Ne olmuş Helen kıyafeti giymişse?

Koparılan fırtına üzerine Dışişleri Bakanlığı harekete geçti ve Bakan Çavuşoğlu Büyükelçi Ayşe Sedef Yavuzalp hakkında soruşturma başlatıldığını ve geri çağrıldığını açıkladı.

İki gündür medyada koparılan fırtına şu: Efendim 29 Ekim vesilesiyle Türkiye’nin Uganda Büyükelçiliği bir resepsiyon vermiş. O resepsiyonda da Türkiye’nin Kampala (Uganda) Büyükelçisi Ayşe Sedef Yavuzalp antik Yunan kıyafetlerini andıran (kimilerine göre Helen) kostümü giymiş. Büyükelçiliğin bir çalışanı da Zeus kıyafetine bürünmüş.

Fotoğrafların yansıması ile birlikte büyük medyada, milliyetçi medyada ve AKP medyasında bir kıyamettir koptu. Mesela Sözcü gazetesi birinci sayfasının neredeyse yarısını bu konuya ayırdı ve olayı skandal olarak nitelendirdi: Nasıl böyle bir şey olurdu? Bilumum kanaat önderleri de gerek sosyal medyadan gerekse köşe yazılarından durumu eleştirdiler. Mesela Hürriyet yazarı Ahmet Hakan illa bir kıyafet giyeceklerse Mustafa Kemal gibi yeniçeri kıyafetine bürünmelerini önerdi ve ekledi: Aksi halde sirk soytarısı olurlardı.

Koparılan fırtına üzerine Dışişleri Bakanlığı harekete geçti ve Bakan Çavuşoğlu Büyükelçi Ayşe Sedef Yavuzalp hakkında soruşturma başlatıldığını ve geri çağrıldığını açıkladı. Hürriyet’in haberine göre Büyükelçi Yavuzalp ise yakın çevresine şunları söylemiş: "Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu yılı ‘Troya Yılı’ ilan etmesi üzerine bu kıyafeti giydim. Kesinlikle art niyet söz konusu değil. Türkiye’nin Afrika açılımına turizm ve tanıtım boyutunda katkı sağlamak ve Afrikalı dostlarımıza Troya’yı daha yakından tanıtmak istedim…" Bu arada Hürriyet’in haberi de "Yavuzalp’in antik Yunan kıyafetiyle 29 Ekim Cumhuriyet Resepsiyonu vermesi meslektaşları tarafından da doğru bulunmadı" cümlesi ile bitiyor. Yani yorumlar yetmemiş, Hürriyet bir çivi de haberden çakayım demiş.

Yavuzalp "Kesinlikle art niyet yoktu" diyor ama nasıl bir art niyet olabilir ki zaten? Muhtemelen büyükelçiyi o kadar korkutmuşlar ki o da etrafına böyle bir söz söylemek zorunda kalmış. İşin esası ben bunda bu kadar fırtına koparılacak bir durum görmüyorum. Helen de Troya da bu toprakların kültürü, mirası değil mi? Müthiş bir tarihsel ve kültürel mirasın ve zenginliğin üzerinde oturmuyor muyuz, her ne kadar vaktimizin (yani egemen kültürümüzün vaktinin) çoğu onu budamakla, kazımakla geçtiyse de? Evet oturuyoruz.

Yani diplomasi açısından belki birkaç teknik mesele ihlal edilmiş olabilir, bilemeyeceğim şimdi, ancak Yavuzalp’in yaptığında nasıl bir skandal var? Tam tersine bu toprakların tarihini sahiplenmeye dair hoş bir jest yapmış.

Bu işlerin üzerinden nereden baksanız 5 bin sene geçti arkadaşlar. Bu meseleyle barışalım artık, olmaz mı? Efsanesi ayrı, kültürü ayrı bir zenginlik barındırıyor Troya’nın. İ.Ö. 3’üncü ve 2’inci bin yıllarda bir kültür merkezi olduğunu biliyoruz. İ.Ö. 13. yüzyılın sonlarında büyük bir yangın geçirmiş. Bu yangının Homeros’un İlyada’sında anlattığı ünlü Troya Savaşı sonucunda çıktığı düşünülüyor. Bilhassa 19. yüzyıl ortalarında yapılan kazılar sonucunda Troya’da üst üste kurulmuş yedi ayrı kültürü temsil eden, dört mimarı katın oluşturduğu, dokuz yerleşme saptanmış. Tunç Çağı’na kadar gidiyor bu yerleşmeler. Yapılan kazılarda 17 ayrı hazine bulunduğunu da ekleyelim. Ki bunların çoğu 1870’lerde bölgeye gelen H. Schliemann’ın kazılarından çıkmış. Bir not daha: Schliemann’ın bulup Almanya’ya kaçırdığı bu hazinelerden Berlin Müzesi’nde olanlar 2. Dünya Savaşı sırasında kaybolmuş.(Hatta Schliemman’ın eşi Sophia Schliemann’ın bu mücevherlerden bazıları ile süslenmiş bir şekilde çekilmiş bir fotoğrafı da var) Britannica Ansiklopedisi’nin yazdığına göre Amerikan kazılarında bulunanlar ise İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde saklanıyor.

"İlyada’nın yazıldığı andan itibaren Troya fikrinin insan radarından çıktığı tek bir on yıl ile olmamıştır. Priamos’un büyük kenti, gerek Doğu gerekse Batı için doruk ödül olarak sadece kendi döneminde değil, onun ötesinde de bir aktör oldu. Constantinus’un Hıristiyanlık’ı küreselleştirme girişiminin merkezi için Bizans’ın topografya açısından daha akıllıca bir seçim olduğunun anlaşılmasından sonra, imparator Troya’yı büsbütün bir tarafa bırakmayı içine sindiremedi. Ve bir Palas Athena suretini Konstantinopolis’in temelindeki somaki mermer sütuna koyup takdis etti. Troya gerek hayal gücünde, gerekse arkeolojik gerçeklikte surlarının sınırlarından binlerce kat büyük bir yer tutuyor." (John Julius Norwich, Antik Dünyayı Şekillendiren Kentler, Yapı Kredi Yayınları, sf. 32)

Daha uzun uzun yazılabilir konu. Neyse uzatmayayım. Böyle bir kültür işte. Bu kültürü sahiplenmek, daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak sindirmek ve kültürümüzün bir parçası olarak görmek varken, "Bu ne rezalet?" diye ortaya atılmak ne yazık ki bu topraklarda beş bin yıl sonra hakim olan ideolojinin bir refleksi.

Neyse… Büyükelçilerimiz bırakın Helen’i, gün gelsin Ermeni tanrıçası Anahit kılığına da bürünsün temennisiyle bitirelim yazıyı. Aşırı iyimser mi buldunuz? Olsun. Zaman zaman buna da ihtiyaç var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi