Céline: Hekimliğinden vazgeçemeyen yazar (II) Üslup sarhoşluğuyla vurgun yemek…

Hekimliğin temel deontolojik kuralı, 'önce zarar vermeyeceksin' ilkesidir. Yazı neşter değildir kuşkusuz. Aynı zararı veremez. Gelgelelim, eğer yazar üslup sarhoşluğuna kapılırsa…

"Bütün bunlar, bir avuç kumun silip süpürüvereceği sıradan insani pespayeliklerdir. Siz yazdıklarıma bakın." (Céline, söyleşi)

Edebiyat dilinde XX yüzyılın en köklü üslup devrimlerinden birinin yaratıcısı Louis Ferdinand Céline’in, aynı zamanda günümüzde hiçbir aklıselim sahibi insanın yüzünü buruşturmadan sayfalarını dahi karıştıramayacağı mide bulandırıcı antisemit risaleler yazabilmiş olması, yazarın ölümünden 60 yıl sonra bile hâlâ hararetli tartışmalara yol açmaktadır.

İki ayrı uca savrulanları, yani onu edebi dehası için değil tam da o ırkçı risaleleri için sevenlerle, aynı risaleler yüzünden edebi metinlerini bile şiddetle reddedenleri bir kenara bırakırsak, ortalama bir edebiyatseverin "Céline vakasına" kayıtsız kalması, "evet ama" ya da "hayır, ama" türü cümleler kurmadan konuya yaklaşması zordur.

"Céline vakası" yakın dönemde Fransa’da iki kez ciddi edebi ve siyasi çalkantılara yol açtı, haftalarca gündemden inmedi.

CELINE’İN ULUSAL ANMA LİSTESİNDEN ÇIKARILMASI

İlkinde 2011’de, yani yazarın ölümünün 50 yılında onu önce "Ulusal Anma" listesine alan Kültür Bakanı Frédéric Mitterrand, Tehcir Edilen Fransa Yahudilerinin Çocukları’nın başkanı Serge Klarsfeld’in itirazını haklı bularak Céline’in adını resmi anma listesinden çıkardığını ilan edince kıyametler koptu.

Klarsfeld itirazını şöyle ifade etmişti:

"Mesele sadece edebiyat değil, çok yetenekli bir edebiyatçı olduğunu inkâr edemeyiz. Ama işte tam da bu yüzden, yazdıkları çok ciddi zarar verdi. Bu büyük yeteneği sayesinde Yahudilerin katledilmesi yönünde bir çağrı yayınladı."

Klarsfeld’e karşı çıkan Fransız Akademisi üyesi ve Céline’in bir biyografisini kaleme alan Frédéric Vitoux ise bu kararın Stalin’in sevmediği yöneticilerin görüntülerini toplu fotoğraflardan sildirmesinden bir farkı olmadığını iddia etti:

"Evet, Céline korkunç şeyler de yazdı ama yine de Fransa’nın en büyük yazarlarından biridir. Céline’in İbranice dahil olmak üzere tüm dünya dillerine çevrildiğini inkâr etmek gülünçtür. Gecenin Sonuna Yolculuk’un İbranice çevirisini de mi yasaklamak gerekir? Ben Klarsfeld’in yerinde olsaydım, tam tersine Bagatelles pour un massacre (Bir Katliam İçin Ivır Zıvır) gibi bir risaleyi nasıl yazabilmiş olduğunu anlayabilmek amacıyla Céline’in daha da fazla incelenmesini isterdim."

Hem Céline’in dul eşi Lucette Destouches’un avukatı hem de ayrı bir Céline biyografisi yazmış olan François Gibault bu karara şaşırmadığını, çok da rahatsız olmadığını belirterek şöyle der:

"Bakan ürkütücü boyutlara tırmanan bu yangının söndürmek zorundaydı ve iyi de etti. Sonuçta, Céline’in Ulusal Anma’da ne işi var? Böyle bir resmi anmanın varlığını sorgulamak gerek aslında: İyiliğin, kötülüğün, yeteneğin ya da dehanın ne olduğunu belirlemek Kültür Bakanlığına düşmez. Céline’i zaten tüm dünyadaki okurları ve eserleri hakkında çalışan öğrenci ve hocalar yeterince anıyor. Tek geçerli anma budur."

IRKÇI RİSALELERİN YENİDEN BASILMASI

İkinci bir tartışma ise 2017 yılı sonunda, Gallimard Yayınevi Céline’in söz konusu ırkçı risalelerini (Bagatelles pour un massacre, L’Ecole des cadavres, Les Beaux Draps) tek bir ciltte toplayıp yeniden basma kararını ilan ettiğinde çıktı.

Bu metinlerin bir tarihçinin eleştirel notlarıyla ve Fas kökenli ünlü bir Yahudi yazar olan Pierre Assouline’in önsözüyle yayınlanacağını belirten Gallimard’ın gerekçesi şuydu:

"Céline’in risaleleri, Fransız antisemitizm tarihinin en alçak parçaları arasında yer alır kuşkusuz. Ancak onları sansüre mahkûm etmek, kökenlerini ve ideolojik sonuçlarının ortaya çıkarılmasına da engel olmaktadır, üstelik sağlıksız bir merak uyandırmaktadır, oysa bu alanda tek geçerli olması gereken husus, değerlendirme kapasitemizdir."

Yayınevinin bu niyetini beyan etmesi kıyametleri kopardı.

Kimisi böyle bir yayına ahlaki ilke olarak karşıydı: Irkçılık ve nefret söylemi içeren metinlerin yayınlanması söz konusu olamamalıydı. Oysa Hitler’in Mein Kampf’ı bile -mahkeme kararı gereği "içeriğinin ne olduğu konusunda okurun uyarılması kaydıyla"- serbestçe satılabiliyordu…

Kimisi Gallimard’ın eleştirel notlar için öngördüğü tarihçinin yetkinliğini sorguluyordu, eleştirel notların kalabalık bir ekip tarafından hazırlanması gerektiğini belirtiyordu.

Kimisi bu görevin bir edebiyatçıya değil de bir tarihçiye verilmesine karşı çıkıyor, bu yaklaşımın, "edebiyatçılara ait cici yazar Céline"in karşısına "tarihçilere havale edilen kaka ırkçı Céline"i çıkaran bir ikiyüzlülük olduğunu iddia ediyor, edebiyatçı olmanın sorumsuzluk getirmediğini, her şeyin hesabının verilmesi gerektiğini vurguluyordu.

Daha başkaları da Céline’in bu ırkçı yazılarının gizlenmesinin yazarın o tarihte işlediği suçu örtbas etmeye yaradığını, bu ırkçı metinlerin unutturulmasının yazara hak etmediği bir saygınlık kazandırdığını öne sürüyor ve "yayınlansınlar ki ne kadar kötü bir yazar ve ne kadar şedit bir ırkçı olduğu bilinsin" diye özetlenebilecek bir tavır takınıyorlardı.

Bazıları ise bu tartışmanın ikiyüzlülükten başka bir şey olmadığını ilan ederek, söz konusu ırkçı risalelerin zaten hem sahaflarda el altından (ama ateş pahasına!) satıldığını hem de bu metinlerin zaten sansürsüz ve eleştirel not dahi içermeden internette mevcut olduklarını, dileyen herkesin bu metinlere rahatlıkla ulaşabileceğini, üstelik bedavaya bilgisayarına indirebileceğini vurguluyorlardı. [ki öyle gerçekten]

Lucette Destouches’un avukatı Gibault ise durumun gülünçlüğünün altını şöyle çiziyordu:

"Çok ikircikli bir durum söz konusu, çünkü Gallimard yayınevi La Pléiade koleksiyonunda Céline’in Mektuplar’ını yayımladı. [2000 sayfalık bir cilt!] Buna itiraz eden yok, oysa içlerinde bayağı ırkçı ifadeler içeren nice mektup var…"

İşin hukuki boyutu da ilginç: Bu risalelerin 1943’ten bu yana yeni baskılarının yapılmasını sağlığında bizzat Céline engellemişti. Onun ölümünden sonra eşi Lucette de yakın zamana kadar bu iradeye sahip çıkmıştı:

"Céline çok yetenekli bir yazardır, bu metinler o nedenle hâlâ birilerini etkileyebilir, oysa herkesin önünde itiraf etmemekle birlikte aslında o bunları yazdığına pişmandı, yeniden basılmasını istemezdi…"

Lucette Destouches’un elli küsur yıl sonra neden 2017’de kararını değiştirdiği sorgulanabilir elbette. Her şeyden önce Kasım 2019’da 107 yaşında vefat eden Lucette Destouches o sırada 105 yaşındaydı… Kim bilir, belki eninde sonunda kaçınılmaz olduğunu bildiği bu yayının ölmeden önce kendi denetiminde yapılmasını istemişti ya da bambaşka bir nedeni vardı, ola ki muhakeme yeteneği zayıflamıştı. [kime ne?]

Bir diğer unsur şu: Céline’in yayın hakları zaten ölümünün üzerinden 70 yıl geçtiği için 2031 yılında kanun gereği serbest kalacak ve isteyen istediği gibi yayımlayacak; belki de antisemitizm endişesi olanların hiç hoşnut kalmayacakları önsözler ya da notlar ekleyecek!

Henri Godard muhtemelen bu nedenle risalelerin bir an önce, uygun eleştirel notlarla yayımlanmasından yana:

"Bu notlarda Céline’in dönemin güncel olaylarına yaptığı göndermeler, imalar ya da dönemin yayınlarından yaptığı alıntılar da mutlaka belirtilmeli. Ayrıca 1937’de yayımladığı Bagatelles pour un massacre’da söz konusu olan ‘massacre’ (katliam) Yahudilerin katledilmesini kastetmiyordu. Burada bir anlam hatası var. Céline’in aklından geçen ‘katliam’, Yahudilerin çıkmasını kışkırttıklarını düşündüğü savaşta ölecek olanların katliydi… Kabul etmeliyiz ki korkunç bir başlık seçmiş ve hâlâ bu seçiminin ceremesini çekiyor…"

Sonunda hükümet Gallimard Yayınevi’ne "endişelerini" bildirir ve bu yayının hangi koşullarda yapılacağına dair bazı "güvenceler" ister. Bunun üzerine Gallimard, "toplumda antisemitizmin hâlâ belinin kırılmadığına ve konunun hassasiyetine" dikkat çekerek bu yayından "kendiliğinden" vazgeçer. "Şimdilik" kaydıyla…

Dar anlamda "Céline vakası"nı aşan ve genel olarak edebiyatın statüsü, yayın hakları, yayın Etiği gibi konulara uzanan tüm bu tartışma ve alafranga polemikler, aslında hem yazarın hâlâ ağırlığını hissettiren edebi kimliğinin gücünün hem de risalelerde "hoş görülebilirlik" sınırını gerçekten aştığının kanıtı değil midir?

O halde olasılıkla en doğrusu, önce başa dönüp asıl soruya, yani Céline çapında dahi bir yazarın bu iğrenç metinleri nasıl yazabilmiş olduğu sorusuna yanıt aramaya çalışmaktır…

ANTİSEMİTİZMİN KARŞITLIĞININ EVRİMİ

Bu sorunun yanıtını öncelikle Céline’in ailevi ve kişisel geçmişinde, yani dönemin -XIX yüzyılın sonlarının ve XX. yüzyılın başlarının- hâkim ideolojilerinde aramak gerek. Başka bir deyişle Céline’in nasıl bir ortamda yetiştiğine, hangi düşünsel iklimin içine yoğurulduğuna bakmak gerek.

Ancak o konuyu ayrıntılı olarak ele almadan önce, ırkçılık ve antisemitizm gibi kavramların II Dünya Savaşından bu yana yaşadığı evrimi kabaca da olsa gözden geçirmekte yarar var.

Gerçek şu ki Batı Avrupa’da ve ABD’de Nazilerin Yahudi soykırımından, yani Shoah’dan bu yana antisemitizm, "utanç verici korkunç bir anı" olarak vicdanlarda yer etmiştir ve neredeyse bir tabuya dönüşmüştür. Alenen faşist ya da aşırı sağcı süfli çevreler dışında antisemitizmini kimse dile getiremez hale gelmiştir.

Bunu tersten şöyle de yorumlayabiliriz: Kendinizi açıkça -yani kör kör gözüm parmağına- "ırkçı" olarak ilan etmediğiniz sürece, özünde ırkçı ve özellikle de alenen yabancı düşmanı sözler sarf etmenizde bir sakınca yoktur, yeter ki yanına bir de Yahudi düşmanı sözler eklemeyin ve "vallahi billahi" Nazilere karşı olduğunuzu belirtin…

Başka bir deyişle, savaş sonrasında Nazizm ve toplama kampları gerçeğinin insanlarda yarattığı şok etkisi genel anlamda toplumlardaki ırkçılıkla ya da kurumsal devlet ırkçılığıyla, sömürgeci geçmişle, sömürge ve kölecilik sayesinde talanla elde edilmiş zenginlikleri işleten kapitalizmle değil, sadece dar anlamda Nazilerle ve onların kullandığı özgün antisemit söylemle hesaplaşılmasına yol açabildi -o bile ancak kısmen ve her ülkede eşit derecede değil: "Barbar Alman Nazilere" yüklenmek, kendi ülkesinde yapılan benzer uygulamaları gözden kaçırtmak için de iyi bir fırsat sunuyordu.

Son dönemde antisemitim tabusunda gedikler açıldı:

- Yeni kuşaklar, bizzat tanığı olmadıkları bu kanlı tarihe giderek uzaktan bakmaya ve bunu salt "sıkıcı bir okul ödevi" olarak görmeye başladılar.

- Filistin sorunu nedeniyle İsrail devletine yönelen tepkileri istismar eden Neo-Nazi çevreler ya da Köktendinci İslamcı örgütler, antisemit söylemi "Filistinlilerin insan hakları" sosuna bulayarak yeniden tedavüle soktu. Bunu fırsat bilen Siyonist çevreler de İsrail devletinin politikalarını eleştiren herkesi "antisemit" olmakla suçlamaya başladılar, böylece İsrailli yöneticilerin siyasi tercihlerini bile antisemitizm tabusunun koruyucu kalkanı altına sokmayı denediler. Sonuçta antisemitizm karşıtlığının inandırıcılığı aşındı.

- Kronikleşen ekonomik krizlerin yarattığı sefalet yeni günah keçileri bulunmasını emrediyordu. Göçmenler, mülteciler ve Müslümanlar bu işlevi görmeye başladılar. Gelgelelim, ırkçı söylem bu sayede enikonu "meşrulaştığı" oranda iştahı kabaran faşist örgütlerin de sesi daha yüksek çıkmaya başladı.

Örneğin Fransa’da Le Pen gibi eski Naziler, "şaka" ya da imalar yoluyla antisemit hezeyanlarını yeniden tedavüle sokmadan duramaz oldular. Yabancı ve göçmen düşmanı söylemleri tepki çeken Merkez Sağ (hatta kimi Merkez Sol) siyasiler ise bunu fırsat bilerek kendilerini "ırkçılık" suçlamasından korumaya yönelik bir strateji geliştirdiler: Le Pen tarzı eski usul antisemitleri kınamak için birbirleriyle yarışır göründüler.

İş öyle bir hal aldı ki, aşırı-sağcı Front National (Ulusal Cephe) partisinin liderliğini babasından devralan Le Pen’in ırkçı kızı bile öz babasını partiden attı! Böylece bu ırkçı politikacılar hem "lanetlenmiş Nazilerle ve tu kaka antisemitizmle" alakaları olmadığını "kanıtlayabildiler", hem de bu demokratik "meşruiyet" sayesinde yeni günah keçileri olan göçmenlere karşı fütursuzca ırkçılık yapmaya devam edebildiler.

- On yıllar boyu "mutlak kötüyü" simgelemiş olan Nazilerle tedirgin edici bağı bu şekilde koparılan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yeniden "sıradan", hatta "meşru", kabul edilebilir bir görüş halini aldı. "Utanç" unutulunca da bu demagojiye dayalı propaganda yapan partiler iktidar ortağı ya da iktidar adayı haline gelebildiler.

Günümüzde "Céline vakası" etrafında koparılan bunca fırtınanın altında bu tarz hesapların da hiçbir payı olmadığı söylenebilir mi? Yazarın bir yönüyle de bu siyasi çekişmelerin sembolik rehinesi olduğunu düşünmeden edebilir miyiz?

"OLAĞAN" IRKÇILIĞIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

Céline’in gençlik ve çocukluk yıllarında ise antisemitizm aşırı sağın ve faşistlerin (yani "aşırı uçların") tekelinde değildir: Biraz "sivri ve sevimsiz" addedilmekle birlikte, fazla tepki çekmeyen, gayrimeşru damgası yememiş, "olağan" sayılabilecek yaygın bir "görüş" sayılıyordu.

Bilim dünyasında Georges Cuvier’in bir zamanlar başını çektiği "bilimsel ırkçılığın" ön planda olduğu, yani kimi ırkların "üstün" kimisinin "aşağı" olduğunun "bilim" yoluyla -örneğin kafatası ölçerek- kanıtlanmaya çalışıldığı bir dönemden söz ediyoruz. (Genlerin 1900 yılında ancak keşfedildiğini ve bu sözcüğün dile ancak 1909 yılında dile girdiğini de hatırlatmak gerek).

Avrupa’nın her yerinde Afrikalıların ya da genel anlamda "beyaz" olmayanların Dünya Fuarlarında "insanat bahçelerinde" kafeste sergilendikleri bir dünyadır bu! (bakınız Artı Tv, "5 dakika Ara, İnsanat bahçeleri")

Örneğin 1889 Fransız devriminin ve aydınlanmanın 100. Yılı kutlamaları sırasında ya da Eyfel kulesinin açılışının yapıldığı ve 28 milyon kişinin gezdiği 1900 Paris Dünya Fuarı’nda 400 Afrikalının kentin göbeğindeki bir "insanat bahçesinde" teşhir edildikleri bir dünya… (Bu yüz karası uygulama 1958 Brüksel Dünya Fuarı’na kadar sürdürülecektir!)

1906’da köle pazarından satın alınan Kongolu pigme Otto Benga’nın New York Bronx hayvanat bahçesinde maymunların yanında kafeste sergilendiği yıllar bunlar…

Çoğu Batı ülkesinde köleciliğin ve köle ticaretinin bile ancak XIX. yüzyılın ortalarında resmen ve kesin olarak yasaklandığı, ancak sömürgelerde fiilen ve tamamen yok olmadığı bir dönemdir bu… (örneğin Fransa’da fiili köleliği mümkün kılan "zorunlu çalıştırma" yasası ancak İkinci Dünya savaşı sonrasında kaldırılacaktır)

Sömürgeciliğin ise altın çağlarını yaşadığı bir dönemden söz ediyoruz: Örneğin 30.000 kilometre karelik Belçika’nın 2,5 milyon kilometre karelik Kongo’yu kendi kralının "özel mülkü" ilan edebildiği bir dönem bu… Söz konusu Kral II. Leopold’un milyonlarca Kongoluyu "kimsenin gıkı çıkmadan" katlettirdiği, kendi zevki için ellerini kestirdiği bir dönem! (Bu cani kralın heykellerinin Belçika kentlerinden sökülmesine yönelik bir hareket ancak yakın zamanda başladı ve henüz tam sonuç alınamadı)

Amerika kıtasındaki son yerlilerin yok edildiği yıllar bunlar… Rusya ve Doğu Avrupa’da Yahudi köylerinin sürekli baskına uğradığı, Yahudilerin oradan buraya sürüldüğü yıllar… Pogrom adı verilen ve iktidarın el altından desteklediği "sivil" linç hareketleriyle katledildikleri, mallarının yağmalandığı bir dönem… [İstanbul’daki 6-7 Eylül 1955 hareketleri de bir pogromdur]

Tüm toplumu derinden sarsan "Dreyfus olayında" sahte belgelerle suçlanan Yahudi subayın onurunu savunan ve antisemitizme karşı çıkmaya cesaret eden Emile Zola’nın, ünlü "J’accuse…" (Suçluyorum) makalesi yüzünden 1898’de hâlâ bir yıl hapse mahkûm edilebildiği ve İngiltere’ye sığınmak zorunda kaldığı bir Fransa’dan söz ediyoruz…

Bir de tabii "Proleterlerin vatanı yoktur" şiarıyla 1914’e kadar aynı Enternasyonal’e üye sosyalist partilerin bir anda kendi ülkelerinin sömürgeci milliyetçiliğine boyun eğerek savaşa destek verdikleri ve milyonlarca proleteri patronların çıkarları için süngülerle, toplarla tüfeklerle ve sarin gazıyla tarlalarda ya da dünyanın öbür ucunda dört yıl boyunca birbirini boğazlamaya yolladıkları bir dünyadır bu.

Tüm insancıl değerlerini kan, bok ve kokuşmuş banka kasalarında yitirmiş bir dünya.

IRKÇI ORTAM

Céline gençliğinde anarşist akıma yakındır. Proudhon okur. Yani kapitalizmi ve düzeni lanetlerken bir yandan da "Yahudi, insan türünün düşmanıdır. Bu ırkı ya Asya’ya geri yollamalı ya da yok etmeli… Demirle, ateşle ya da tehcir edilerek, ne yapıp edip Yahudiyi ortadan kaldırılmak gerek" (1847, Defterler) diye yazabilen bir Proudhon’dur bu! (Zaten aynı Proudhon, "Kadın güzel bir hayvandır, ama hayvandır" gibi inciler de yumurtlayabilmiştir…)

XIX. yüzyılın bilim çevrelerinde "saygın" bir yeri olan ve Irklar Arasındaki Eşitsizlik Üzerine Deneme gibi "eserler" veren Gobineau gibi bir "bilimsel ırkçının" makalelerini de okur genç Céline.

İşin ilginç tarafı, Céline’in 1930’larda yakın dostluk ilişkisi kurduğu sosyalist ve ırkçılık karşıtı sanat tarihçisi Elie Faure da aynı ırk kuramlarını temel almaktadır. Ancak Gobineau "ırkların melezleşmesinin Aryen ırkı için bir felaket olacağını" savunurken, Faure bu melezleşmenin kaçınılmaz olduğunu ve sonuçta iyi bir şey olduğunu savunur.

Céline’in babası ise sıradan, ortalama bir ırkçıdır. "Yahudi tefecilere" diş bileyen birçok küçük dükkân sahibi gibi…

İşin trajik yönü, Taksitle Ölüm’de babasının ırkçı rezilliklerini bir bir ortaya dökerek onu sarakaya almış olan yazar Céline’in, bu romanın yayınlanmasının üzerinden bir yıl geçmeden çok daha beter ırkçı söylemleri kendisinin üstlenmiş olmasıdır!

Semmelweis tezinden beri hijyen konusuna meraklıdır Céline. Bu alan özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında ciddi bir gelişim gösterir. 1921’de Hijyen enstitüsü kurulur ve uzmanlığı tesis edilir.

Oysa hijyen konusuyla ilgilenen "bilim" çevrelerinde, 1934’de "Fransız Irkı" adlı bir kitabın yazarı olan René Martial’ın öncülüğünde "göçmenlerin oluşturduğu halk sağlığı risklerine", oradan da antropobiyolojiye uzanan bir yönelim söz konusudur. Martial’ın rakibi Montandon ise Nazi "ırkbilimcilerle" yakın temastadır ve birçok "hijyenci" hızla Nazilerin de sık kullandıkları "ırk hijyeni" kavramına doğru savrulur.

1935’te, aşırı sağın (Action Française) güdümünde hatırı sayılır bir Fransız hekim ve tıp talebesi grubu, yabancı hekimlerin işlerini ellerinden alması "tehdidine" karşı "pis yabancı hekim işgaline son!" başlıklı bir kampanya başlatırlar. (Sonradan Fransa’nın sosyalist cumhurbaşkanı olacak olan François Mitterrand bile bu gösteriye katılmıştır!)

Sonuç olarak genç Céline, tıpkı milyonlarca yaşıtı gibi, genel olarak ırkçı bir ortamın ve "sıradan" antisemitizmin havasını soluyarak yetişmiştir.

Gençlik çağının mektupları, bu yönelimini henüz azgın militanlık düzeyine çıkartmasa da ırkçı görüşlerin etkisi altında olduğunu yeterince kanıtlar.

Gelgelelim ondaki ırkçılık Fransız aşırı sağının geleneksel yazarları için olduğu şekliyle bir ülkü adına seçilen bir "siyasi yönelim" değildir. 1930’ların ortasına kadar örgütlü aşırı sağla, faşist gruplarla militan bir teması olmamış, aralarına karışmamıştır.

Céline ayrıca Nazi işgali döneminde milyonlarca Fransız gibi ortamı kollayarak, oportünizm gereği, döneme ayak uydurmak adına ya da korkudan Nazilere yanaşan, onlarla çıkar için iş birliği yapanlar gibi sıradan bir fırsatçı da değildir.

Irkçılık ve antisemitizm Céline’de yapısaldır. Çocukluğunda içinde yaşadığı ortamdan kaptığı, yıllar boyu ağır seyreden, adım adım iltihap toplayan ve 1937’deki ilk risaleyle birlikte patlayan bir apse gibi birden ortalığa cerahat saçan bir kronik hastalıktır.

Gerçi eğer Céline kendi köşesinde hekimlik yapmakla yetinebilseydi ya da 1936 dönemecinde yalnızca edebiyata odaklanmayı başarabilseydi, başka bir deyişle uygun kişisel ve toplumsal koşullar oluşmasaydı, semptomlarına yalnızca en yakınlarının tanık olacağı bu yapısal hastalık ille tüm bedenini sararak tüm ülkenin gözü önünde nöbet geçirmesine ve "ırkçı yazar" olarak ebediyen lanetlenmesine neden olmayabilirdi.

Gel gör ki "hijyen" merakı nedeniyle hekimliği bile ona tuzak kuracaktır…

Sonuçta, öyle ya da böyle, ırkçılık onun benliğine işlemiştir. Dolayısıyla risalelerdeki ırkçı hezeyanları "anlık bir cinnetin" etkisiyle ortaya çıkmış bir "yol kazası" olarak hafifsemek mümkün değildir.

SAVAŞA DOĞRU

1930’lara gelindiğinde tüm dünyada rüzgâr iyice ırkçılıktan, milliyetçilikten ve Yahudi düşmanlığından yana dönmüştür.

I. Dünya Savaşının ve 1929 Büyük Ekonomik Çöküntüsünün yarattığı korkunç yıkım milyonlarca emekçiyi işsiz, evsiz yurtsuz bıraktığı gibi, milyonlarca küçük mülk sahibinin elinden de malını mülkünü, dükkânını almıştır. İnsanlar çaresizdir, öfkelidir.

Zaten bu öfke ya sol partilerin, devrimci partilerin saflarına katılmak suretiyle düzene alternatif arayacaktır ya da tam tersine faşizmin ve "otoriter kurtarıcıların" kollarına sığınacak ve bir "günah keçisine" yönelecektir.

İşsiz güçsüz serseri lümpenler ve mülklerini yitirdikleri için "kudurmuş" küçük burjuvalar Nazilerin tabanını oluşturur ve bir günah keçisi arayışına girer. O dönemde Avrupa kıtasında "olağan suçlu ve baştan belirlenmiş günah keçisi" ise Yahudilerdir…

Ekonomik krizin pençesine düşen Almanya, aslında o ana kadar Avrupa’nın en gelişkin, en sanayileşmiş, hatta en uygar, en eğitimli ülkesiydi. Bölünmüş olmakla birlikte işçi sınıfı ve sol partiler diğer ülkelerden çok daha üst düzeyde örgütlüydü, donanımlıydı. İşte böyle bir ülkede Hitler’in Nazi Partisinin "önlenebilir bir yükseliş" sonucunda 1933’te iktidara gelmesi, tüm bu denklemi faşizmden yana altüst eden büyük bir şok olmuştur.

Artık dünya savaşının eli kulağındadır.

Tüm Avrupa, faşizm gerçeğiyle, Hitler’in antisemit, ırkçı hezeyanlarıyla, Nazi zulmünden kaçan Yahudi mültecilerle baş etmek zorundadır.

İtalya’da zaten Mussolini iktidardadır. Etiyopya’yı işgal eder, Hitler’le ittifak kurar. İspanya’da Franco taraftarlarıyla Cumhuriyetçiler arasında iç savaş patlak verir, Hitler’in desteğiyle Falanjistler savaşı kazanır.

Komünist Enternasyonal’e bağlı partiler önce Almanya’da sonra da İspanya’da korkunç yenilgilere uğrayacaktır, ama onları yönlendiren Stalin, Sovyetler Birliğinde iktidara tamamen hakimdir: Parti içi muhalefeti ya sürgüne yollamış ya da düzmece Moskova Duruşmaları sonrasında kurşuna dizmiştir. (Troçki de zaten 1940’da Meksika’da bir Stalin ajanı tarafından öldürülecektir)

Avrupa ve dünyayı savaşa hazırlanan totaliter rejimler sarmışken, 1930’ların sonu ve savaş yıllarının Türkiye’deki izdüşümü ise tek parti rejimi, Güneş Dil Teorisi, brakisefal Türklerin Türk Tarih tezi ve benzeri yaklaşımlar, ayrıca başta Yahudiler olmak üzere gayrı Müslümleri hedef alan Varlık vergisi ve Dersim katliamı olmuştur.

Kriz elbette Fransa’da da etkisini gösterir: 1934 Şubat ayında faşist örgütler ayaklanırlar. Tepki olarak oluşan solcu "Halk Cephesi" 1936 bahar aylarında genel grev ortamında yapılan seçimlerden sonra iktidara gelir.

Halk cephesinin başbakanı, sosyalist Léon Blum Yahudi’dir. Bu da Céline’in bir düşlemini tetikler, çünkü ona göre Almanya’dan kaçıp Fransa’ya sığınan zengin Yahudiler mallarını geri alabilmek için Fransa’yı Almanya’ya karşı yeniden savaşmaya kışkırtmaktadırlar. Solun iktidara gelmesi de savaşa giden süreci hızlandıracaktır…

Her şey olup bittikten sonra, örneğin 1957’deki söyleşisinde, Céline kendini tam da böyle savunacaktır:

"Aslında o risale [Bagatelles pour un massacre] kendimi bir kenara koyup sırf Fransızları düşünerek yazdığım belki de tek kitap. Savaş çıkmasın istiyordum. (…) Çenemi tutabilseydim çok parlak bir kariyerim olurdu ama olan oldu işte. (…) Yahudiler hakkında bir şeyler yazdım. Hitler’den intikam almak istiyorlar, savaş çıkartmaya çalışıyorlar dedim. Tamam. Ama bu bizi ilgilendirmezdi. Kendi meseleleriydi. Ama ne oldu 1939’da? Fransa ordusu darmadağın oldu."

Gel gör ki Céline’in risalelerde söyledikleri bunlardan ibaret değildi.

GECENİN SONUNA YOLCULUK’U İZLEYEN ZOR DÖNEMEÇ

Céline, ilk romanı Gecenin Sonuna Yolculuk’la birlikte 1932’de kendini 38 yaşında bir anda şöhretinin zirvesinde bulur. Ancak bunu izleyen dört yıllık dönem onun açısından epey sancılı geçecektir.

1932’de babası ölür. Ardından 1934’de Céline için ayrı bir baba figürü olan ve Taksitle Ölüm’de Courtial des Péreires karakterinin ilham kaynağı Raoul Marquis ölür.

Aynı yıl, Yolculuk’u ithaf etmiş olduğu uzatmalı sevgilisi Elisabeth Craig onu başka bir hekim için terk ederek ABD’ye gider.

Onu derinden sarsan bu ayrılık hakkında Céline yakın arkadaşı André Mahé’ye şöyle yazar: "O kadar korkunç, alçakça, tiksindirici, aşağılayıcı bir dramla karşı karşıya kaldım ki… (…) Bir daha asla bu konuyu açmayacağım ve dostluğumuzun hatırına lütfen siz de açmayın."

İşyerinde de sıkıntıları vardır, yeni müdürüyle kavgalıdırlar ve o da tıpkı Elisabeth Craig’in yeni sevgilisi gibi Yahudi’dir…

1935’te yazdığı bir mektupta Céline, "hayattan nefret ettiğini (…) sıradan yaşamdan iğrendiğini" belirtmiş ve "yaşamla hesaplaşmak için" yazdığını dile getirmişti!

1936’de Sovyetler Birliği’ne yaptığı gezi bir başka hesaplaşmanın da kapısını aralayacaktır. Bu vesileyle, Gecenin Sonuna Yolculuk’u "sol" bir kitap olarak algılayıp göklere çıkaran ve sahiplenen sosyalist/Marksist çevrelerle arasında mesafe koymak isteyecektir, çünkü orada gördükleri, sosyalizmin de bir aldatmaca olduğu ve insan doğasının asla olumlu bir sonuca varılmasına izin vermeyeceği yönündeki görüşlerini teyit etmiştir.

Bu görüşlerini henüz keskin antisemit hezeyanlarına yer vermediği 1936 tarihli ilk risalesi Mea Culpa’da dile getirir.

Gecenin Sonuna Yolculuk’u sol içerikli bir roman olarak okumayan ve Céline hakkında yanılsamaya kapılmayan tek solcu aydın Troçki olmuştur:

"Céline olanı gösterir. Bu yüzden bir devrimci gibi görünür. Fakat Céline devrimci falan değildir ve öyle olmak gibi bir amacı da yoktur. Hayal olarak gördüğü, toplumu yeniden kurma hedefi onu ilgilendirmez. Tek istediği, onu korkutan ve sıkan her şeyin saygınlığını söküp atmaktır. Yaşam karşısındaki korkuyu bilincinden kovabilmesi için, bu yoksullara bakan hekimin yeni hayal biçimlerine sığınması gerekiyordu. Romandaki devrimci oluverdi."

Céline gerçekten de sol ütopyalara sıcak bakmıyordur, çünkü örneğin bir Camus’den farklı olarak insan doğasının "iyiliğine" ya da "yüceliğine" inanmıyordur. Bu yaklaşımını Gecenin Sonuna Yolculuk’ta Bardamu’nün ağzından zaten dile getirmiştir:

"Gelgelelim, onun yanı başında ben, bir ben, yalnızca ben vardım, gerçeğin ta kendisi bir Ferdinand, kendi basit yaşamının sınırlarını aşmış daha büyük bir insan olabilmek için gerekli olan şeyden, başkalarının yaşamına sevgi duymaktan yoksundum ben. İşte bu, bende yoktu, ya da o kadar az vardı ki bunu göstermeye bile değmezdi. Ölüm kadar kocaman değildim, ben. Çok daha küçüktüm. O büyük insanlık düşüncesi yoktu bende".

Gerçi Céline komünizme olduğu kadar kapitalizme de faşizme de karşı olduğunu söyler. O zamanlar yakın dostu olan sosyalist Elie Faure’a 1934’te yazdığı mektupta bunu şöyle ifade etmiştir:

"Ben oldum olası anarşistim, asla kimselere oy vermedim, vermem de. İnsanlara inanmıyorum. (…) Günün birinde belki beriki ya da öteki beni kurşuna dizer. Naziler de benden nefret ediyor, tıpkı komünistler ya da komün yandaşları gibi. (…) Bok yesinler."

Yine Faure’a yazdığı Temmuz 1935 tarihli bir başka mektupta zaten "insan doğası" hakkındaki kötümserliğini yeterince net cümlelerle vurgulamıştır:

"Eşitlikçi kahraman proletarya diye bir şey yok. Bu boş bir düş, bir masal. (…) Proleter dediğin, başarılı olamamış bir burjuvadır o kadar. (…) İnsanlar ne bok yerlerse yesinler, onların sözlerinin hiçbir anlamı yok. İnsan kendini asla kimseye adamamalıdır: Ne halka ne de Crédit lyonnais bankasına, sadece işinin özüne."

Céline için işi özü ise kendi edebi üslubudur, gerisi boştur. İşte bu nedenle ikinci romanı Taksitle Ölüm eleştirmenler tarafından özellikle de üslubu nedeniyle yerden yere vurulunca zıvanadan çıkacaktır.

1936, KIRILMA NOKTASI TAKSİTLE ÖLÜM

Céline’in kişisel yaşantısının asıl dönüm noktası, Taksitle Ölüm’ün yayımlandığı 1936 yılıdır.

O yılın ortalarına kadar Céline hâlâ Nazi karşıtı tavırlar takınabiliyor, mektuplarında kendini ele veren "olağan" ırkçılığını toplum önünde ve edebi metinlerinde az çok dizginleyebiliyor, hatta arkadaşlarıyla şakalaşırken babasının "salakça ırkçılığıyla" dalga bile geçebiliyordu.

Öte yandan, yeni romanın yazım süreci Céline’i epey yıpratmıştır. Dostu Mahé’ye yazdığı bir mektupta şöyle der: "Hastaneye gittim! 11 kilo vermişim! Tükendim! (…) Bu korkunç canavarımın son noktasını koymaktayım. Daha sekiz günlük işim var! Hassiktir!" Ardından şunu da ekleyecektir: "En sonuncu paragrafı şimdi bitirdim, şu işkenceyi yani. Bu iş bana gani gani para getirmediği sürece bir daha asla yazmam, bu sefer neredeyse geberiyordum."

Ancak iş kitabı yazmakla bitmez. Romanın kışkırtıcı dili ve içeriğini yayıncısı Denoël’e kabul ettirmekte de zorlanır Céline. "Fazla cüretkarsınız" der Denoël, "tamam, sanat özgür olmalıdır ama müstehcenlikle, pornografi yayımlamakla da suçlanmamalıyız."

Yayıncı romandan bazı pasajların çıkarılmasını, en azından yumuşatılmasını talep eder. Sorun sadece dildeki aşırılıklar değildir: yayıncıya göre önce bir çocuğa, sonrasında da bir ergene yetişkin bir kadın tarafında tecavüz edilmesinin anlatıldığı sahneler, dönemin ahlak anlayışını fazlasıyla zorlayacaktır. Ama Céline en ufak bir uzlaşmaya yanaşmaz.

Bunun üzerine Denoël kitabı sansürleyerek yayımlamaya karar verir. İlk baskıda satışa sunulmayan ve tam metin olarak eksiksiz basılan 167 adet kitap dışında, kitaplardaki "sorunlu" bölümler, "sıkıntılı" sözcükler baskı aşamasında kurşun kalıplardan ayıklanacaktır. Bu bölümlerde boşluklar olacaktır, kitap piyasaya bu bariz olarak sansürlenmiş şekliyle çıkar ve böylece daha ilk günden büyük bir skandal patlak verir.

Basın özellikle şu soruyu sormaktadır: "Acaba sansürlenen bölümlerde, yayımlananlardan beter ne olabilirdi?"

Kitabın tümüyle, eksiksiz ve her tür sansürden tamamen arınmış olarak yayımlanması ancak yazarın ölümünden yirmi yıl sonra, 1981 La Pléiade baskısıyla mümkün olmuştur!

Bir yazar için tüm benliğini kattığı ve onca uğraştığı romanının bu şekilde basılmanın ve sağlığında eksiksiz bir baskıyı göremeyecek olmasının ne anlama geldiğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek.

Daha da kötüsü, roman hakkında yazılan çoğu olumsuz, hatta aşağılayıcı eleştirilerin sertliği ve yaralayıcı dilidir. Gerçekten de kitabın piyasaya çıkmasını izleyen haftalarda gazete ve dergilerde yer alan yüze yakın makalenin üçte ikisi son derece sert eleştirilerle doludur. Bu eleştirilerin odağında yalnızca kitabın müstehcen, adabımuaşeret karşıtı kışkırtıcı içeriği değil, aynı zamanda geleneksel edebi kalıpları yerle bir eden dili vardır.

Aleyhte yazılarda en sık rastlanan sözcükler "rezil, korkunç, iğrenç, kepaze" benzeri hakaretlerdir. "Dünyanın en büyük pislik üreticisi" diye manşet atar Combat gazetesi. Diğer yayın organları da genelde aynı çizgidedir:

"Bu hayvani ve kaba görüntüler kaşıntısının ardında, bu çöp yığınının şiddetli darbesinin, lağımdan fışkırmış sözcüklerin volkan patlaması gibi yayılmasının, umumi hela ve dışkı bolluğu tercihinin yarattığı mide bulantısına mazeret ya da hafifletici neden oluşturacak ne var? Hiçbir şey!" (L’Ordre); "Bu kitap asla aile ortamına girmemelidir, hatta kütüphanelerde cehennemi betimleyen eserlerin yer aldığı bölümlerinden bile çıkartılmalıdır. Lütfen sansürü yeniden yasalaştıralım!" (Marseille-Matin).

Gecenin Sonuna Yolculuk’u göklere çıkarmış olan ve Céline’in romanını ithaf ettiği Descaves gibi aydınların çoğu ise ya sessiz kalmayı tercih etmiştir ya da Aragon, Sartre, Beauvoir, Queneau gibi olumsuz görüşler açıklamıştır.

Paul Nizan, bu romanın "ancak bir psikopatolojik belge sıfatıyla ilginç olabileceğini" yazar. Taksitle Ölüm’ün "edebiyat dışı, hatta sanatın tam zıt kutbunda" olduğunu iddia eder. Simone de Beauvoir ise "bu kitap gözümüzü açtı, yazarın sıradan insanları aşağıladığını, ön faşist bir tutum içinde olduğunu gösterdi" diyecektir daha sonra.

Duygusal açıdan kırılgan bir zeminde bulunduğu bir dönemde romanının ve üslubunun bu şekilde saldırıya uğraması ve özellikle "kabalıkla" ve "edebiyat dışı" olmakla suçlanması Céline’i derinden yaralar. Oysa onun için tek önemli unsur ve kendi edebi değerinin temel dayanağı üslupta yarattığı yeniliktir.

Mayıs 1936’da André Rousseau’ya yazdığı bir mektupta, poetika’sının amacını şöyle açıklamıştı: "Yok canım! Ne numarası, sizi temin ederim ki ben sadece konuştuğum gibi yazıyorum. (…) Yoğunlaşma var burada sadece. Duyguyu yansıtabilmek için tek ifade tarzı bence budur. Ben anlatma derdinde değilim, yalnızca HİSSETTİRMEK istiyorum. Bunu bildik akademik dille, güzel üslupla yapamazsınız. (…) Neden mi argo dilini, jargonunu, sözdizimini bu kadar sık kullanıyorum, gerekirse kendim icat ediyorum? Çünkü tam da söylediğiniz gibi, bu dilin ömrü kısadır, yitip gider. Demek ki hiç olmazsa bir süre yaşamıştır, ben kullandığım sürece YAŞAMAKTADIR. Arı, duru, incelikli ve safkan Fransızca dilinden temel üstünlüğü de budur çünkü o dil ÇOKTAN ÖLMÜŞTÜR, ta başından beri, Voltaire’den beri ölmüştür, cesettir, dead as a poor nail. Bunu herkes hissediyor aslında ama kimse söyleyemiyor, söylemeye cesaret edemiyor!"

Aynı tarihte Léon Daudet’ye yazdığı bir mektupta da şunu eklemiştir: "Sanırım bildik tüm akademik ve kabul edilmiş biçimlerle köprüleri atmakla eleştiriliyorum. Bir tür yazıya aktarılmış konuşma dilinde yazmaktayım. Çünkü bu dili daha canlı buluyorum. Buna hakkım yok mu dersiniz? Oysa bu biçimin de kendi kuralları, yasaları vardır ve bunlar da az keskin değildir, inanın, Başkaları da denesin hele, görürler. (…) Sistematik olarak gaddar davrandığımı da söylüyorlar. Dünya ruhunu değiştirsin, ben biçemimi değiştirmeye razıyım."

Savaş sonrası bir söyleşisinde de romanların hikâyesinde anlatılanların zerre kadar önemi olmadığını, bunu zaten sinemanın daha iyi anlattığını, edebiyatta yalnızca o içeriğin nasıl anlatıldığının önemi olduğu belirtmiştir:

"Anlatılanların içeriği sadece tuhafiyeci kadın okura ulaşabilmek açısından önemlidir, çünkü ona hitap edemediğiniz sürece çok yüksek satış rakamlarına ulaşamazsınız. (…) Bense bir üslupçuyum, tabiri caizse üslup manyağıyım hatta. Küçük şeyler yaparak eğleniyorum işte. (…) [Edebiyata] küçücük bir katkı sunmuşumdur topu topu, o da üsluba yedirilmiş bir küçük müzik. Hepsi bu…"

En güçlü olduğunu -haklı olarak- düşündüğü yerden aldığı darbelerin acısını risalelerle çıkartmaya çalışacaktır. Onu ağır bir dille eleştirenlerin hepsi elbette Yahudi değildir, ama aralarında Yahudi olarak bilinenler de vardır.

O zaman da hem yapısal ırkçılığına hem de mevcut antisemit ortama tümüyle teslim olan Céline de günah keçisi olarak Yahudileri seçecektir.

ÜSLUP VE IRKÇILIĞIN SARHOŞLUĞU

1936-1937 dönemi Céline’nin edebi ilhamını yitirmiş göründüğü bir dönemdir. Yazmaya giriştiği yeni romanı Casse-Pipe’i bir türlü bitiremez. Onun yerine siyasi bir uzun makale olan Mea Culpa’yı yazmak kolayına gitmiştir.

Bu risaleyi Semmelweis’la aynı ciltte yayımlamak ise kendini evrensel hırtlığın bir kurbanı olarak sunma fırsatını vermiştir ona. Ama Mea Culpa onu kesmez. İçinde kaynayan öfke daha öteye gitmeyi gerektirmektedir.

Ertesi yıl yayımladığı Bagatelles pour un massacre’ta bu kez tüm birikmiş öfkesini, tatminsizliklerini, hıncını bir tür paranoyak hezeyan içinde handiyse bir çırpıda yazdığı 379 sayfa boyunca doyasıya kusacaktır.

Kitap yayınlanır, Taksitle Ölüm’den daha fazla yankı bulur. Artık ok yaydan çıkmıştır, bu yoldan geri dönüş yoktur. Ardından iki yıl içinde benzer içerikli benzer nitelikli iki risale daha gelecektir.

İçeriğin tam olarak ne olduğunun bugün artık çok da önemi yoktur.

Ayrıntıya girmeden şu kadarını söylemek yeterlidir: Bu metinlerde bir yandan edebiyat ortamına ve yayın dünyasına yönelik güncelliğini bugün bile koruyan eleştiriler vardır, bir de örneğin "Paris bulvarlarında koşturan Yahudi lağım farelerinden" söz eden tahammül edilemez, mide bulandırıcı, akıl almaz hezeyanlar…

"Demek üslubumu beğenmediniz, kaba buldunuz, öyle mi? Alın size üslup!" der gibidir Céline. Salıvermiştir kendini. Godard’ın terimiyle "kendi kendini üslubuyla sarhoş etmiş" gibidir.

Yazar Julia Kristeva, "Korkunun Güçleri / İğrençlik Üzerine Deneme" adlı eserinde (çok kabaca özetlemek gerekirse), Céline’in antisemit, ırkçı hezeyanları ve dönüşümünü işte bilinçdışını, iğrençliği, skatolojiyi ve müstehcenliği tamamen serbest bırakan ve insanlığın en ilkel güdülerini böylece adeta "çağıran" bu dile ve üsluba bağlar.

Bunda bir haklılık payı vardır kuşkusuz: Konuşma diline, yani söze, duyguya, serbest çağrışımlara bu kadar yer veren bir dil, bilinçdışının dehlizlerinin kapısını da ardına kadar açacaktır.

Gelgelelim Kristeva’nın hesaba katmadığı bir yön vardır. Céline bir hekimdir. Onun iğrençliği, skatolojiyi, pornografiyi serbest bırakan bir dil kullanması, sıradan bir analizanın analistinin kanepesinde kendini denetimsiz serbest çağrışımlara bırakmasına birebir benzemez. Hekim için bu sözcükler, bu kavramlar mesleğinin olağan malzemeleridir, bunları asla "tümüyle denetimsiz" kullanmaz.

Üstelik Céline bunu son derece bilinçli olarak yapmaktadır aslında, hatta belki fazlasıyla bilinçli olarak! Çünkü Freud’ün eseriyle de yakından ilgilenmiş, psikanalitik kuramı incelemiş, Anna Reich gibi psikanalistlerle tanışmış, mektuplarında sıklıkla "narsisizm, libido, sadizm" gibi kavramlar kullanmış bir yazardır. Örneğin Mart 1933’te bir gazeteciye "Edebiyat psikanalizden önde olmalıdır, gerisinde kalmamalıdır" der:

Dostu Evelyne Pollet’ye yazdığı bir mektupta ise, "İnsanlık ne kadar önemliyse, Freud’un çalışmaları da bir o kadar önemlidir. (…) Önümüzdeki yıllarda ben bundan çok yararlanacağım…" diye belirtir.

Başka bir deyişle yazar bu kavramlarla, bu dil ve üslupla oynamaktadır, sınırları bilinçli olarak zorlamaktadır. Yazdıkları elbette çocukluktan ve ergenlikten kalma bilinçdışını, ırkçı koşullanmalarını çağırmıştır, hastalıklı yapısının ortaya saçılmasına yol açmıştır. Ancak bunlar aynı zamanda onun için bir edebi oyundur.

Zaten öyle olmasaydı, aynı mekanizma edebi eserlerinde de aynı ırkçılığın, antisemitizmin ortaya saçılmasına yol açmalıydı. Oysa romanlarında bu tür taşkınlıklar asla yer almaz, çünkü orada yazar, Henri Godard’ın vurguladığı gibi önem verdiği "edebiyatın filtresini" devreye sokmuştur. Edebi bir metinde yeri olmayan süfli hezeyanlara geçit vermez.

Céline’in asıl suçu, edebi nefesinin zayıfladığı ve kişisel sorunlarının galebe çaldığı bir zaaf anında bu filtreyi sorumsuzca devre dışı bırakması ve sırf ona acı çektirenlerden intikam alıp kendini tatmin etmek uğuruna bir tür üslup sarhoşluğuna kapılarak tüm hıncını dönemin günah keçilerinden çıkarmaya kalkması ve dehasını bu tatsız işlevin hizmetine sokmasıdır.

İşin ilginç tarafı, Fransız faşistleri ve Fransa’nın işgal edildiği dönemde Naziler, Céline gibi bir yazarın kendi tezlerini destekler görünmesinden hoşnut gibi davranmak zorunda olsalar da aslında bu taşkın üsluptan pek de hoşnut değildirler.

Céline’in dili, ırkçılığı ifade ettiğinde bile onlar için fazla taşkın, fazla "devrimcidir".

Örneğin Fransız faşizminin önde gelen kalemi Brasillach (ki savaş sonrasında bu nedenle kurşuna dizilecektir) Céline’in üslubunu fazla "kaba-saba" bulur. Bu insanlar sonuçta muhafazakârdır, Fransa’nın "asilliğine" inanmaktadır. Céline’in Yahudi düşmanlığı işlerine gelse de bunu ifade ediş biçimi -yani "üslubu" onlara göre değildir.

Céline’in aşırı sağ çevrelerle zoraki yol arkadaşlığı sonuçta ikirciklidir. Tıpkı daha sonra Nazi işgalcilerle kurduğu ilişkiler gibi: Bir yandan çok aleni bir iş birliğine girmemeye, özellikle de akçeli işlere yanaşmamaya özen gösterir, bir yandan da davet edildiği ve ırkçılığı konu alan kimi konferanslarda boy gösterir.

Nazi yanlısı basına doğrudan yazı yazmaz, ama ara sıra yayınlanması ricasıyla mektuplar yollar.

Komünist yazar Roger Vaillant’nın tanıklığına göre oturduğu binanın alt katında toplanan gizli komünist direnişçi hücresini ihbar etmez, hatta bir seferinde yaralı bir yoldaşlarını tedavi eder, ama kendisini eleştirmiş olanların Yahudi olabileceğini dile getiren metinler yazar.

Gerçi şunu da belirtmekte yarar var: Fransa’nın teslim olmasıyla başkent Paris dahil ülkenin kuzey yarısı tümüyle Alman yönetimi altındadır, Güneydeki "özgür Fransa" ise "Birinci Dünya savaşı kahramanı" mareşal Pétain’in yönetiminde Nazilerle tam iş birliği yapan bir yönetim altındadır.

Ayrıca Stalin-Hitler saldırmazlık paktı geçerli olduğu sürece, yani 1941’e kadar, komünistler de Nazi işgalciye karşı çıkmazlar, hatta işçilere "Alman askerleriyle kardeşlik ilişkisi kurma" çağrısında bulunurlar!

Birçok yazarın ve ünlü aydının tutumu da bu dönem oldukça ikirciklidir. Sartre bile savaş sonrasındaki tutukluluğundan Nazilerle iş birliği yanlısı yazar Pierre Drieu La Rochelle sayesinde kurtulmuştur. Dahası, işbirlikçi Comœdia dergisinde yazı yayımlamış, işgal altındaki Paris’te 1943 yılında işgalcinin izniyle ve Nazi generallerinin de en ön sıradan izlediği Sinekler adlı oyununu sahnelemiş, "üstadım" diye saygıyla hitap ettiği Céline’e de davetiye yollamıştır…

Bütün bunlar Céline’in tavrını temize çıkartmasa bile, daha görece bir bağlama oturtmaktadır.

1943’ten itibaren Almanların savaşı kaybedeceklerinin anlaşılmasıyla ikircikli tutum alan aydınlar -örneğin o dönem ortama uyup antisemit laflar etmiş olanlar- yavaş yavaş tavır değiştirmeye başlayınca Céline telaşlanır.

Kimsenin kendisi kadar ileri gitmediğini, risalelerinde kendi yaptığı gibi bayraktarlık yapmadığını ve faturanın kendisine çıkarılacağını anlar. Kimi meslektaşlarına mektuplar yazar ve "yahu madem benim gibi antisemitsiniz, siz de bunu daha yüksek sesle söylesenize!" diyerek tavır almaya çağırır.

Ama olan olmuştur. Savaş bitmeden kısa süre önce Céline ve eşi iş birlikçi Vichy hükümetinin ileri gelenleriyle birlikte Almanya’ya, Sigmaringen’e kaçarlar (bu bölümü D’un Chateau l’autre romanında anlatacaktır), oradan da Almanya’yı boydan boya kat ederek Danimarka’ya sığınırlar. (bu süreç aynı zamanda son iki romanı Nord ve Rigodon’un da konusudur).

Céline Fransız hükümetinin müdahalesi sonucu Danimarka’da tutuklanır, bir buçuk sene hapis yatar. Bu arada Fransa’da gıyaben bir yıl hapse mahkûm olur. Sonra 1951’de affa uğrar ve ülkeye döner.

Saygıdeğer bir edebiyatçı olarak yer bulması artık zordur, ancak son roman üçlemesinin edebi gücü ve özellikle üslubunun daha da gelişmiş olması onu yediden gündeme getirir.

1 Temmuz 1961’de son romanı Rigodon’a son noktayı koyduktan sonra beyin kanaması geçirir ve ölür.

KİM KİMİ NASIL YARGILAYACAK?

Céline, antisemitizmine ve işgal dönemindeki tutumuna yönelik suçlamaları savuşturmak için şöyle demiştir: "Bütün bunlar, bir avuç kumun silip süpürüvereceği sıradan insani pespayeliklerdir. Siz yazdıklarıma bakın…"

Tamamen haksız sayılmaz gerçi, ancak insanın şöyle de diyesi geliyor: "Bakıyoruz üstat, bakmaz olur muyuz? Hatta o parlak üslubunuzdan hâlâ gözümüzü alamıyoruz… Gel gör ki, baktıkça, yazdıklarınız arasında ne yazık ki yer alan o iğrenç derece ilkel ve çiğ ırkçı risaleleri de görmeden edemiyoruz!"

Shoah’nın yaşanabilmiş olduğu bir dünyada o risalelerdeki zincirinden boşalmış antisemitizmin izlerini silmek mümkün değil: Değil bir avuç, kamyonlarca kum yetmez, çünkü o kumların her bir zerreciğine toplama kampı fırınlarında yakılanların külleri nakşetmiş durumdadır.

Nasıl ki ameliyathaneye sarhoş gelip hastasını öldüren bir hekimin bu suçunu görmezden gelmek olanaksızdır, üslup sarhoşluğuna kapılarak bu derece ağır bir nefret söylemi içeren metinleri kaleme alan bir yazarın yediği bu haltı da görmezden gelemeyiz! Ne kadar yetenekli olursa olsun… Velev ki Gecenin Sonuna Yolculuk gibi bir başyapıtın yazarı olsun.

Öte yandan, kantarın topuzunu kaçırmamakta yarar var: "Evrensel hırtlığın" ve hemen her ülkede kurumsallaşmış olan ırkçılığın ve insani pespayeliklerin tüm faturasının bir edebiyatçıya çıkarılması, kolaycılığın ve indirgemeciliğin de ötesinde, ikiyüzlülüğün galebe çalması değildir de nedir?

Hitler’in Kavgam adlı kullanılmış tuvalet kağıdının yeni baskılarının Türkçe dahil her dilde yok sattığı ve son ana kadar Nazi partisinin kayıtlı ve aidat ödeyen üyesi olan, hatta yer yer ideoloğu olan Heidegger’in hâlâ makbul felsefeci muamelesi gördüğü, en demokrat geçinen partilerin bile günümüzde "göçmenlerin ve mültecilerin ülkelerine geri yollanması gerektiğini" uluorta savunabildikleri, Akdeniz’de gemileri batan bin civarı mülteciyi boğulmaktan kurtaran kaptan Pia Kemp’in kendi ülkesi İtalya’da yirmi yıl hapis istemiyle yargılanabildiği, her ülkede polis şiddetinin baş hedefinin "azınlıklar" olduğu bir devirde Céline’in ismi etrafında koparılan onca fırtına ne derece samimidir?

Nazi istihbarat subayı Avusturyalı Kurt Waldheim’ın 1972-1982 arasında on yıl boyunca hem de iki kez seçilerek Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği görevini yürütmesi, üstelik daha sonra da göz göre göre kendi ülkesinde Cumhurbaşkanlığına seçilmesi benzeri skandalları da unutmamakta yarar var.

Şu an Avrupa’nın birçok ülkesinde Nazilerinkine çok yakın söylemleri olan ırkçı partiler zaten ya iktidar ortağı ya da iktidar adayı: Céline’in ülkesi Fransa’da aşırı sağın adayı 2017 Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda üç Fransız’dan birinin oyunu alabildi… Bir sonraki seçimin sonucu belirsiz.

Irkçılıkla, antisemitizmle ancak bu kadar hesaplaşabilmiş böylesine bir dünyada, iş kala kala Céline’i yargılamaya mı kaldı? Ve onu kim ne hakla yargılayacak? Bu iliğine kadar ırkçı düzenin önde gelenleri mi?

Elleri, zihinleri, yürekleri Céline’inkilerden gani gani kirli olanların, ırkçı ve Yahudi düşmanı sömürü ve baskı düzeneğinin hiçbir parçasını gerçek anlamda ortadan kaldırmamış ve kaldırmaya da niyeti olmayanların, başka bir deyişle ırkçılığın ve Yahudi düşmanlığının (dahası, insanların bir kesimini daima "ötekileştiren" her tür nefret söyleminin) temelini oluşturan ekonomik düzenle ve bu düzenin efendilerini kollamaya odaklanmış devlet yapısıyla derdi olmayanların, hele kendi siyasi ve ahlaki geçmişleriyle asla hesaplaşmaya yanaşmayan iktidardaki cici beylerin Céline’in yediği o ırkçı haltların hesabını sormaya hakları var mıdır gerçekten?

Kimse edebiyatın, hatta yoldan çıkıp zaaf sergilemiş edebiyatçıların dahi sırtından zifir karanlık vicdanlarını ve örtbas edilmiş insanlık suçlarını aklamaya kalkmasın lütfen.

Edebiyatseverler olarak bizler, Céline’in tahammül edilmez ırkçı risaleler de yazabilmiş olduğunu, daha genel anlamda sanatçıların ve edebiyatçıların da pekâlâ ırkçı, cinsiyetçi, istismarcı olabileceklerini ve bu suçlarının "sanat ve edebiyatın yüceliği" bahanesiyle örtbas edilemeyeceğini unutmasak bile, onun romanlarını okumaya devam edeceğiz, etmekteyiz zaten, çünkü yazarın insani pespayeliğinin faturasını eserin tümüne çıkarmanın yazarı değil, kendimizi cezalandırmak olacağının farkındayız.

Keşke Céline kusurlu yönleri olan bir yazar değil de her bakımdan "siyaseten doğru" zeminden hiç ayrılmamış, sözgelimi ırkçılık karşıtı, kadın hakları savunucusu, çevreci, hümanist, çocuk haklarından yana, asla çocukları istismar etmemiş, kadınları taciz etmemiş, göçmenleri aşağılamamış, hayvan haklarından yana, azınlıkları savunan, LGBTİ haklarından yana, kapitalizme karşı çıkan, rantiye ve sömürücü olmayan, işçi sömürmeyen, kölecilik yapmamış, sömürgeciliğe hep karşı çıkmış, yobaz dinci ya da aşırı milliyetçi, totaliter görüşler savunmamış, hiçbir diktatörü ya da eli kanlı yöneticiyi desteklememiş, milliyetçi ya da ırkçı hezeyanlara kapılmamış, "sosyalist" etiketli totaliter ve kanlı rejimlerin cinayetlerini örtbas etmemiş, her bakımdan kusursuz, pirüpak, elleri mis gibi tertemiz, aziz mertebesinde bir yazar olsaydı. Ama nerede bizde o şans!

Zaten eğer yalnızca bu koşulları yerine getiren yazarları okusaydık, yalnızca bu tanıma tastamam uyan sanatçıların eserleriyle ilgilenseydik, belki de sanat ve edebiyat tarihini, üstüne bir de felsefe tarihini neredeyse tümüyle çöpe atmak gerekebilirdi!

Sonuçta, tüm bu tarihi düşünsel planda sorgulamak, eleştirel bir tavırla yeniden okumak başka, yeni bir "siyaseten doğrucu" ahlakçılıkla "tu kaka" ilan edip tümüyle yok saymak, sansür etmek, yasaklamak başka.

Unutmamakta yarar var: Céline’den bizlere kalan tek miras o süfli risaleleri değildir.

Céline’in yarattığı dil ve üslup, bir yandan klasik akademik dilin ölü yükünden sıyrılmamızı sağladığı için; ayrıca edebiyatı dar kalıplara hapsetmeye kalkan klasik şekilciliğin nefes almamızı engelleyen o muhafazakâr cenderesini gevşettiği için; üstelik gereğinde resmi imlanın sınırlarını bile ihlal edebilmemizi sağladığı için; dahası, hâkim sınıfların içinde bir kırbaç barındıran o üst perdeden egemen dilini alaşağı ettiği için; her şeyden önce de yazılı ifadeye duyguları ve düş gücünü, yaşamın ve sokağın o kıpır kıpır canlılığını yeniden kattığı için gerçekten de Philip Roth’un haklı olarak vurguladığı gibi özgürleştirici bir dildir.

Ve faşizmin o kaskatı, asık suratlı, donuk, kütük gibi beylik ve içi boş, kof ama saldırgan, gerici olduğu kadar zehirli, ötekileştiren nefret diline karşı kendimizi gerektiği gibi ve ona benzemeden savunabilmek için böylesine özgürleştirici dillerin katkısına ihtiyacımız var.

Sonuçta hem ırkçı risalelerini tarihin çöplüğünde hak ettiği yere yollamak, hem de Céline’in hakkını Céline’e vermesini bilmek çok da kolay iş değil gerçekten. Öte yandan, bu tam da güncel küçük siyasi hesapların değil, ufkunu onun ötesine dikmiş olan sanatın ve edebiyatın gücünün altından kalkabileceği bir görevdir.

Kaldı ki… "Evrensel hırtlığı" ifşa eden yazarların ille aynı hırtlıktan muaf olmaları gerektiğini, insani pespayeliklere karşı doğuştan bağışıklık sahibi olmalarının şart olduğunu kim söylemiş ki?

Hem… Kimde var böyle doğuştan bağışıklık da yazarlardan, sanatçılardan bu bekleniyor?

Yazar da sonuçta beşerdir: 1936’da Céline’in romanına yapıldığı gibi eğer eseri gereksiz yere ve edebiyatın doğasına yakışmayan bir hoyratlıkla yerden yere vurulursa dengesi bozulabilir, dengesi bozulursa da bazen şaşar, hele Céline gibi taşkın bir üslubu varsa da çok şaşar!

Şaşanları görmezden gelemeyiz, ama her şaşanı çöpe atacak lüksümüz de yok bu süfli dünyada.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi