Her şarkı dokunur bana bu şehirde

Her şairin mutlaka bir ya da birkaç kenti ve kente dair şiiri vardır. O şiirlerde, sadece yaşanılan yer değil, anıların, hüzünlerin ve zamanın taşındığı yerdir kent.

Düştüm bir öylesi çekilmez derde,
Ne ölümü düşünürdüm, ne yaşamak korkusu,
Ne sır aradım her şeyde, ne gariplik var serde,
Ne kara sevda, ne sevmek, ne sevilmek arzusu
Artık her şarkı dokunur bana bu şehirde.

Enver Gökçe

Kent ve şiir ya da kent ve şair üzerine epeyce söz söylemek mümkün… İşin felsefi boyutundan başlayıp, sosyolojik değerlendirmeler yaparak, tarihsel bir kesitle de anlamlandırarak, ortaya teorik bir çerçeve çıkarılabilir. Ancak bana göre böyle bir çerçeve, konuya sadece kavramsal bir katkı sunar. Oysa "kent ve şiir" daha çok şairin pratiği ile anlamlı olabilecek içsel bir yolculuğun aktarılmasından başka bir şey değildir.

Kent ve şiir denilince aklıma; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın "Bursa’da Zaman", Niyazi Akıncıoğlu’nun "Edirne", "Bursa" ve "İstanbul" şiirleri ile Attila İlhan’ın "Bursa’dan Yaylım Ateş ve Sisler Bulvarı" gelir. "Gidersen yıkılır bu kent" diyen Ahmet Telli gelir. "Hastane, hapishane, kerhane, araf, cehennem,/ Şehir görünüyor bütün genişliğince" diyen Baudelaire gelir. "Bu şehir ardından gelecektir./ Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın" diyen Kavafis gelir. "Artık her şarkı dokunur bana bu şehirde" diyen gönlümün en kıymetli şairi Enver Gökçe gelir. Ne zaman kentlere dair bir şeyler düşünsem, aklım bu isimlerle buluşur. Sonra da doğal olarak kendi kentlerimi düşünürüm. Dersim’den başlayıp, Harput/ Elazığ, Diyarbakır, Kütahya, Ankara, Bolu ve İstanbul’a uzanan bir serüvene selam çakarım. Benim gibi Dersim, Elazığ ve İstanbul’a yolu düşmüş Binali Duman’ı yeniden yeniden okurum. "elazığ uzun çarşı ölüm hanım/ elazığ’ın suyu karaçalı kendisi eski ağrı" ve "iki kıta birden işgal ederdi suskunluğu/ iki kıta kadar birden boğulurdu istanbul."

Her şairin mutlaka bir ya da birkaç kenti ve kente dair şiiri vardır. O şiirlerde, sadece yaşanılan yer değil, anıların, hüzünlerin ve zamanın taşındığı yerdir kent. Gelen şair geçmişi ile gelmiştir. Anıları ile gelmiştir. Giden şair anılarını yükleyip götürmüştür. Ya da ben böyle yaşadığımdan, kente dair her şiiri de bu gözle okumaktayım. Kentler, ne çocukluğumuzun ne de gençliğimizin kentleri artık. Şiirlere konu olan kentlerin o hallerinden izler yakalamak mümkün değil. Çeşmeler gitmiş, çeşmeler duruyorsa, gürül gürül akan suyu kesilmiş, mesire yerleri kaybolmuş, denizi kirlenmiş ve şiire kala kala bohem gecelerin hareketi kalmıştır. Ekonomik değerlerle, göçle, azalan toprakla, binaların büyüklüğünden kaybolan ağaçlarla ve yığınca koşuşturmayla sallanan bir kentin, sözcüklere düşen eski hali kalmıştır.

Yine kendi pratiğime dönersem… Kent benim ait olduğum yer değil, içinde koştuğum/ koşturduğum bir yaşam biçimi. Hatta bir yaşam biçimi de değil. Haritadaki coğrafik bir nokta… İçinde bulunduğum kent beni tüketen bir yer. Zamanımı çalan, üretmemi kısıtlayan, insanlarla ilişkilerimi bozan, beni inciten bir yer. Samimiyet ve dostluğun kaybolduğu, içinden çıkamadığım bir labirent adeta. Gölgesine sığınacağım bir ağacım bile yok burada. Böyle bir yerde şiirim kentle hesaplaşır, sitem ve öfkemi dökerim oraya.

Şiirin dününe bakıldığında dingin ve baş döndüren güzelliklerle doludur dizeler. Sevgili ile anılır, sevgilinin saçlarıdır. Doğal güzellikler, kentsel estetik ve çarpıcı olan her şey vardır o şiirlerde. Bugüne doğru gelindiğinde ise ihanetlerin yaşandığı, ilişkilerin tükendiği ve sevgilinin kaybolduğu; kötü izlerin yaşandığı, ruhun incindiği bir yer ile ilişkilidir. O ilişkiyi kurduransa şairden başkası değildir. Şairin duruş yeri ve hayata bakış açısı belirler kentin şiire yansımasını. Onun ideolojik dünyası, hayatı yorumlayış biçimi, kentteki ilişkileri, yaşadığı kentin büyüklüğü, karmaşıklığı ve kalabalıklığıyla bir kent yaratılır şiirlerde.

Bir zamanların büyülü kentleri, insanın gözünü kamaştıran kentleri yerle bir edilirken, hiç kimsenin burnu kanamasa bile oradaki hafıza da yerle bir ediliyor. Hafızanın yok edildiği yer ise çürümenin başladığı yerdir. Her yer bataklıktır, gözyaşıdır, acıdır. Şiirin en sancılı, şairin en yaralı olduğu zaman dilimi, tanıklık ettiği bu kıyım günleridir. Herkesin anısının ortak olduğu yerlere öyle bir kahır bırakılır ki, sözün hükmü uçar gider. Milenko Yergoviç’in dediği gibi: "Ancak zaman geçtikçe aslında hiçbir şeyin kurtarılamadığını fark ettim. Daha doğrusu henüz veda vakti gelmemişti. Veda dediğin yavaşça gelmeliydi, her zerremde hissetmeliydim, ta ki bu şehirde, ölmüş ve bedenleri parçalanmış insanlar, tahrip edilmiş binalar ve unutulmuş bir çocukluk dışında, bana ait hiçbir şeyin kalmadığını idrak edene kadar."

Kısacası, yaşanılan yerden ziyade, zamanın taşındığı, ancak zamanda kalınmadığı yerdir kent. Geçmişin ayak izleri, anıları ve hüznü ile bir kent yaratır ve o kenti yaşadığımızı sanırız. Oysa yaşadığımız kent bizi bağrına basmaz, anılarımızı barındırmaz. Biz anlamlandırmadığımız sürece de karşılık bulmaz. Şair kendi imgelem dünyası ile bir kenti yüceltir ya da bir kenti anlamlı kılar. Özellikle bugünün kentlerinden söz ediyorum. Estetiği olmayan, gelişmişliği betonla eş değer görülen kentlerden söz ediyorum. Böyle çarpık büyüyen, mahallelerin kaybolduğu kentlere şair ne ile neyi ile girebilir? Elbette geçmişiyle ve düşsel imar planlarıyla… Geçmişin izini bulamayınca da içindeki sürgüne, içindeki özleme doğru yol alır. Hani der ya Fadıl Öztürk: "bıraktığın gibi durmuyor bu şehir/ bu şehir vurulmuş bir arkadaş gibi/ ben şehri sarınca sabah, şehir beni sarınca akşam olmuyor/ gitmekle kalmadın, benimle bu şehrin arasını açtın." Halimiz ahvalimiz bundan barettir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi