Değişmeden değiştiremezsiniz…

Pandemi sonrasında ‘bir şeylerin’ değişmesi kaçınılmaz. Bu değişimin daha beter bir barbarlığa yönelmesini istemiyorsak, biz de belki bir şeyleri değiştirmeliyiz…

Ne de severiz şu "artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!" basmakalıbını. 

Değişen bir şey yok: Aynı sözler korona günlerinde de sık sık tekrarlanıyor.

İtiraf etmeliyim ki benim de bu kalıbı kullanmışlığım, hatta korkarım en az iki ayrı metinde yazmışlığım bile var: İlki yanlış anımsamıyorsam 17 Ağustos 1999 Körfez Depremi sonrasında, diğeri Gezi’den sonra… 

Toplumu temelden sarsan kapsamlı olaylar gerçekten de değişim gereğinin altını çizer, köklü değişim arzusunu tetikler, değişimi mümkün kılar, süreçleri hızlandırır.

Körfez depremindeki yıkım, özünde eski düzenin yıkılmasına yol açmış ve değişimin kaçınılmaz olduğunu göstermişti.

Gezi’de yükselen umutlar ise değişimin mümkün olduğunu kanıtlamıştı.

Gerçi epeydir "değişimi" bu kadar iple çekmemiz biraz da bu coğrafyaya özgü somut koşullardan kaynaklanıyor. Mevcut yapı uzun süredir bizleri fazlasıyla bunaltı. Tahammül edilemez ve "sürdürülemez" hale geldi.

Çok alametler belirdi. Kırılma noktası yakın… 

Aslında bu "kaçınılmaz değişim" klişesini biraz da düş kırıklığı içinde sorgulayanlar var: "Daha önce böyle dedik de ne oldu? Özünde ne değişti?" 

Öte yandan, işlerin dilediğimiz kapsamda ya da hızda değişmemiş olması, hiçbir şeyin değişmediğinin kanıtı mıdır gerçekten? 

Arzularımızın ve umutlarımızın şiddetini, aceleciliğimizi ve bunlardan kaynaklanan düş kırıklığımızı bir kenara koyarsak meseleye belki daha nesnel yaklaşabiliriz. Eskiden sanki her şey sabit mi duruyordu? Değişim bir süreç değil midir? Sadece sıçrama anlarına mı odaklanmalıyız? 

Kaldı ki, değişimin bizzat kendisi sorgulanası bir kavram değil midir? 

Sonuçta, değişimin işlevi bazen de istikrarı korumaktır: "Kral öldü yaşasın Kral!" önermesi, düzeni yöneten kişinin yerine bir başkasının geçtiğini ifade ettiği kadar, aslında "düzenin özünün değişime uğramadığı" anlamını da içermektedir.

Bazen de bir değişimin yaşanabilmesi için ön koşul, süreçteki temel parametrelerin sabit kalmasıdır: Toplumu dönüştürme kapasitesine sahip olan aktörler eğer bu potansiyellerini istikrarlı bir biçimde koruyamazlarsa, beklenen değişim asla gerçekleşemez. 

Hatta bazen mevcut yapı değişirken daha kötüye evirilebilir. Geçmişe özlem duymak bile mevcut duruma kıyasla "ilericilik" olarak algılanabilir.

Pandemiyle birlikte "değişim" sorunsalının tüm dünyada eş zamanlı olarak gündeme gelmesi elbette tesadüf değil. 

Körfez depreminden ve Gezi’den farklı olarak pandemi bizlere değişimin zorunlu ve gerekli olduğunu gösterdi. Daha doğrusu, değişmemenin bedelinin düpedüz ölüm olabileceğini gösterdi. 

Zaten bu pandemi sonrasında "bir şeylerin" değişmesi elbette kaçınılmaz. 

Ancak bu değişim, düzeni korumaya mı yönelik olacak, yoksa mevcut düzene bile rahmet mi okutacak ya da yeni bir barbarlığa mı yönelecek? Sanırım eldeki veriler biraz değişmeden bunu kestirmek zor.

"Hiç mi olumluya evirilme olasılığı yok?" diye sorulabilir.

Umut vardır her zaman. Olmaz mı? 

Yeter ki değişim yönündeki irademiz, mücadele azmimiz ve çabamız sürsün. 

Gelgelelim, siyaset yapma tarzımızdaki bazı alışkanlıkları değiştirmeden toplumu dönüştürmek ne derece mümkün?

Hangilerini mi değiştirelim? 

Şimdiye kadar arzulanan değişimi sağlamakta pek etkili olmadığı yeterince sabit olan kimi beylik yöntem, simge ve söylemlerden başlamak fena olmayabilir…

Örneğin bugün, bütün dünyada, hak arama mücadelelerinde ve daha genel anlamda sınıf mücadelesinde başı çekenlerin hiçbiri bıyıklı da değil, iri pazılı da değil…

Hiçbir şey eskisi gibi olmamalı, doğru: Değişmeden değiştiremezsiniz.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi