Öldüren cehalet

Doğru zamanda doğru mekânda doğru politika ve kadrolarla öngörü, planlama, önlem almak ancak akılcı yaklaşımla mümkün. Bilimin yerine iman geçerse iflas ve ölüm!

COVID-19 felaketi Türkiye toplumunun ebedi ve iflah olmaz bir zaafını bir kez daha çıkardı ortaya: Cehalet!

Eğitim şart, diyenlerden değilim, çünkü sorun çok daha derin, tarihi, toplumsal ve ideolojik nedenlere dayanıyor. Cehalet, sadece iyi eğitim alamamış, okumaz-yazmaz insanların derdi değil. Yani sadece bilgi yokluğu ya da eksikliği değil sorun. Bilinçsizlik ve vicdansızlıktan söz ediyorum yeni cahillerdeki. Bilinç ve vicdan konusunda üniversitelerde lisans ya da doktora düzeyinde eğitim verilemez ki… Ne profesörler gördüm, vicdansızdılar!

Virüs salgını konusunda, daha ilk günden, hiçbir somut veriye dayanmadan "Biyolojik saldırı" tezini ortaya atan komplo teorisyenleri kısa sürede çok taraftar buldu. Çin yönetimi, yarı-resmi bir kanaldan COVID-19’un Wuhan kentine Amerikan askerleri tarafından getirildiğini öne sürdü.

"COVİD-19’un nedenleri ve alınması gereken önlemler" konulu sempozyumu Aksaray minibüsünde gerçekleştiren teyzelerle şoför arkadaş, konuyu hemen sonuçlandırdı:

  • AİDS de, Ebola da, SARS da insan ürünü
  • Önce hastalığı yayıyorlar, sonra ilacını yapıp zengin oluyorlar
  • Koronavirusün ilacını da bulmuşlar!
  • Kim bulmuş?
  • İsrail
  • Ben demiştim, virüsü kim salmışsa, ilacını da o bulur!

İşin vahimi bu tür muhabbetler sadece minibüslerde "Allah belasını versin" bedduaları ile cereyan etmiyor. TV ekranlarında akademik ünvan sahipleri de benzeri sözler edebiliyor:

  • Koronavirus, Türk ırkına, sarı ırkta olduğu kadar etkili olamaz!

Türklerin büyük bir kısmı bunu duyunca seviniyor. Türk olmak galiba ilk defa bir işe yarıyor, sanıyorlar.

Hannah Arendt de George Orwell de yerinde saptamış vakti zamanında önemli bir gerçeği : "Diktatörlükler, cehaletin çürük toprağında çiçek açar." Bilgi özgürlüğü, cehalet köleliği güçlendiriyor çünkü. Bilinçle vicdan hürriyeti, bilinçsizlikle vicdansızlık da esareti getiriyor.

Türkler, 1071’de Malazgirt’ten Anadolu’ya girdiğinden bugüne kadar hâlâ tam olarak yerleşemediler bu coğrafyaya sanki. Söz konusu topraklar aslında zaten başkalarının toprağı. O ayrı mesele ama neredeyse bin yıldır dinle, imanla, "Bir şey olmaz abi", "İdare et yahu", "Padişahım yok yaşa", "Büyüklerimiz bilir" gibi ibarelerle yetiştirildik, büyüdük. Laçka, sorumsuz, gayrı ciddi, vurdum duymaz bir kültürün efradıyız galiba.

Toplumla kişi arasındaki ilişkiler, çobanla koyun arasındaki ilişkilerden farklı olmalı. Buranın önemli eksikliklerinden biri de birey olsa gerek. Amiyane tabirle sürü ideolojisi çok yaygın ve egemen bu toplumda. Çıkıntı, aykırı, isyankâr, hakiki ve müzmin muhalif yetiştiremiyor bu topraklar.

Cehaletin en vahim yanı, insanın kendisinin bilgisiz olduğundan haberdar olmaması. Daha da vahimi, kulaktan duyma üç bilgi kırıntısı, kanıtlanmamış iki iddiayı bilen adam ya da kadın, kendini alim diye yutturabiliyor bu kalabalığa.

Türk Tarih Tezine göre 2. Mehmet’in 1453’de Konstantiniye’yi fethetmesiyle dünya/insanlık Yeni Çağ’a girdi. Okulda bize böyle öğretmişlerdi. Ben tesadüfen Lise 3. sınıfı Fransa’da okuduğum için bu tezin sadece Türklere has olduğunu anladım. Halbuki dünya tarihi, dünyanın her bir ülkesi için üç aşağı beş yukarı aynı olması gerekmez mi?

Aslında çok da yeni bir olgu olmayan küreselleşmeye rağmen bizde çok fazla "nev-i şahsına münhasır" olgu, bilgi ve yaklaşım var: Demokrasi bizi bozar! İnsan Hakları Batı’nın icadı!, LGBTİ meselesi İslamiyet’e aykırı!…diye bir sürü itiraz cephelerimiz mevcut.

1071’den 1923’e kadar bir dönem geçti. 1923’den de bugüne… Ama bana öyle geliyor ki, zihniyetlerde öyle köklü, sağlam bir değişiklik olmadı bunca zamana rağmen. Bizim 1789’umuz olmadığı için Ortaçağ’dan çıkamadık henüz tam olarak. Batı, 1789’da Kilisenin, dinin, hurafelerin egemenliğini yıkıp burjuvazi sayesinde aklı ve bilimi ön plana çıkardı. Bizde ise Diyanet İşleri Başkanı Cuma namazında kalabalığa hitap etti: Kalabalıklardan uzak durun!

Gerçeğin mizahı, absürdü aştığı günlerden geçiyoruz.

21. yüzyılda "Onların doları varsa bizim de Allah’ımız var!" diyen birisi tarafından yönetiliyor bu ülke.

Léo Ferré 1969 yılında Le Chien (Köpek) adlı şarkısında şöyle diyordu:

"Eğer Tanrı hakikaten varsa
Vitamin Yoldaş
Bakunin’in dediği gibi
O’ndan kurtulmak gerek"


Allah kurtarsın!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi