını eleştirdiniz, twit attınız diye kendinizi mahkemede buluyorsunuz. Gazeteci olmak da, insan haklarını savunmak da, muhalefet saflarında siyaset yapmak da mesele değil. Zaten herkes her an siyaset ya da insan hakları meseleleri hakkında düşünmüyor, konuşmuyor ki burada! Tamam, burada da hak ihlalleri var ama temel hak ve özgürlükler genel olarak güvence altında. Herkes iyi kazanmıyor belki ama en azından işsiz filan kalırsanız devletin sosyal güvencelerinden yararlanabileceğinizi, hemen per perişan olmayacağınızı biliyorsunuz. Bu ülkenin vatandaşları olarak en azından. Devlet kime karşı kötü olursa olsun kendi vatandaşına bariz kötülük yapmıyor sonuçta.

Ne var ki insan nereye giderse gitsin kendini de bagajlarını da yanında götürüyor. Ben Türkiye’den getirdiğim alışkanlıklarım ve korkularım nedeniyle karanlık bastıktan sonra nehir kenarında ya da parkta, akşamları aşırı ıssız olan bu şehirde yürümekten çekiniyorum. Kadınlığımı birkaç haftada unutmam mümkün değil maalesef. Ayrıca böyle bir atmosferde, her gün mahkemede mesai yaptıktan sonra kalan zamanda sözde sadece yorgun ruhumu onarmaya gayret ederek yaşamaya çalışırken, hem memleket haberlerinden bir an olsun uzak duramıyorum hem de bizim de böyle bir hayatımız olabilirdi diye düşünerek ah çekmekten vazgeçemiyorum.

Ben buradayken Osman Bey hakkında beraat kararı verildi. Hayatımda sanırım ilk defa uzun bir süre mutluluktan ağladım. 24 saat geçmeden yeniden tutuklandığı için bu defa kahrımdan ağladım. Kolum, kanadım kırıldı pek çok insan gibi. Bir sürü kadın cinayeti haberi okudum. Selçuk Mızraklı hakkında mahkûmiyet kararı verildi. 8 Mart’ta kadınların saldırıya uğradığına, son olarak da avukatların gözaltına alındıklarına ilişkin haberler okudum.

Ne huzurla yürüyüş yapacağımız koca bir park, huzur, insanlar arasında saygı var memlekette ne de insan haklarına saygı ve bağımsız bir yargı...

Bakın her şeyi, bugüne kadar yaşadığımız her şeyi bir yana bıraktım. Korona virüsüyle ilgili kriz patlak vermişken, insanlık adeta hayatta kalma sınavı verirken, bizim güvenlik güçlerimiz 8 Mart’ta barışçıl eylem yapan kadınları coplamakla, yargı mensuplarımız hak savunucusu olan avukatları mesleklerini icra ettikleri için içeri tıkmakla meşguller. Ve bu duruma ülkedeki 80 barodan yalnızca 26’sı tepki gösteriyor. Ülkenin Barolar Birliği ise bir şey demek mecburiyetinde kaldığı için gerçekten sadece ‘bir şey’ diyor. Daha önce bu konuda naçizane görüşlerimi paylaşmıştım. KHK’larla kapatılan, üyeleri tutuklanan STK’lar neredeyse insan hakları savunusu yapamayacak hale getirilmişken iktidara karşı en kuvvetli sesi çıkaran ve görece bir özerklikten yararlanan baroları ve insan hakları savunucusu olan avukatları iktidarın rahat bırakmayacağını söylemiştim. Bir yandan baro yönetimlerine yaptıkları açıklamalar nedeniyle davalar açılırken, bir yandan avukatların tutuklanması bu açıdan şaşırtıcı değil. Ve korkarım ki bu zulüm gittikçe yayılacak.

Ve bütün bunlar yaşanırken, sabahtan akşama kadar kendilerinden olmayanlara öfke kusarak, hamaset dolu naralar atan ve ülkedeki hayatı kendi yandaşları için bile daha iyi bir hale getirmeye dair tek kelime etmeyen iktidarı milyonlarca insan alkışlamaya devam ediyor. Üstelik çoğu açlıkla terbiye edilirken, geleceğe dair bir güvenleri yokken, mutsuzluk içinde kıvrana kıvrana yaşamaya devam ederken.

Kalanlarda da durum çok iç açıcı değil aslında. Büyük kısmı cinsiyetçi ve ırkçı olan ya da sabahtan akşama kadar hakkı dilinden düşürmediği halde trafikteki sürücüye, yayaya, kendisine servis yapan garsona, yanında çalışanlara, kendinden zayıf gördüğü herkese, ayrıca hayvana, çiçeğe, doğaya haksızlık yapan insanlarla dolu ülkemiz. Hemen hepsi birbirinden mutsuz olan, hakkı, hukuku, demokrasiyi neredeyse sadece kendisi için isteyen insanlarla...

Evet, başka türlü bir hayatımız olabilirdi. Ama bu düzen çok ama çok uzun zaman önce böyle kuruldu. Elbette önce hakka ve hukuka saygı gösteren bir iktidara ve rejime sahip olmak için mücadele etmemiz gerekiyor ve bir süre sonra buna sahip olacağız belki. Ama bu insanlara da doğaya da saygısı olmayan, hakkı hukuku yalnızca kendisi için isteyen hallerimiz konusunda ne yapacağız, ne yapabiliriz peki?

*Bu yazı, korona krizi iyice büyümeden önce yazılmıştı.

**… Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
‘yeni bir ülke, başka bir şehir bulamazsın, bu şehir arkandan gelecek.

Konstantinos Kavafis

*** 2 ay sürecek bir eğitim/staj programı için geldim Strasbourg’a. Biter bitmez ve tabii Türkiye’ye uçuş yasağı kaldırılır kaldırılmaz döneceğim Diyarbakır’a.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi