Faşizm yazıları (1) - Yıkma, yok etme… zulmün hazzı
Faşizm bir: ruhsal örgütlenme biçimi, nesne ilişkisi tarzı, saldırganlığın meşrulaştırılması, utancın işlenememesi, suçluluk yerine sadistik hazla özdeşleşme mekanizmasıdır. Bu nedenle faşizmle mücadele, yalnızca siyasal değil, duygulanımsal ve psikoanalitik bir mücadeledir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bazı sosyal bilimciler, ekonomistler ve neoliberaller, faşizmin tarihte bir defaya mahsus bir istisna olduğuna, artık geri dönmeyeceğine bizi ikna etmeye çalıştılar. Oysa her kuşak faşizme karşı mücadeleyi yeniden vermek zorunda. Faşizm bir kez yenildiğinde asla tamamen ölmez; toplumsal koşullar yeniden oluştuğunda geri döner. Bunun nedeni yalnızca politik değil, insanın yapısıyla, sosyal varoluşuyla ilgili: İnsan ruhsallığında faşizme yatkın bir damar da var. Irkçılık üzerine yazılarımda ayrıntılı biçimde anlattığım bu yapısal eğilimler, tarih boyunca farklı biçimlerde sahneye çıkıyor.
Bir başka sorun da faşizmin etkilerinin yalnızca faşizm dönemine hapsedilmesi. Oysa faşizm yenildikten sonra da artçı etkilerini sürdüren, iktidarda olmasa bile faşist kadroların yönetimde etkili olduğu ara dönemler vardır. Faşizm sonrası toplumların önündeki en büyük mesele, yüzleşmenin ya sınırlı kalması ya da hiç gerçekleşmemesidir. Yeniden kurma coşkusuyla yıkımın yarattığı ruhsal enkazın hızla örtülmesi… Almanya’nın savaş sonrası “enkazdan yeniden doğuş” mitolojisi bunun tipik örneği. Toplumsal iklimde yıkım değil, yüksek bir enerjiyle kurulan “yeni” konuşuldu. Bu, kolektif bir savunma mekanizmasıydı: Geçmişi hızla kapatarak geleceğe doğru adeta panikle koşmak. Oysa halledilmeyen, üzerine düşünülmeyen, onarılmayan hiçbir geçmiş gerçekten geçmez; uygun koşulları bulduğunda şiddetle geri döner. 6–7 Eylül’ü es geçenler Maraş’ı, Çorum’u yaşarlar… Ermeni Soykırımı’nı konuşamayanlar on binlerce Kürdün ölümüne seyirci kalırlar.
Son yıllarda faşizmin yeniden yükselişe geçmesiyle Almanya’da bu konuda çok sayıda araştırma yayımlanıyor. Psikanalizde de faşizmin yapısal nedenleri yeniden tartışılıyor. Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan ve kısa sürede bestseller olan Zerstörungslust (Yıkım Arzusu, 2025; Carolin Amlinger & Oliver Nachtwey) bu tartışmanın güncel bir örneği. Bu yazıda kitabın bazı temel tezlerini Türkiye’deki faşizm pratikleriyle birlikte düşünmeyi deneyeceğim.
Kitabın alt başlığı bile önemli bir çelişkiye işaret ediyor: “Demokratik faşizmin elementleri.” Burada kastedilen şey, çağdaş faşizmlerin yıkıcılığı ve bu yıkıcılığın kitleler tarafından arzulanması. Yıkıcılık yalnızca vandalizm değil; toplumun kurumlarının, güçler ayrılığının, hukukun, denetleme mekanizmalarının sistematik biçimde işlevsizleştirilmesi ve bu yıkımın bir başarı olarak kutlanması.
Danıştay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi, meclis… Hepsi giderek sembolik yapılara indirgeniyor; Jason Stanley’nin (2024, Wie Faschismus funktioniert, 2. Basım) ifadesiyle, faşizm kurumları işlevsizleştirip geriye yalnızca “biçimsel kabuklarını” bırakır. Kurumsal yetkinin altı boşaltılır, fakat bina, bayrak ve ritüeller korunur. Böylece halk, “kurumlar hâlâ varmış gibi” bir yanılsama içinde tutulur. Bu yıkım yalnızca kurumsal değil, epistemik bir yıkımdır. Stanley’nin “epistemik kriz” dediği süreç tam da budur: Hakikati üreten kaynaklara —yargı, medya, bilim— sistematik biçimde güven kaybettirilir. Bu aşamada iktidar gözümüzün içine bakarak yalan söyler; iftira atar. Herkes bunun yalan olduğunu bilir ama Stanley’nin belirttiği gibi, faşist siyaset için önemli olan yalanın doğruluğu değil, itaati sınamasıdır.
Yalan söylemek artık bir ahlaki sorun değil, “sıradan bir politik teknik” gibi görünür. Çünkü epistemik zeminin çöktüğü yerde ahlaki ölçütler de kayar. Bu ortamda insanlar ciddi bir yanılgıya düşer: Birinin başkalarını yalancılıkla suçlaması, onu otomatik olarak dürüst kılar sanılır. Stanley, faşist retoriğin en etkili yöntemlerinden birinin bu olduğunu söyler: Suçlayanın masum olduğu izlenimi yaratmak. Oysa bir yalancı da başkasının yalanını açığa çıkarabilir. Fakat sürekli hedef gösterme, sürekli düşman ilan etme, sürekli “ötekilerin komplosu” anlatısı, kitlenin zihninde şöyle bir denklem kurar: “Suçlayan haklıdır; suçlayan masumdur.” Erdoğan ve Trump’ın retoriği tam olarak bunun üzerine kurulur. Hedef gösterdikleri her figür — “hain”, “yalancı”, “terörist” gibi etiketlerle— kendi konumlarını otomatik olarak “doğruyu söyleyen”, “millet için savaşan” bir pozisyona taşır. Taraftarların onları dürüst görmesinin arkasında da tür hileler vardır. Faşizmin hilesi tam burada çalışır: Hakikatin yerini suçlamalar alır; suçlamanın kendisi “kanıt” gibi işler; suçlayan ise otomatik olarak aklanmış sayılır.
Muhalifler, faşist liderlerin yalanlarını ortaya çıkarmanın sistemi zayıflatacağını sanıyor; oysa bu tür “deşifre etme” hamleleri çoğu zaman faşist liderlerin başarısının bir parçası hâline gelir. Trump’ın her skandaldan güçlenerek çıkması bunun tipik bir örneğidir. Bir milyarder olmasına rağmen hâlâ “elitlere karşı savaşan adam” olarak görülüyor; cinsiyetçi çıkışları bile sistemin ikiyüzlülüğüne karşı bir tür “isyan” gibi yorumlanıyor.
Bizde de benzer bir tablo var. Para makineleri skandalı bile, düzen dışı ama alternatif bir “meşru güç elde etme biçimi” gibi sunulabiliyor. Erdoğan’ın yalanlarının yalan olduğunu bilmeyen yok—ama bu bilgi onu zayıflatmıyor. Her yalan, paradoksal biçimde, onu daha güçlü kılıyor. Yöneticiden çok emlakçı gibiler: Sürekli bir şeyler pazarlıyorlar, bir hikâye, bir umut, bir düşman, bir gelecek… Jason Stanley, faşizmin başarısını incelerken faşistlerin yolsuzluğu kendi doğal hakları gibi gördüklerini vurgular. Bu nedenle faşist liderlerde yolsuzluk ve hırsızlık, klasik anlamda arlanma ya da suçluluk duygusu yaratmaz; tam tersine, güçlerinin bir göstergesi olarak işlev görür. İşin ironik yanı, iktidara gelirken neredeyse tüm faşist liderlerin yolsuzlukla mücadele edeceklerini vaat etmesidir. Mussolini, Trump, Orbán, Bolsonaro, Modi, Erdoğan… Hepsinin ortak noktası, yolsuzluğu hem bir yönetim aracı hem de bir hak gibi sahiplenmeleri; buna rağmen “temiz toplum” iddiasıyla taraftar mobilize edebilmeleridir.
Ahlaki, dini, ulusal değerlerin tümü bu yıkımdan payını alıyor. Bayrak ve vatan artık bir slogan değil, adeta bir pazarlama tekniği. Demokratik faşizm eskiyi yıkıyor ama yerine yeniyi koymuyor. Hırsızlığın ayıp olmaktan çıkarılması yerini yeni bir etik değere bırakmıyor; böylece ahlaksızlık yeni bir norma dönüşüyor. Binlerce insanın sınav sorularını çalması, akademik unvanların parayla alınması artık “normal.” Ben bile “doktor unvanı satın almak için tüccar aradığımı” söylerken aslında bu çürümenin ne kadar kanıksandığını fark ediyorum: İlk kızgınlık kısa sürede “benim neyim eksik?” hissine dönüşüyor.
Medyada her gün binlerce haber dolaşıma giriyor; bunların bir kısmının yanlış, eksik, kasıtlı ya da yanıltıcı olması kaçınılmaz. Aynı şekilde mahkemeler her gün binlerce karar veriyor ve bu kararların bazılarının hatalı olabileceği zaten sistemin ön kabulü—bu yüzden üst ve itiraz mercileri var. Bilim de benzer bir ilkeyle çalışır: Hata olasılığı baştan kabul edilir, hatta bilimin ilerlemesi bizzat bu hataların tespit edilmesine dayanır. Faşist liderler ise tam da bu “hata payı”nı kendi lehlerine kullanır. Kurumların, bilimin, medyanın güvenilirliğini sarsmak için bu hataları seçerek, bağlamından kopararak ve yüksek sesle teşhir ederek bir güven erozyonu yaratırlar. Her kurumun doğasında bulunan yanılabilirlik, faşist söylemde kasıtlı bir “çürümüşlük” kanıtına dönüştürülür. Bir süre sonra toplumun kurumlara duyduğu güven zayıflar; hakikatin nerede olduğunu ayırt etmek güçleşir. İşte bu aşamadan sonra otoriter liderler istedikleri yalanı kolaylıkla yaygınlaştırabilir. Çünkü o yalanı sorgulayacak mekanizmalar—bağımsız medya, özerk bilim, yargı denetimi—ya itibarsızlaştırılmıştır ya da sistemli biçimde ortadan kaldırılmıştır. Bu noktada gerçeklik, liderin ağzından çıkan sözle tanımlanır; hakikat bir araştırma konusu olmaktan çıkar ve bir iktidar beyanına dönüşür.
Demokratik faşizmlerde seçimler var ama özgür basın ve güçler ayrılığı yok; seçimler sürekli manipüle edilebiliyor. Kazanan, “Yüksek Seçim Kurulu’nun kazanan ilan ettiği kişi.” Geleneksel faşizme karşı mücadele etmeleri beklenen neoliberal, muhafazakâr, sosyal demokrat partiler ise faşizmi geriletmek yerine onun söylemlerini üstlenerek faşizmi daha da güçlendiriyor. Yani bu partilerin faşizme ciddi itirazları olmayabiliyor çünkü bu partiler faşistlerden de oy almanın derdindeler.
Geleneksel faşizm, tarihsel olarak doğrudan sol hareketlerle mücadele ediyordu. O dönem solun kitlesel örgütlenme kapasitesi, sınıf temelli siyasetin gücü ve sendikal hareketlerin etkisi faşizmin başlıca hedefini belirliyordu. Günümüz faşizmi ise solun toplumsal ağırlığının zayıflaması nedeniyle artık sol ile değil, daha çok liberalizmle savaşıyor. Fakat liberal güçler, faşizmle yüzleşmek yerine çoğu zaman faşizan reflekslere kayarak bu mücadeleden “çekilme” eğiliminde. Yani liberalizm, faşizme karşı direniş üretmek yerine onun dilini, güvenlikçi mantığını ve dışlayıcı reflekslerini kopyalayarak kendi meşruiyetini korumaya çalışıyor. Son yirmi yılda faşizmin yeniden güç kazanmasıyla birlikte yalnızca siyasî alan değil, gündelik dil, toplumsal alışkanlıklar ve refleksler de faşistleşiyor. Kürtçe türkü söyleyenlere saldıran gruplara karşı liberallerin ve sosyal demokratların sessiz kalması, hatta bu faillerin devlet güvencesi altında korunması bu dönüşümün en açık göstergelerinden biri. Bazı gruplar, tarihsel faşizmlerdeki paramiliter güçlerin (NSDAP milisleri, SS, Kara Gömlekliler gibi) güncel versiyonları gibi işlev görüyor. Son yıllarda Neonazilerin saldırılarında ciddi bir artış var. Ülkü Ocakları ‘devlete yardımcı olmayı’ sürdürüyor. Devlet, bu tür paramiliter yapıların şiddetini “kullanışlı” bulduğu ölçüde, onları fiilen korur ve teşvik eder; liberal kamuoyu ise şiddeti kınamak yerine sessiz kalarak kendi demokratik iddiasını aşındırır. Böylece faşistleşme, yalnızca radikal sağın değil, bütün bir toplumun kültürel dokusuna sızan bir süreç hâline gelir.
Yıllar önce TV’de Dersim Soykırımı tartışılırken devlet ideolojisini savunan bir isim şöyle diyordu: “Evet, bunlar oldu, yanlışlar oldu ama devlete isyan ettiler; devlet kendisini savunuyordu.” Yani bazı dönemler en azından bir suçluluk ve mahcubiyet dili vardı. Bugünkü faşistler ise “oh olsun, iyi ki yaptık, yine yaparız, bu bizim hakkımız” diyorlar. Bu söylem, yıkıcılık arzusunu, yani yıkma isteğinin verdiği haz ve adeta bir ‘yıkma orgazmı’nı açık biçimde ifade ediyor. Suçluluğu, utancı ve savunmacı pozisyonu ortadan kaldırıyor; tarihsel olayları günümüz ve gelecek için bir tehdide dönüştürüyor.
Geleneksel faşizm düzeni açıktan hedef alıyordu. Naziler ne yapacaklarını açıkça söylediler. Günümüz faşizmi ise düzeni “yeniliyoruz” diyerek, modernleşme vaatleriyle, reform söylemleriyle kökten yıkıyor. Hikâye her zaman masum bir cümleyle başlıyor: “Benim bir yüzüğüm var…” En çok hukuku talep edenlerin hukuku yıktığına tanık oluyoruz.
Faşizmin geri dönüşünü yalnızca siyasal koşullarla açıklamak eksik kalır. Faşizm, psikoanalitik düzeyde insan ruhsallığındaki ilkel, bölmeli ve yıkıcı çekirdeklerden beslenir. Bu nedenle demokratik kurumların sağlamlığı tek başına yeterli değildir; asıl mesele, o kurumlara duygusal yatırım yapan bir toplumsal ruhsallığın üretilememesidir.
Faşizm ve psikanaliz
Klein’ın tanımladığı paranoid-şizoid konum, faşizmi anlamak için kritik bir çerçevedir. Bu konumda dünya “iyi” ve “kötü” olarak ikiye bölünür; karmaşıklığa, belirsizliğe, ambivalansa tahammül yoktur. Demokratik düzenin gri alanları, müzakere süreçleri, kural koyucu sınırlar bu ruhsallığa ağır gelir. Bu nedenle faşizm: karmaşayı parçalayarak yalın bir evren sunar, suçluyu dışarıda arar, “içimizdeki yabancı”yı yok ederek saflık üretmeyi vaat eder. Bu mekanizmada ötekine yönelen şiddet yalnızca politik değil, psişik bir boşaltmadır.
Yıkımın Hazla Bağı: Sadistik Tatmin
Amlinger & Nachtwey’in vurguladığı Zerstörungslust — yani “yıkım arzusu” — psikanalizde sadistik-saldırgan itkilerin kolektif biçimde örgütlenmesi olarak okunabilir. Faşist öznede yıkmak, artık yalnızca bir politik eylem değil, bir haz kaynağıdır. Şiddet, dövme, yok etme, aşağılama gibi eylemler: benliği güçlendiren bir omnipotens fantezisi, “yenilmezlik” ve “dokunulmazlık” duygusu, aşağılanmış, değersizleştirilmiş kendilik parçalarının “ötekine” fırlatılarak boşaltılması işlevini görür. Yani faşist söylemin soğukkanlılığı, kendi vahşetinden tiksinmeyen tonu tesadüf değildir: Bu, haz almanın donuk, dingin, sakin tonudur.
Travmatik Tarihin Dönüşü: Bastırılmamış Geçmiş
Freud’un temel tezi: Bastırılan geri döner. Toplumsal düzeyde bastırılan ise kurumsal bir hafızayla değil, kolektif inkâr ritüelleriyle yönetilir. Dersim, 6–7 Eylül, Varlık Vergisi, Maraş… Bu olayların her biri toplumun bilinçdışına itilmiş, adeta “konuşulmaz/sorgulanamaz” bir muhafaza içine kapatılmıştır. Bastırılan suçlar, suçluyu değil mağduru damgalayan bir toplumsal suçluluk yaratır. Bu suçluluk, gerçek bir yüzleşme olmadığı için inkâr, yansıtma, saldırganlık döngüsünde yeniden üretilir. Bu nedenle tarihsel şiddet yalnızca hatırlanmadığında geri dönmez; utancın işlenmediği her toplum, utancı şiddetle hafifletir.
Faşizmin temel taşlarından biri de otoriter baba arzusudur. Otoriter öznede iki dinamik bir aradadır: güce tapınma, güçsüze sadistik tahakküm. Bu, hem “güçlü babaya teslim olma” hem de “onun adına şiddet uygulama” arzusu demektir. Bu nedenle faşist lider: hem cezalandırıcıdır hem koruyucudur hem baba figürüdür hem kurtarıcıdır hem sarsıcıdır, hem güven vericidir. Liderin yalanları bu yüzden önemini yitirir: Çünkü baba yalan söylemez; o “hakikati yaratır.” Bu nedenle yalan hakikat olarak kabul görür.
Toplumsal yıkım ve ardından gelen coşkulu yeniden doğuş mitolojileri, kayıp nesnenin hızla telafi edilmesi olarak okunabilir. Almanya’nın savaş sonrası “enkazdan modernliğe doğuş” anlatısı bu mekanizmanın tipik örneğidir. Bu mekanizma: yıkımı inkâr eder, yas süreçlerini keser, geçmişi çözümlenmemiş bir travmaya dönüştürür, geleceği çocuksu bir bütünlük fantezisine hapseder. Yas tutulmayan her geçmiş, geri dönmeye yazgılıdır. Bu yüzden politik tarih, çalışılmamış yasın döngüsel geri dönüşleriyle kurulur.
Aslında faşizm sadece bir yönetim, tutum değil ruhsal bir durumdur da. Faşizmi yalnızca parti, ideoloji, seçim, yasa değişikliğine indirgemek onu eksik okumaktır. Faşizm bir: ruhsal örgütlenme biçimi, nesne ilişkisi tarzı, saldırganlığın meşrulaştırılması, utancın işlenememesi, suçluluk yerine sadistik hazla özdeşleşme mekanizmasıdır. Bu nedenle faşizmle mücadele, yalnızca siyasal değil, duygulanımsal ve psikoanalitik bir mücadeledir.
Kısacası yüzleşilmeyen geçmiş, yaşanmayan/ertelenen yas, iyi/kötü, biz ve siz biçiminde bölünmüş bir benlik, otoriter baba arzusu faşizmin geri dönüş döngüsünü oluşturur. Toplumlar ancak bu psikodinamikleri konuşabildiklerinde, yüzleşme gerçekleştirebildiklerinde ve utancı dönüştürebildiklerinde otoriter döngüyü kırabilir.
Tarihsel faşizm kendisini her zaman yenilikçi ve devrimci bir güç olarak sundu. Mussolini coşkuyla “Faşist yüzyıl”dan söz ediyordu (Zeev Sternhell, 2019, Faschistische Ideologie). Faşizmin etrafında örülen anlatı, çürümüşlüğe karşı “yeni bir doğuş”, “ahlaki arınma” ve “ulusal uyanış” iddiasıydı. Fakat bu “yenilik”, temelde yıkıcılık üzerine kurulu bir enerjiydi. Faşizm, o dönemde de bugün olduğu gibi besinini yıkımdan alıyordu — ama o zamanki yıkıcılık açıktı, saklanmıyordu. Sternhell’in vurguladığı gibi insan her zaman rasyonel davranan bir varlık değildir. Faşistler de bu irrasyonel tarafı sürekli olarak bir duygusal atmosfer kurarak örgütlerler. Bu atmosfer rasyonellikten kopuk, anti-entelektüel bir ortam yaratır. Mesela rasyonel bir düzlemde hiç kimse “Türk olmanın insanı mutlu etmek için yeterli bir şey olmadığını” bilir. Ancak duygusal olarak kışkırtılmış, sloganların ritmine kapılmış bir ortamda bu tür iddiaların rahatça söylenebildiğini görürüz. Faşizm tam da bu nedenle, duygusal bir sahne yaratmak için bazı sol fikirleri bile kısıtlı biçimde içeri alır; onları kendi söyleminin alt bileşeni haline getirir.
Löwenthal ve Faşist Yakınma Dili
Leo Löwenthal (Falsche Propheten=Sahte Peygamberler, 2021) faşist liderlerin kullandığı yakınma temalarını dört başlıkta toplar:
Ekonomik yakınmalar,
Politik yakınmalar,
Kültürel yakınmalar,
Ahlaki yakınmalar.
Dış güçlerin ekonomiyi sabote ettiği, ülkenin uluslararası sözleşmelerle köleleştirildiği, aileyi yıkmak isteyen karanlık güçler olduğu, gençlerin ahlaksızlığa sürüklendiği, toplumsal ahlakın çöktüğü gibi anlatılar… Faşistler bu yakınmaları sıralayarak önce toplumda yüksek gerilimli bir duygusal atmosfer yaratırlar. Ardından kendilerini halkın avukatı, koruyucusu, kurtarıcısı olarak sunarlar. Sorunların kaynağı olarak da “ötekiler”, dış güçler, onların işbirlikçileri ve iç düşmanlar gösterilir. Çözüm ise bu ötekilerin yok edilmesidir.
Faşist anlatılarda dikkat çeken bir başka özellik de “vatanın sahipsiz olduğu” fikridir. Faşistler tam da bu sahipsizlik duygusu üzerinden kendilerini vatanın gerçek, meşru ve doğal sahipleri olarak sunarlar. “Ya sev ya terk et” sloganı, bu sahiplenme fantezisinin siyasal bir ifadesidir. Kendileri gibi düşünmeyenlerin “hain” ilan edilmesi, sürgüne zorlanması veya toplum dışına itilmeye çalışılması da aynı yapının ürünüdür. Bu anlatıda vatan sahipsizdir, halk da korunmasızdır; fakat faşist özne sahneye çıkar ve hem halkın hem vatanın “hakiki sahibi” olduğunu iddia eder. Faşist lider konuşurken aslında iki rolü aynı anda işgal eder: halkın gerçek temsilcisi ve vatanın asli sahibidir. Bu nedenle faşist ideolojide “halk” sözcüğü hiçbir zaman bütün yurttaşları kapsamaz. Sözcük, yalnızca faşistin kendi kitlesine işaret eder; geri kalan herkes “yabancı”, “bozucu unsur”, “işbirlikçi” veya “hain” kategorisine yerleştirilir. Bu bölme, ötekileştirme ve projeksiyon mekanizmalarının siyasal bir örgütlenmeye dönüşmüş hâlidir.
Zeev Sternhell, faşizmin teorisyenlerinden hareketle faşizmin iki temel unsurun birleşiminden oluştuğunu vurgular: Nasyonalizm + sosyalizm = faşizm. Buradaki “sosyalizm” kelimesi ekonomik eşitlik talebine değil, “halk adına konuşma” ve “halkı homojen, saf, bölünmez bir bütün olarak sunma” eğilimine işaret eder. Yani faşizm bir yandan aşırı bir nasyonalizme yaslanır, diğer yandan halkın “gerçek sesi” olduğunu iddia ederek bir tür sahte-sosyalist ton kullanır. Bu nedenle faşist dilde hem: vatanseverlik ve milliyetçilik, hem de “halk”, “millet”, “emek”, “sömürü”, “oyun bozan elitler” gibi sosyalist retoriğe benzeyen ifadeler yan yana bulunabilir.
Fakat bu, halkçı bir hareketten çok uzaktır; çünkü faşizm halkı genişletmez, daraltır. Faşist “halk”, yalnızca kendisine biat edenlerin toplamıdır. Dolayısıyla faşistlerin “halk” dediği şey, bölünmüş bir toplumun sadece bir yarısının idealize edilmiş yansımasıdır. Bu sahiplenme arzusunun altında önemli bir süreç yatar: Toprağı, vatanı, kültürü, tarihi ve devleti ‘kendi benliğinin uzantısı’ gibi görme. Faşist kendisini “büyük grup kimliği”ne ekler. Burada kendi sınırlarını ortadan kaldırır ‘ben’ ‘biz/millet’ olur. Burada kendinden vazgeçme var ama aslında bu vazgeçiş “narsisistik genişleme”dir. Ben’in yerini millet almıştır. Küçük/silik ‘ben’ kocaman/onurlu/gururlu/kahraman ‘biz’ olur. Faşist özne için vatan bir mekân olmaktan çıkar; benliğin sınırlarıyla birleşmiş bir “biz-nesnesi”ne dönüşür. Bu nedenle eleştiriye tahammül yoktur; çünkü eleştiri vatana değil, bizzat faşist öznenin kendisine de bir saldırı gibi deneyimlenir. Faşizmin temel stratejilerinden biri, sahipsiz bir vatan anlatısı yaratmak ve ardından bu boşluğu kendisinin doldurduğunu iddia etmektir. Bu hem politik hem duygulanımsal hem de bir sahiplenme fantezisidir.
Faşizm kitlelerin narsizmini cilalar. Faşist özne, kendisini ayrıcalıklı, üstün, kurtarıcı ve “özel bir insan” olarak deneyimler. “Bir Türk dünyaya bedeldir” türü sloganlar, bu kolektif narsizmin en yoğun ifadesidir. Tarih boyunca Türklerin hep üstün olduğu, kahramanlıkla, güçle ve seçilmişlikle özdeşleştirildiği anlatıları da bu narsistik şişirmenin kültürel malzemesini oluşturur. Faşizm burada bireysel narsizme değil, kolektif narsisizme yaslanır. Bireyin kırılgan, incinmiş, değersizleşmiş benliği; ulus, vatan ve kimlik üzerinden şişirilir. Kişi kendi hayatında güçsüz olabilir; ama “milleti büyüktür, şanlıdır, yücedir.” Bu büyüklüğün bir parçası olmak, bireye ödünç bir güç duygusu verir. Bu mekanizma üç düzeyde işler: a) Narsistik Genişleme/Büyüme. Burada, bireyin benlik sınırlarını aşıp ulusu kendi benliğinin uzantısı olarak yaşamasıdır. Bu nedenle: ulusa yönelen eleştiri kişisel bir saldırı gibi hissedilir, öteki uluslar küçültülür, tehdit kabul edilir, kendi ulusu idealize edilir. Kişi kendi yetersizliklerini, kırılganlıklarını ulusal kimlik içinde eriterek bir “büyüklük fantezisi” yaşar. b) Grandiyöz Kendilik Fantezisi: Faşizm, kitle içinde bireyselliğin çözülmesi yoluyla “grandiyöz kendilik” yaratır. Faşist özne kendini sadece bir yurttaş olarak değil, tarihin motor gücü, milletin temsilcisi, hakikatin savaşçısı olarak hisseder. “Biz üstünüz”, “biz seçilmişiz”, “biz ezilemeyiz”, “biz yenilmeyiz” gibi ifadeler, bu grandiyöz kendiliğin kitlesel biçimleridir. c) Haset ve Narsistik İncinebilirlik: Faşist anlatı yalnızca idealizasyon üretmez; aynı zamanda şiddetli bir haset de barındırır. Çünkü grandiyöz kendilik aslında kırılgandır; en küçük eleştiri, en ufak farklılık, en küçük başarı bile “aşağılama” gibi hissedilir (narsistik hassasiyet ve naristik incinme). Bu nedenle ötekine haset, ötekini değersizleştirme, öteki üzerinde tahakküm kurma arzusu sürekli canlı tutulur. Bu, faşizmin hem narsistik parıltısını hem de sadistik gölgesini açıklar.
Devam edecek…