Süreyyya Evren'le ‘Ortadoğu'da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’ üzerine: ‘Felaket odasının içinden…’

Süreyyya Evren'le ‘Ortadoğu'da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’ üzerine: ‘Felaket odasının içinden…’
Süreyyya Evren'in yeni romanı ‘Ortadoğu'da Bir Ülkenin Acil Durum Alamı' Can Yayınları etiketiyle çıktı. Evren yeni romanını kaleme alma sürecini anlatırken "İçinde bulunduğumuz sosyo-politik ortamın birebir gelişmelerinden doğdu" dedi.

Söyleşi: Abdullah EZİK / Kapak fotoğrafı: Halil ALTINDERE


Süreyyya Evren, yeni romanı Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nda yeni, aykırı ve yakıcı bir fikrin peşinden gidiyor. Her şeyi yakıp yıkmak, seçmenin eliyle bütün bir ülkeyi yok etme düşüncesiyle yola çıkan bir parti (KUNPAR), beraberinde yeni birtakım tartışmalar getiriyor.

Süreyyya Evren ile politika-edebiyat-sanat üçgeninde Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı üzerine konuştuk.

9789750762871-front-cover.jpeg
Ortadoğu'da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı, Süreyyya Evren, 176 syf., Can Yayınları, 2024

Bir fikrin peşinden gitmek, bir fikir üzerine bütün bir yapı inşa etmek ve bütünü düşünmek, sizin edebiyatınızın en değerli unsurlarından/parçalarından birisi. Nitekim Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nda da bir fikrin peşinden gittiğiniz söylenebilir. Burada hem yapısal hem de içerik anlamında bir fikirden söz ediyorum ki bunların birleşim kümesi sizin edebiyatınıza dair de bize birçok şey söylüyor aslında. Öncelikle sizin için bir fikir nereden gelir/doğar?

Her zaman aynı yerden değil. 'İnsanın Gereksizliği Üzerine 17 Şiir' başlıklı şiir kitabı, fikir insanın zamanlarına odaklanan bir düşünce zincirinden doğmuştu; 'Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara' romanı/panlatısı için fikir bir yokuştan inerken ayağım kayıp düşünce belirmişti; Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı için fikir –ki bu örnekte sanırım bir politik parti kurulsa güzel memleketimizde, seçimlere hazırlansa önce, ve sadece tek bir politik vaadi olsa, bu vaat de bir gecede bütün ülkeyi yakmak olsa, ve böyle bir parti yavaş yavaş taraftar kazansa, kuvvetlense, bu nasıl bir toplumsal manzara sunardı fikriydi– içinde bulunduğumuz sosyo-politik ortamın birebir gelişmelerinden doğdu, 6 Şubat 2023 depreminden sonraki haftanın öfkelerinden patladı ve takip eden Mayıs seçimleri ikliminde yeşerdi.

'ROMANI ÇOK SAHİCİ BİR SES VE RİTİMLE YAZMAK İSTEDİM, ONA GÖRE BİR FORM ARADIM'

Romanın yazım süreci Şubat-Temmuz 2023 arasını kapsıyor ki buradan da oldukça yoğun bir duygulanım ve tempoda yazma ediminin gerçekleştiğini anlıyoruz. Bu romanın gün yüzüne çıkmasındaki belirgin faktör ve duygulanım ne oldu sizin için?

Evet, tam da bunu söylüyordum, Şubat–Temmuz 2023, önce deprem, büyük kızgınlık ve çığlık, sonra seçimler, başka bir yıkım senaryosu. Çok sahici bir ses ve ritimle yazmak istedim, ona göre bir form aradım. Kolumdan aksın direkt istedim söz. Tabii fazla geldi bu kadar duygu, arkadaşları yardıma çağırdım. Yardıma çağırdım derken şunu kastediyorum: Roman kahramanlarının isimleri hep tanıdığım sevdiğim yazar, çizer, sanatçı dostlarımın önisimlerinden oluştu. Bir nevi ahbapların imgelerinden yardım aldım. Birlikte daldık maceraya gibi hissettim. Kitabı bölüm bölüm, sanki tefrika edercesine ve sanki bir daha okuma şansımız olmayacakmış gibi, ânın günlüğünü tutarcasına, felaketi akarken yakalıyormuşum gibi yazmaya baktım. Tempo, bir düşüşün yüksek temposuna olabildiğince gerçekçi biçimde ayak uydurma çabasından doğdu ama sonra kıvrılmalar, ayağa kalkmalar, binbir edim devreye girdi.

Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nın merkezindeki fikir hem oldukça sarkastik hem de oldukça düşündürücü: bütün bir ülkeyi bir gecede yakıp yıkma, dümdüz etme fikri (ki içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte daha da anlamlı görünüyor gözüme). Peki tüm bu yakma yıkma edimi, size bu ülke ve günü adına ne düşündürdü? İçerisinde bulunduğumuz dönem ile romanın tarihsel/düşünsel zemini arasında ne tür bağlar ördünüz?

Evet, sadece bir gecede yakma değil, yakıp yıkma, dümdüz etme vaadine sahip bir politik partiden bahsediyoruz. Aslında “dümdüz etme” fikri, kundakçı parti KUNPAR içindeki milliyetçi kanattan çıkıyor, yani bütün ülkeyi yakacaksak yakalım da ya sonra istenmeyen komşular bizim yaktığımız topraklara yerleşirse kaygısından! “En milliyetçi tutum, yaktıktan sonra bir de nükleer bomba atıp habitat olamaz, yerleşilemez hâle getirmektir vatanı,” diyen ve halkı hızla ve coşkuyla buna ikna eden klik yani.

Romanın, içinde yazıldığı zamandan/mekândan, tarihsel/düşünsel zeminden düşüp yuvarlandığı söylenebilir galiba. Pek çok detay bağ olduğunu sanıyorum günümüzle ve bölgemizle, ama büyük resimde “bu ülke adam olmazcılık” ile “yıkıcı da olsa idealizm hâlâ en etkileyici çözüm seçeneğidir” kutupları arasında salınıyor. Doğrunun ne olduğundan çok emin olarak yazmak bana göre değil, o şekilde iyi bir eleştiri bile çıkacağına inanmıyorum bırakın yazılası bir romanı; dolayısıyla bir pozisyon ile dalga geçerken o pozisyona ikna olmanın içinden de geçmeye meyilliyim.

Romanın tek bir ülke ve belirli bir alanı değil de daha büyük bir tarihsel süreç ile coğrafyayı kuşattığı söylenebilir. Bu anlamda yerel ile evrensel olan arasında birçok bağ örülüyor. Hikâyeyi belirli dinamiklerle başka ülke ve coğrafyalar üzerinden ele almak da mümkün. Bu noktada Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nın yerel ile evrensel arasında geliştirdiği ilişki üzerine ne söylersiniz? (Nihayetinde özellikle bu tür bir konu doğası gereği yerel olmanın çok ötesine geçiyor bence.)

Kendi yerelliğine adanmış, hatta abanmış, yerelliğine bütün ağırlığını vermiş insanların evrenselliği belki de. Kitabın adından başlıyor meselenin giriftliği. Ortadoğu karmaşık bir kavram. Levant mı kastedilen, yakın doğu mu? Hangi orta? Akdeniz havzasının doğu sınırıyla alakası ne? Yoksa Dimitri Kitsikis’in Ara Bölge nosyonuna doğru da genişliyor mu? Türkiye’de doğdu Ortadoğulu oldu ne demek? Bugün özellikle ne demek?

'POLİTİK SANAT/EDEBİYAT ÜZERİNE DÜŞÜNMEYİ, BU ALANDA İŞLER YAPMAYI UZUN ZAMANDIR ÖNEMSİYORUM'

Politika ile edebiyat arasındaki ilişki dünyada da Türkiye’de de çokça tartışılmış ve işlenmiş bir konu. Türkiye’de özellikle Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Sabahattin Ali gibi birçok farklı yazarın bu anlamda farklı bağlar ve yapılar geliştirdiğini söylemek mümkün. Siz de gerek kurgu gerekse kurgu dışı metinlerinizde politika ile edebiyat/sanat arasında bağlar ören yazarlardan birisiniz. Öncelikle bir yazar olarak edebiyat/sanat ile politika arasındaki bağ sizi nasıl etkiliyor? Bu mesele size ne tür referanslar sağlıyor?

Ben politik sanat/edebiyat üzerine düşünmeyi, bu alanda işler yapmayı zannedersem uzun zamandır önemsiyorum. Konu politik sanat olduğunda hangi politika sorusundan daha mühim olan soru nasıl bir sanat sorusudur. Yazarın ele almak istediği politik mesele ile eserinde ne yapmaya çalıştığını, neye niyetlendiğini ve neye vardığını merkeze alabilmeliyiz. Sözgelimi yazar politik meselesini ifşa mı ediyor, duygusal katılım mı sağlamaya çalışıyor, tanıklık mı bırakmaya çalışıyor, belirli bir iyinin belirli bir kötüye karşı propagandasını mı yapmayı hedefliyor, okuru bazı tutumlara sempatiyle bakmaya alıştırmak mı istiyor, bir şeylerin tartışılmasına aracılık etmek mi istiyor, öğretmek mi istiyor, tarihe geçirmek ve tarihle anılır olmak mı, anlatılar savaşında kazanan tarafta olmak mı istiyor, bir politik mücadelede araç olacağına mı inanıyor sanatının? Politik roman eldeki politik meselesine ne yapar? Ben politik olarak doğru yerdeyim diyen, kendini temiz yerde tutan politik sanat benim işim pek değil. Politik olarak sorunlu gördüğüm her ne ise onun içinden de yazabilmek istiyorum. Dışarlıklı olarak görmüyorum düşmanı.

Felaketin odasının içinden, duvarlarına dokunarak ve şüpheye düşerek yazmanın yollarını merak ederim. Yani kundakçı parti KUNPAR’ın Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki ve başka yerlerdeki kimi berbat politik eğilimleri sarakaya almanın sarkastik ve sembolist bir yolu olduğunu düşünmekle acaba KUNPAR mı haklı arasında gidip gelmeden, boşluğa düşmeden ve boşlukta kalkmadan yazabilen biri olmak istemiyorum.

'GÜNCEL OLAN, GÜN, POLİTİK OLAN İNSANIN HEP NEFESİNDE BELİRİYOR'

Bağbozumları: Kültür, Politika ve Gündelik Hayat Üzerine (2002), Aranan Kitap: Sanat ve Siyaset Yazıları (2007), Anarşizmler: Anarşizmin Geçmişi ve Tarihleri (2013), Özgürlüğün Şantajı: Preker Hayat ve Depresif Sanat (Spot, 2016), Buluntu Kitap: Edebiyat ve Gündelik Hayat Üzerine Denemeler (Yeni İnsan, 2017), Kırılgan Kitap: Güncel Sanat Üzerine Yazılar (Heterotopya, 2019), Dokunan Kitap: Edebiyat ve Gündelik Hayat Üzerine (Kara Karga, 2019), politika üzerine düşünen bir yazarın kurgu dışı metinleri olarak oldukça kıymetli. Bu anlamda bir yazar olarak güncel, gün ve politika size nasıl bir ilham veriyor, alan açıyor?

Türkiye’de güncel politikayı mesafe alarak takip etmek başka bir egzersiz olurdu sanki. Güncel olan, gün, politik olan insanın hep nefesinde beliriyor. Ama çok fazla ezbere pozisyon var, çok fazla kopya analiz var, çok fazla özgüvensizlik ve papağanlaşma var, kanaat önderleri aramaca, en son makbul olan fikirden yana olabilmek için fikirlerin çarpışmalarını dinlemece var. Hakikat-sonrası (Post-Truth) uzaktaki birtakım Trumpgillerin meselesi değil. Hakikat-sonrası hakikatin kendisini merak etmekten çok hangi taraftan olduğunu merak ettiğimiz ve salt bunu dikkate aldığımız her tartışmada karşımızda. Konu ister ekoloji olsun, ister kimlik ister siyaset. Doğru tarafta olmaya dayanan politika bana bu anlamda pek alan açmıyor tabii, ama bu kolaycılıkların, düşünce tembelliklerinin, korkaklıkların herkesin daha iyi rolüne talip olduğu erdem sahnesindeki her adımları ilham verici alanlar açıyor. Politik sanattan anladığım toplumsal dönüşüm için sanat. Ama neye doğru dönüşüm? Neyden dönüşüm? Kötü hâlden iyi hâle doğru. Kime göre: Kim konuşuyorsa ona göre. Sözgelimi çiçekler sulanmıyorsa çiçeklerin sulanmasını destekleyen bir sanat. Ama bunun çiçeklerin sulanmaması gerektiğine gönülden inanmanın içinden geçmeden yapılmasından pek yana değilim. Yapılabilir tabii de bana vaatkâr gelmiyor edebiyat açısından.

Politika ile edebiyat arasında yeni bağlar geliştirirken kurgu ile kurgu dışını nasıl birbirlerinden ayırıyorsunuz? Sözgelimi bu ilişki Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı (2024), Yakınafrika (2018) ve Başbakan’ın Krallığı’nda (2013) kendisine nasıl bir görünüm alanı kazandı?

Çok ayıramıyorum. Şu bağın altını belki çizmeliyim, 'Başbakan’ın Krallığı da yazar çizer arkadaşların önisimlerini kendine önisim edinmiş roman kahramanlarının bir macerasıydı. Orada da Süreyyya diye bir karakter vardı. Orada da ilkelerle başarı nosyonu arasında kalmalar çıkıyordu karşımıza. Gazetede bir ses sanatçısının siyasi ilkesizliğini eleştiren bir haber okuyunca başlamıştım o romana. O ilkesizliği, dışarıda değil içeride aramanın tüm matraklığına kendimi bırakarak. Gene tefrika ediyormuşçasına yazarak. Yakınafrika’yı yazmaya ABD’ye ayak bastığımda karar verdim. Böyle söyleyince de sanki ABD’de yaşıyormuşum gibi oldu. Tek bir kez gittim ABD’ye ve o seyahatte, adım atar atmaz, bütün Dakar’dan kalkmış köle gemileri bana çarptı havadan.

'BENCE BÜYÜK BİR ACININ ROMANI BU'

Acı, hemen her bağlamda hissedilen, ön plana çıkan, Ortadoğu tarihçesi düşünüldüğünde daha da anlamlı olan bir konu, ki izlerini başlığından içeriğine kadar romanın birçok katmanında görmek mümkün. Bu bağlamda Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı ne tür bir acının, nasıl bir duygulanımın peşinden gider?

Acı ifadesini kullanman çok isabet oldu. Bence büyük bir acının romanı bu. Bitirdiğimde böyle düşünmüştüm en azından. Ve Ortadoğu’da özellikle bildiğimiz bir acının romanı gibi gelmişti. Bu ne tür bir acıdır? Acının ne olduğunu veya ağrının ne olduğunu tarif etmek büyük bir mesele malum, tıp için dahi. Bilimsel olarak verilen üzerinde uzlaşılmış tarif cümleleri “şöyle şöyle bir deneyimdir” diye bitiyor.

Dolayısıyla ne tür bir acı sorusu ne tür bir deneyim demeye getiriyor. Bilemiyorum tam, hasta bir deneyim galiba. Nükseden bir deneyim. Hâlsiz bırakan, takatsiz bırakan ve gene de sürekli yenilenmeler üreten bir deneyim.

Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nda geliştirdiğiniz üslup oldukça sarkastik ve mizahi. Dolayısıyla roman bir politik taşlama/hiciv olarak hem sert bir hikâye barındırıyor, hem de bunu yaparken her şeyi mizahın bir unsuru hâline getiriyor. Bu sert politik hikâyeyi mizah ile ele almak, iç içe geçirmek romanı nasıl geliştirdi? Romanın dil ve üslubu nasıl biçimlendi?

Bu benden kendiliğinden çıkıyor. Hem sabit pozisyonları kırıyor mizah hem de kendiliğinden böyle geliyor benden. Çıkan sonucun işlevleri var, mizah hiyerarşileri iplemiyor, hiciv basmakalıp eleştirin tozunu atıyor, şakalar otoriter tozları alıyor, makara ile dönüyor başka türlü görme arayışındaki zihin. Romanı sabitliklerden koruyor. Ayrıca okuru burada, kitapta olarak okumaya çağırıyor.

'KUNPAR ÖLÜMÜ ÖLÜMLE YENMEK İSTEYEN, KAHRAMANLIĞA DAYALI BİR OLUŞUM'

Romandaki politikacıların zaman içerisinde kendi bağlam ve ortaya çıkış iddialarından uzaklaşarak popülaritenin peşinden gitmeleri hikâyenin kırılma noktası olarak görülebilir mi? KUNPAR, bir arayışa cevap olarak çıkıp nasıl popülist bir tavra büründü?

KUNPAR ölümü ölümle yenmek isteyen, kahramanlığa dayalı bir oluşum. Benim için aynı anda hem yolsuzluğu, siyasi gericilikleri, üçkağıtçılıkları, sahtekârlıkları, pespayelikleri vs. temsil ediyor hem de bir tür mitolojik idealizmi. İdealizmin çöküşüyle barışık değilim, modernist idealizmlere karşı önceki hayatlarımda çok savaş verdim ama şimdi ortada kabul edilebilir bir ideal olmasa bile idealizmlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ama bu ne demek? Kendi eğilimime en kötü örnekle saldırarak sınıyorum ne kastettiğimi.

Metnin düşünsel boyutu çarpıcı olmakla birlikte romandaki karakterlerin hep bir edim hâlinde oldukları, sürekli bir hareketliliğin parçası oldukları söylenebilir. Bir şeyler söyleyen değil, yapan karakterlerdir bunlar. Karakterlerdeki bu durmaksızın hareket hâlinde olma durumu, bugüne, bugünün politikacı ve insanına dair bir eleştiri olarak görülebilir mi?

Evet, bütün karakterler durmaksızın eyliyor. İç sesleriyle dolu değiliz. Olaylar gelişiyor. Edimler birbirini izliyor. Kolektif günlük sürekli gözleme de dayanıyor. Bu durmaksızın birbirini izleyen yapmalar, yapıp etmeler bir maceralar serisi de demek ama ben aslında bir sarmalla, bir hortumun hareketleriyle, veya bir el kol jestiyle göstermek eğilimindeyim romanın akışını. Yüzyıllık Yalnızlık’tan miras kalmış birşeyler de olabilir içinde.

Tarihteki tekerrür düşüncesi Ortadoğu’da Bir Ülkenin Acil Durum Alarmı’nda da kendisini gösteriyor. Zamansal sıçramalar, hatırlamalar, göndermeler farklı zaman ve yerlerde de aynı olayların vuku bulduğunu hatırlatıyor. Bu yönüyle de insanoğlunun hikâyesi kimi durum ve zamanlarda kendisini yeniliyor. Peki belirli bir geçişkenlilik ile örülen, gerçekleştirilen bu zamansal sıçramalar ortaya nasıl bir bütünlük çıkarıyor? Tarih bir noktada hep tekerrür mü ediyor? (Yoksa kendisini yineleyen tarih değil de insan mı?)

Bu en kritik noktalarından biri bence romanın. Sürekli aynı felaketler tekrar mı ediyor insanlık tarihinin en uzun emekleri verdiği yerlerden biri olan bu acılı yerde; tekerrürden mi ibaret felaketimiz? Yoksa sarmal bir yıkımın evreleri mi her biri, giderek daha kötüye ve nihai yokoluşa doğru mu gidiyoruz? İçinde bulunduğumuz, hatta aktörlerinden olduğumuz yıkım sona doğru yeni ve geridöndürülemez bir adım mı, aynı dans figürünün evrende zaman tarafından zevkle tekrarlanması mı?

'YAPIP ETMELER VE YÜRÜMELER TARİHİNDE KRİTİK BİR YERDEN ÇIKIYOR İMGELEM'

Son olarak, her şeyin bittiği, tükendiği, yakılıp yıkıldığı noktada yeni bir hayat kurmak mümkün mü? Bu nasıl gerçekleştirilebilir?

Buna dönük güçlü bir gelenek var gibi geliyor bu topraklarda, bu Ara Bölge’de, Ortadoğu’muzda ve ülkemizde. Yeniden yeniden kurmaya dönük. Sonuçta yapıp etmeler ve yürümeler tarihinde kritik bir yerden çıkıyor imgelem. Biz gene de bir fıkra ile kapatalım: “–Neden entropi var, neden her şey yokoluşa doğru gidiyor ve neden buna rağmen umutluyuz? / –Çünkü bizim tanrının öğretmeni çevreciydi ve geridönüştürülebilir bir evren yaratma ödevi vermişti çocuklara.”

Öne Çıkanlar