'Polislerin kafasında kırdığım şemsiyeleri hatırlamıyorum'

28 Şubat döneminin idamla yargılanan mahkumu HDP'li Hüda Kaya ailesiyle ilişkilerini, hayatındaki kırılma noktalarını, iktidarı destekleyen 'eski yol arkadaşlarını' Artı Gerçek'e anlattı.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Bugüne kadar pek çok milletvekili ile tanıştım ama buluşmaya yalnız geleni ilk kez gördüm. Genelde asistanları, danışmanları ile dolaşan, korunaklı arabalara binen vekillerden çok farklı. Toplu taşıma da kullanıyor. Arabası da eski model Kartallardan…

Öncelikle çok genç ve güzel bir kadın. Gördüğümde şaşırdım diyebilirim çünkü fotoğraflarında çok sade ve olgun görünüyor. Örtülü ama kadınlığını da gizlemiyor; az topuklu bir ayakkabı giyiyor ve hafif bir makyajı var. Ruj çok yakışıyor mesela. Cildi gerçekten pürüzsüz ve güzel. Belli ki bakıyor. Çocuksu bir tarafı var; sizinle birlikte heyecanlanıyor, üzülüyor, seviniyor.

Bir ara kaydettiğim sohbetimiz telefondan silinir gibi oldu, kalbim duracaktı, benimle kahroldu resmen, hatta ‘merak etme, tekrar yaparız’ diye teselli etmeye çalıştı. 1 saatliğine buluşmuştuk ama 6 saatimiz birlikte geçti. Zaman zaman kahkahalarla, zaman zaman gündemden dolayı ciddiyetle…

Kahkaha atmaktan çekinmiyor, kahkahası çok zarif ve etrafını aydınlatacak güçte. Şartlardan dolayı üniversite okumamış ama zamanımızın çoğu okumuşunu cebinden çıkartır, hatta buruşturup atabilir. Kız kardeşiyle birlikte babasıyla büyümüş; babanın tek başına iyi bir iş çıkardığını düşünürken annesini tanıyalı daha 10 yıl olduğunu öğreniyorum. Meğer kadın ayrılmak istediği için çocuklarını anneden koparmış. Yüzünde bu anlamda çocukluktan kalma bir acıyı saklıyor. Annesini bulduğu için çok mutlu. Ondan bahsederken gözleri ışıldıyor. Anneyle büyüseydi nasıl bir yolu olurdu acaba diye düşünmeden edemiyorum.

YAŞAMI 'KIZIM OLMADAN ASLA' FİLMİNİ ANIMSATIYOR...

Biraz da evden çıkabilmek için Iraklı bir adamla mantık evliliği yapmış, 5 çocuğu olmuş. Boşanmaya kalktığında adamın tehditlerinden dolayı çocuklarıyla izini kaybettirmek zorunda kalmış. Onları alabilmek için verdiği mücadeleler ‘Kzım Olmadan Asla’ filmini anımsatıyor adeta.

Hayatı hep mücadeleyle geçmiş; 28 Şubat sürecini çocuklarıyla beraber hapse atılmasından tutun, idam cezasıyla yargılanmasına kadar en ağır yaşayanlardan…

İnsanların işlerine çok saygılı. Röportaj süresince çalan telefonlara cevap bile vermedi. Gözlerimin içine bakarak konuştu hep. Dokunmaktan çekinmiyor, insanlardan ellerini esirgemiyor. Çok sakin ve yumuşacık konuşuyor, ama gözlerinde savaşçı bir kadının gücü saklı. Çok naif görünse de o anda başınıza bir şey gelse aslan kesileceğini hissediyorsunuz. Vedat Arık’ın çektiği, Garo Paylan, Serpil Kemalbay ve Ahmet Şık ile birlikte Arat Dink’e kenetlendikleri fotoğraf da bunu gösteriyor zaten.

Dinciler kendisine çok tepkili ama dindarlar onu çok seviyorlar. En çok sekreter değiştiren vekil olarak adı çıkmış mecliste; bunun sebebi çok disiplinli ve müşkülpesent olması… Sekreterinin gelen herkese saygılı olması ve konumunu kendi için kullanmaması onun için çok önemli.

Konuşurken araya başka şeyler de girse kaldığı yeri asla unutmuyor. Dünya siyasetini yakından takip ediyor. Dünyayı ele geçiren faşizm dalgasının son evresinde olduğunu ve bu dalganın gidişiyle dönüşümün hızlanacağını düşünüyor.

Trump’ın karısı Melania için çok üzülüyor, kocasından iğrendiğini bunu kadın olarak yüzünden okuyabildiğini söylüyor ve ‘Allah o kadını kurtarsın, o adama nasıl tahammül ediyor’ diyor.

Aslında annesiyle nasıl bir araya geldiğini, katı bir babayla büyümenin nasıl bir şey olduğunu, Iraklı eşiyle nasıl tanıştığını, aşka inanıp inanmadığını, Pakistan’daki hayatını da soracaktım ama söyleşi bu haliyle bile uzun olduğu için vazgeçtim. Röportajın bazı yerlerinde karşımdaki cümlesini gülerek söylemişse, parantez içinde (gülüyor) yazarak bunu ifade ederim, bu söyleşide ise çoğu yerde güldüğü için hepsini ekleyemeyeceğim ama çok ciddi konuların haricindeki her cevabının başına mutlaka içten bir gülme koyun.

"ÖZ ANNEMİ TANIYALI HENÜZ 10 YIL OLDU"

Yalnız dolaşıyorsunuz; temsilcisi olduğunuz parti bu kadar çok tehdit alırken neye güveniyorsunuz?

Hiç güvenilir bir toplumda yaşamıyoruz. Bizim öyle güvenlikçiler, korumalar tutacak, güruh halinde dolaşabilme gibi bir lüksümüz de yok. Bir tane eski bir Kartal’ım var, mecbur kaldığımda onu kullanıyorum.

Kendiniz mi kullanıyorsunuz arabayı?

Çok hareket halinde olduğumuz için, sağ olsun arkadaşlar yükümü çekiyorlar ama bazen kimseyi rahatsız etmek istemiyorum ve metrobüse biniyorum. Toplu taşımayla gidiyorum.

Sizi tanıyorlar mı insanlar?

Bazen tanıyan oluyor. ‘Ay ne güzel, halkın içinde vekillerimiz’ diyenler oluyor. Ama biz şartlar gereği biniyoruz zaten mecburen.

Hakkınızda karşınızdakini dinlemediğinizi, sık sık söz kestiğinizi ve asık suratla konuştuğunuzu okudum. Bu kadar güleryüzlü olmanızı beklemiyordum.

Gerçekten mi? (Önce kahkaha atıyor, sonra bir anda ciddileşiyor) eğer çok ciddi, çok yakıcı konulardan bahsediliyorsa ve laletayin konuşanlar, konuyu tiye alanlar varsa ortamda geriliyorum. Bu gerçekten benim kaldıramadığım bir şey. Başkalarının acılarına o şekilde saygısızca yaklaşmak… Böyle zamanlarda ukala ve kibirli tavırlara karşı maalesef haddini bildirmek zorunda kalıyorum. Sözlerini kesip o kişilere haddini bildirmekten dört köşe olurum, bunu seve seve de yaparım. (Gülüyor)

28 Şubat sürecini en ağır yaşayanlardansınız. Nasıl daldınız siyasetin içine?

Aslında kendimi bildim bileli hep siyaset dünyasının içindeydim. Babam takip ederdi siyaseti. O zaman TRT’nin ana haber bültenlerini izler, olayları takip edip babam gece eve geldiğinde de onunla siyaset tartışır, kritik yapardık.

Nerede oturuyordunuz?

Nişantaşı’nda doğmuşum ama aile kökenimiz Boyabat’tan gelmiş. Annem babam ben çok ufakken ayrılıyor, biz iki kız kardeş babamla kalıyoruz.

Genelde anneye bırakılır çocuklar.

Hüda Kaya, annesi, kız ve erkek kardeşleri, oğlu ve torunu ile birlikte

Öz annemi tanıyalı henüz 10 yıl oldu ama o ayrılığın izini hala taşıyoruz tabii. Bizi ondan uzak tutmayı bir şekilde başarmışlar. Biraz krizle ayrıldıkları için yaklaştırmamışlar. Tanışıncaya kadar nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Çok büyük bir acı bu. Bunu hiçbir şeyle izah edemezsiniz. Ben de ayrıldım, çocuklarımı babalarından kaçırmak zorunda kaldım. Davayı açtım, izimi kaybettirdim. İlk kez İstanbul dışına çıkmak zorunda kaldık ve farklı bir yaşamla tanıştık o yıllarda.

Tacizci bir koca mıydı?

Boşanmayı kabul etmiyordu. Çocuklarımı vermiyordu. Onları kaçıracaktı. Yabancıydı zaten, Iraklıydı, kaçırsa ben nerede bulacaktım onu?

‘Kızım Olmadan Asla’ filmi gibi.

Aynen. Ama ben o günleri yaşarken o filmden daha ağır bir süreçten geçtim. Çok daha ağırını yaşadım. Filmi izlediğimde içimden ‘bu film de ne ki?’ dediğimi hatırlıyorum.

Aşık mıydınız peki?

Hayır. Benimki mantık evliliğiydi.

Anneniz de kimbilir neler çekmiştir?

Kesinlikle. Şu anda o acıların bedelini hala ödüyor. Çok yaşlı değil ama o yılların etkisiyle ciddi sağlık problemleri yaşıyor ve evden dışarı bile çıkamıyor. Erkek kadının bırakıp gitmesini kaldıramıyor. Bu yaşadıklarım hep siyasetin bir parçası zaten. Dolayısıyla çocukluğumdan bu yana siyasi atmosferin hep içerisindeydim. Mesela Filistin mücadelesinin sembol ismi Leyla Halid benim idolümdü o yıllarda. Hem bir sağ gelenek içerisindeydim hem ülkücü harekete girmiştim hem de…

"AİLEM DİNDAR DEĞİLDİ"

Ülkücü döneminiz ne kadar sürdü?

18 yaşıma kadar sürdü. Gençlik öncesi diyorum; milattan önce… (Gülüyor) Bir tarafta olmanız gerekiyordu o yıllarda ve seçeneksizdik. Sağ muhafazakâr bir çevre içinde yer aldık. Çünkü ya sol ya sağ yapılanmalar vardı o zaman. Kuran ile tanıştıktan sonra ülkücülüğün ırkçılık olduğunu, insanların tarağın dişleri gibi eşit olduklarını öğrendim ve böylece yeni bir yaşam felsefesine katıldım.

Kendi iradenizle mi kapattınız başınızı?

Tabii. Kuran’la tanıştıktan sonra -ailemle ciddi krizlere sebep olarak- kendi irademle örttüm. Bunu temellendirerek, araştırarak, okuyarak ve inanarak yaptım. Benim çok kitabımı yakmıştır rahmetli üvey annem.

Dindar bir kadın değilmiş demek.

Değildi. Ailem de değildi zaten. Evde ilk namaz kılan bendim.

Kadın siyasetçi olmak zaten zor ama örtülü bir kadın siyasetçi olmak nasıl bir şey?

Örtülü kadın olmanın sadece Türkiye’deki politika içinde değil, hayatın içinde çok dezavantajlı yanları vardı. Bırakın aktif bir siyasetçi olmayı, toplumda başı örtülü Müslüman bir kadın olmak bile bir bedel ödemenizi gerektiriyordu ki geçmişte hepimiz yaşadık bunları. Hayatımız boyunca yaşadık. Aileden başladı baskı, sonra toplumsal boyuta ulaştı; hapse atılmalara, idamla yargılanmalara kadar gitti. Her boyutuyla inancımıza göre bir kimlik sahibi olmanın bedelini yaşadık. Kendi ailemle beraber yaşadım üstelik. Kızlarımla, oğullarımla… 28 Şubat döneminde başörtülü aktif siyasetçi bir kadının meclisten dışarı atılmasına şahit olduk. Bugün geldiğimiz noktada ise, dün de yasaklara karşı mücadele ediliyorken, bugün de yine aynı şekilde yasaklara, haksızlıklara, adaletsizliklere karşı mücadele ediyoruz. Başörtülü bir kadın siyasetçi olarak meclise girebiliyoruz artık ama bulunduğum yer hep aynı, sadece çevremdekiler değişiyor. Dün doğru olduğuna inandığım tarafta, özgürlük, adalet mücadelesi verenlerle beraberdim, bugün de özgürlük, barış, hakikat, adalet mücadelesi veren, -etnik kimlik, inanç, dil, renk, ayırmaksızın- herkesin yanında olurum.

LGBTİ bireyleri de dahil.

Kim olursa olsun, kim haksızlığa uğruyorsa, eziliyorsa benim için yeterli sebeptir. İnsan olarak da değil, bütün canlıların yanındayım.

"GEÇMİŞTE BİRLİKTE MÜCADELE ETTİKLERİM ŞİMDİ ZULMÜN YANINDA"

Geçmişte birlikte başörtüsü mücadelesi verdiğiniz kadınların, şimdi yandaş gazetede tetikçi olarak yazmaları ve sisteme hizmet etmeleri size nasıl hissettiriyor?

Geçmişte birlikte mücadele ettiğiniz insanlar, bugün bu egemenci ve kendini meşru gören zihniyetle birlikteler, zulmü yaşamış bu insanlar şimdi zulmün yanındalar; amma meclis içindeler amma basındalar ve korkunç ifadelerde, iftiralarda bulunuyorlar.

Ünlü Kabataş yalanı mesela. Göz göre göre, insanların gözlerinin içine baka baka,Allah’ın onları bu yüzden yargılayacağını bile bile yalan söylediler.

Bunların hepsi yaşamı cehenneme çevirenlerdir. En korkunç çürüme ve yozlaşma ile bu iktidar döneminde karşı karşıya geldik. Ve bu çürümüşlüğün ve yozlaşmışlığın kibriyle aynı insanlar aynı şiddet ve nefretin diliyle bugün bize saldırıyorlar ve bunu inanç adı altında yapıyorlar. Bahsettiğiniz insanlar benim saf değiştirdiğimi iddia ediyor mesela ama benim safım hiç değişmedi; dün de ezilenlerin yanında zulmün karşısındaydım, bugün de. Değişenler, güce tapanlar oldu.

"KENDİ TORUNUMUN DA ZORUNLU DİN DERSİ ALMASINI İSTEMİYORUM"

Başörtüsüne özgürlük elbette tartışılamaz, tartışılmamalı da. Üniversitelerdeki türban da öyle. 18 yaşındaki biri kendi iradesiyle karar verecek yaştadır ne de olsa. Ama neden lise hatta ilk öğretimdeki çocukların örtünmesinin önünü açan yönetmeliğe karşı mücadele etmediniz? Sonuçta bu çocuklar 18 yaşından ufak ve kendi özgür iradeleriyle karar vermeleri imkânsız.

Bugünkü Milli Eğitim müfredatı ve dinci, Sünni, egemen bir din öğretisi üzerinden bakarsak olaya ve aile yapılanmalarına, kimse -gerek çocuk gerek yetişkin- ne anne ne baba ne koca ne kayınvalide ne devlet, kesinlikle ikinci hiçbir şahsın, kurumun hegemonyası ya da emrivakiliğiyle kendini şekillendirmek zorunda kalmamalı. Devletin dayatmacı sistemiyle, genellikle Alevi toplumunun karşı çıktığı zorunlu din eğitimi çerçevesinde, toplumun bütün evlatlarını, kendi tespit ettiği din öğretisiyle şekillendirmesine nasıl karşı çıkmamız gerekiyorsa, Küçük yaşta iradesi dışında örtünmeye de karşı çıkmalıyız. Hiçbir mezhebe tabii olmayan, sadece ilahi mesaja ve vicdanına inanan bir Müslüman olarak, kendi çocuğumun ve torunumun da bu sistemin öğrettiği zorunlu din dersini almasını istemiyorum. Benim reddettiğim, itiraz ettiğim gelenekçi, yezidçi dinciliğin öğretilmesini istemiyorum.

Kızlarınız da kendi tercihleriyle mi örtündüler?

Onlar tamamen kendi tercihleriyle, ortaokul çağında örtündüler.

Çok ufaklarmış o yaşta örtünmek için.

Kesinlikle çok ufaklardı. Ama lisedeyken cezaevine atıldıklarında da çok ufaklardı. O bedelleri ödemek için de çok ufaklardı.

"ARIK ORADAKİ BİR SALİSEYİ YAKALAMIŞ"

Cumartesi Anneleri’nin yasaklanan 700’üncü hafta eyleminde Vedat Arık’ın çektiği, içinde sizin de olduğunuz fotoğraf Musa Anter ödülü aldı. Fotoğraf Yunan tragedyasından bir sahneyi andırıyordu adeta. Bir de her türlü sembolizm var içinde.

Vedat Arık'ın Cumartesi Anneleri etkinliğinde çektiği görüntü

Evet, her tür sembolizm var. O çok farklı bir gündü. Sürekli bir hareketlilik vardı; belki saniyeler içerisinde oldu her şey ve Arık oradaki bir saliseyi yakalamış.

Caravaggio tablolarına benzetmişti biri fotoğrafı. Çok ulvi bir görüntü.

Gerçekten çok ulvi. Kutsal bir görüntüydü gerçekten. Kadın, erkek, kimlik, inanç, tam bir insanlık dayanışmasına şahitlik eden bir andır o. O nasıl bir fotoğraftır, o nasıl bir andır ya! Kutsallıklar adına şiddeti teşvik edenler, nefreti pompalayanlar, kutsallıkları istismar ederek insanların dünyalarını cehenneme çevirenler, ruhlarını bölenlere karşı o fotoğraf gerçek kutsallığın simgesidir. O görüntü kadar beni çok derinden etkileyen bir fotoğraf daha var; Arat’le el ele birbirimize yapıştığımız fotoğraf… Nasıl tutuşmuşuz birbirimize, çok duygulanmıştım.

Geçtiğimiz haftaki Cumartesi Anneleri eylemindeki polisin hunharca sizi ittiği videoyu izledim. İttiği andaki hissiz surat ifadesi çok net. Sonra sizin akabinde verdiğiniz tepkiye dikkat ettim asıl; o kadar kadınca, o kadar annece ki, sanki yaramazlık yaptığı için oğlunuzun eline vurur gibi!

(Kahkaha atarak) Bütün gücümle indirdim ama çok şükür. O beni itme hakkını nereden buluyorsa ben de ona vurma hakkını oradan buluyorum. Bu polise ilk vuruşum değil tabii; ilk itilmem de değil. Mücadele içerisinde polislerin kafasında kaç tane şemsiye kırdığımı hatırlamıyorum bile. Isırdığım, tokatladığım polisler var. Artık o anda kendini savunmak için elinde ne imkân varsa onu kullanıyorsun. Bayağı nefsi müdafaa, öz savunma yapıyorsunuz gerek hayatınızdaki erkeğe karşı gerek toplumsal anlamda iktidarcı, erkekçi yapıya karşı. (Kahkaha atarak) Şimdi o anı yaşarken bunu hissedemiyorsunuz, farkında değilsiniz ama oğlum Muhammed Cihad’la videoyu izledikten sonra, ben kendim saatlerce güldüm. Bu nasıl bir vuruş, dedim kendi kendime. İzleyen herkes gülüyor. Muhammed Cihad "o görüntüyü paylaşıp ‘polisin o anda ne hissettiğini çok iyi anlıyorum’ diye bir tweet atacağım" dedi. Çocukluğunu hatırlamış. (Gülüyor)

Annelerden korkuyorlar bayağı.

(Gülerken bir anda ciddileşerek) yani düşünsenize Emine anneyi, 80 yaşına yakın bir kadını bile kollarından sertçe tutarak, gözaltına alabilen bir zihniyetle karşı karşıyasınız. İçeride hala 80 yaşında insanlar, kadınlar var. Şimdi, senin annen yok mu? Sen annenin elini öpmüyor musun, saygı göstermiyor musun? Kötü söz söyletir misin annene? E, bu karşındaki insanlar da birilerinin anneleri değil mi? Annen yaşındaki, belki de anneannen yaşındaki kadınlara insanlık dışı muamele yapıyorsun. Ve içimi acıtan görüntülerden bir tanesi, o Emine annenin götürülüşünde konum alan güvenlik güçleri arasında başörtülü kadın polisler vardı. Biz yıllarca insanlar ve başörtülü kadınlar kendilerini nasıl özgür hissediyorlarsa öyle yaşayabilsinler diye en ağır bedelleri ödeyenlerden biriyiz. Hayatımızı vakfedercesine, her şeyi göze alarak bu mücadeleyi verdik. İdamlar bile vız geldi bize. Biz başörtülü kadınlar hayatın her alanında olabilsinler diye mücadele ettik; insanlara, annelere kelepçe taksınlar, onları yerde sürüklesinler, yaka paça tutup götürsünler, insanlara zulmetsinler diye etmedik. Bugün başörtüleriyle zulmeden noktadalar.

"EĞER ZALİMLİĞİ TEŞVİK EDEN BİR ALLAH VARSA BEN ONA İNANMIYORUM"

Gözaltına alınan Boğaziçili öğrencilerle yaptığım röportajda, çocuklardan biri onları döven polislerden birinin oruçlu bir başörtülü kadın olduğunu, amiri sorduğunda çocuğun başını cama vura vura ‘bu p.çleri dövmekle oruç bozulmaz, sevaptır hatta’ dediğini söylemişti. Allah böyle yapanları daha mı çok sever?

Olur mu öyle şey? Allah’ın seni seveceğini mi zannediyorsun? Eğer seviyorsa bu iktidarcı, erkekçi, egemenci bir Allah’tır. Nefreti, şiddeti, zalimliği teşvik eden bir Allah varsa, ben o Allah’a inanmıyorum. Onların kendi alemlerinde yarattıkları bir Allah var. Irkçı, erkekçi, şiddeti, nefreti, kini, tecavüzü meşrulaştıran bir tanrı var onların dünyasında. Ben bunu mecliste yüzlerine de söylüyorum. Süleyman Soylu’nun da olduğu komisyonda yüzlerine söyledim. İnsanları eşitleyen, canı kutsayan, karıncaya bile zarar verdirmeyen bir Allah’a inanıyorum ben. Besmele çekiyorlar utanmadan. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla diyorlar; özünde merhametli, işinde merhametli, yaratan Allah’ın adıyla… Besmeleyle kurdele kesenler, bu geçtiğimiz Ramazan ayının arifesinde ‘merhamet etmeyin, merhamet ederseniz merhamet edilecek hale düşersiniz’ dediler. Besmeleye inanan, besmeleyle ifade edilen bir yaratıcıya inanan asla bunu söyleyemez. Asla.

"ROBOSKİ BENİM KIRILDIĞIM NOKTALARDAN BİRİDİR"

Gözaltındayken oğlunuz Muhammed Cihad’ın omurgasını kırmışlardı. Bir anne olarak hissettiklerinizi düşünemiyorum. İnsan merak ediyor, oğlunuzun ismini neden Cihad koydunuz?

Onun küçüğü de Muhammet Mücahid. Bu isimleri de bizzat kendim koydum. Kuran’la tanıştıktan sonra evde devamlı bir çatışma yaşıyorduk, biraz da o çatışmadan kaçabilmek için bir mantık evliliği yaptım. İnançla, Kurani kavramlarla yeni tanışmıştım ve Cihad da en sevdiğim kavramlardan birisiydi. Cihad, yeryüzünü barış yurduna çevirmek için, bu yolda insanın önüne çıkan aykırı tüm engellere karşı verilen tüm mücadele demek. Siyasi kimliğimden evvel, barış, din, etnik kimlik, cinsiyet, inanç özgürlüğü adına gerek kalemimle gerek dilimle gerek varlığımla ne mücadele verdiysem o cihaddı ve şimdi de haksızlıklarla ettiğim mücadelenin bir cihad olduğuna inanıyorum. Kuran’da bahsedilen şiddete dayalı mücadeleler Cihad olarak geçmez, ‘kıtal’ yani savaş olarak geçer.

"OĞLUMLA KANDİL'E GİDERKEN YOL PARAMIZI BİLE BORÇLA TEMİN ETTİK"

2013’de oğlunuzla beraber Kandil’e gittiğinizi ve orası hakkındaki görüşlerinizi yazdığınızı biliyoruz. Oraya neden gittiniz ve orada nasıl bir dünyayla tanıştınız?

Oraya gittiğim o dönem de sancılı dönemlerimden biridir. İslamcı camiadayım, Roboski yeni yaşanmıştı. Müslümanlar bir gün iktidar olursa, bize yapılan adaletsizlik ve haksızlıkları bizlerin başkasına yapmayacağına inanıyordum. İktidar olunduğunda ise bunun gerçekleşmeyeceğini, kin ve nefret dolu bir anlayışla hareket edildiğini gördüm. Sorgulamalarla beraber Roboski benim kırıldığım noktalardan biridir. Cezaevi süreçlerinde Kürt siyasi hareketinin farklı örgüt yapılanmalarının gerçekliği ile de biraz tanışmıştım. İnsan hakları mücadelesinde ve cezaevi süreçlerinde dirsek temaslarımız var idiyse de çıktıktan sonra bunlar daha çok insani dayanışmaya dönüşen ortaklıklara dönüştü.

Bu süreçte Roboski’yle alakalı her şeyin çarpıtıldığını gözlerimizle gördük. Biz başörtümüzle meydanlara çıktığımızda gazeteler, ‘şeriatçılar yine ayaklandı’ diye yazarlardı. Ninjalar, kara Fatmalar olarak korkunç ithamlara yıllardır zaten maruz kaldığımız için yapılan bu çarpıtmalara da şaşırmadık tabii. Bütün bu sorgulamalar içerisinde İslami camiada sözüne güvenilir birilerinin gidip onlarla konuşmasını umut ediyordum hala. İleri gelen kanaat önderlerinden beklediğim hareketi görmeyince, oğlum Muhammet Cihad ‘niye hep başkalarından bekliyorsun, madem bir sonuç almak istiyorsun, kendin gidip görüşsene’ dedi ve bir anda afalladım ama ona hak verdim.

O zaman orayla bir bağlantınız var mıydı?

Yoktu. Kandil’e ilk kez oğlumla birlikte gittik. Yol paramızı bile borçla temin ederek gittik.

Başınıza bir şey gelmeyeceğinden nasıl emindiniz?

Her şeyi göze alarak gitmiştik zaten. Bize göre ulvi bir nedenimiz vardı. Öyle yoğun sorgulamalarım vardı ki bu hepsinin üstündeydi. Gazetecilik biraz da bedel ödemeyi gerektirir; yüzleşmem, sorular sormam ve cevaplarını onlardan almam, yerinde şahit olmam gerekiyordu.

Gördüklerinizden tatmin oldunuz mu? Yani cevap alabildiniz mi sorularınıza?

Tatmin oldum sayılır. Oradan döndükten sonra yoğunlaştığım bazı konular, araştırmalar oldu. Zulmü yapanlara ve ezilenlere yönelik, tarafsız olarak kendi hizmetimi yapmaya çalışırım noktasından tarafsız kalma lüksümün olamayacağı noktaya geldim ve yerimi aldım.

"HİZBULLAH İLE DNA'MIZ UYUŞMAZ"

İdamla yargılanmanıza gelelim tekrar. Bunun sebebinin başörtüsünden değil de Hizbullah’la bağlantınız olduğu söyleniyor.

Yok, sebep tamamen başörtüsüydü. İddianameler ortada.

İnsan bu yüzden idamla yargılanır mı?

Yargılandık işte. (Gülüyor) Konca Kuriş gibi en yakın dostum, arkadaşım olan bir kadın Türkiye’deki bu yapılar yüzünden, derin güçlerle birlikte vahşi bir şekilde katledildiği gerçeği var. Ama biz dün neysek bugün de aynıyız. 10 Ekim Ankara Katliamı’nın yıldönümüydü. Delilleriyle, belgeleriyle derin devletin polisle olan ilişkileri aşikâr olduğu halde, katliamın hemen ardından ambulans yerine TOMA’ların yaralılara gaz sıktığı ortada iken, devlet bu olay için kalktı ‘kokteyl örgüt’ dedi. IŞİD’in yaptığı bütün eylemlerden sonra bile onlara terör örgütüdür demediler.

Hizbullah’la alakanız hiç olmadı yani.

DNA olarak yapılarımız uyuşmuyor bir kere.

"BARIŞ BİZLERİN YAŞAM YOLU OLMALI"

O kadar barış barış diyorsunuz fakat barış isteyince savaşı üstüne çektiğiniz bir ülkeden barışı sağlamak gerçekten de mümkün mü sizce?

Barış gelir ya da gelmez, biz görürüz ya da görmeyiz, ama bu barış istemekten vazgeçmeliyiz demek değildir. Barış sadece politik bir amaç olmamalı, bizlerin yaşam yolu olmalı. Aktif siyasete katılmadan evvel de temeli, ruhu barış olan bir inanca zaten teslim olmuştum. Yaşamım boyunca barışı, Hakk’ı, hakikati anlattım ve anlatmaya şimdi de siyasi kimliğimle devam ediyorum. Gerçekleşir mi diye düşünerek hareket etmiyorum; dünyada tek kalsam da inandığım yolda yürümeye devam edeceğim. Barışa düşman olanlara da asla teslim olmam, onların safında yer almam. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali; safın belli olsun.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seran Vreskala Arşivi