Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Dersim-Kırım: Dersim’de olanın adını koymak

Dersim-Kırım (1935-47) ayağının doruğu olarak kabul edilebilecek olan 1937 ve 1938 planlı ve programlı sivil katliamlar, çocuklara el koymalar, yaşam koşullarının ortadan kaldırılması, köy yakmalar, sürgünler vb. uygulamalar içeren bir soykırımdır.

Tarihyazımında ve genelde kolektif hafızada “Dersim 38” olarak yer etmiş olan, 1937 ve 1938 yıllarında Dersim’de yaşananların nasıl adlandırılacağı meselesi, söz konusu tarihi vakanın özel niteliğinden dolayı öncelikli ve elzemdir.

Aynı zamanda bu, mağdurlara karşı sorumluluk bağlamında etik meselesidir.

Konuyla ilgili her anlatının başında öncelikle vaka için seçilen adlandırmanın sorunsallaştırılması gerekir bence.

Bunun yanında vakanın ulusal ve küresel bağlamı içinde anlamlandırılması da önem arz etmektedir ki Dersim 38’in anlamlandırma meselesini başka bir yazımda daha geniş çerçevede tartışmı

***

TARİHSEL BAĞLAM

Doğru adlandırma için öncelikle Dersim 38’in hangi tarihsel bağlam içinde anlaşılması gerektiğine bakmamız gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde cumhurun her kesimi için ayrı bir düşmanlık veya düşmanlaştırma hikayesi vardır. Ancak, resmi söylemde hısım olarak sunulan kesimlerin her biri farklı nedenlerle de olsa hepsi rejim için her zaman potansiyel tehdit ve çoğu zaman hasımdır:

  1. Ankara’nın belirlediği resmi İslamiyet kalıbına sığmayan veya direnç gösteren Sünni Müslümanlar;
  2. Son tahlilde Hanefi-Sünniliğe dayanan bu kalıbı Osmanlı din politikalarının daha rafine versiyonu olarak görerek aktif veya pasif direnç sergileyen Alevi-Bektaşiler;
  3. Onun da ötesinde Müslümanlaşmaları başından imkânsız görünen Gayri-Müslimler ve
  4. Elbette Kürtler başta olmak üzere tüm Gayri-Türkler.

Bu zihniyet ve ruh haliyle rejim, en ufak direnişi ‘isyan’ kabul ederek acımasızca ezmiş, bazen düşman hukuku uygulayarak katliamlara başvurmuştur.

Merkezi ve total bir asimilasyon politikasının parçası olarak, tüm bu grupları enlemesine kesen bir kriter olarak (uzun zamandan beri devletin nüfuz alanı dışında kalmayı başarmış) dağlı/ilkel/barbar/vahşi ‘geri(ci)’ veya ‘yobaz’ kesimlerin ilerlemeye/medenileşmeye dirençlerini kırmak için başvurulan en yaygın yöntem ise – dönemin egemen aktörlerinin ‘neşter vurma’ veya ‘ameliyat’ olarak değerlendirdiği askeri harekatlar olmuştur.

Bu sürecin son parçası olan 1937 Dersim katliamı ve 1938 Dersim Soykırımı, her ne kadar (o zaman ve daha sonra) bir ‘isyan bastırma’ girişimi olarak lanse edilse de bu iki yılda isyan yaşanmadığının ve dolayısıyla bir isyan bastırma girişiminin söz konusu olmadığının belki de en açık kanıtı, sürgün ve katliamlar öngören bir ‘Dersim fetih planı’nın, ‘isyan’ çıktığı iddia edilen 1937’den çok daha önce devlet tarafından hazırlanmış olmasıdır.

Modern devletin kabul edemeyeceği, hele Türkiye Cumhuriyeti gibi radikal merkeziyetçi, tekçi bir rejimin asla tahammül edemeyeceği merkez-dışı (ademimerkezi) öz yönetim ağı uzun süreden beri modern Osmanlı Devleti merkeziyetçiliğinin tehdidi altındaydı zaten.

Devletin merkezileşmesi konusunda 1890’lardan itibaren, Abdülhamit yönetiminde, Ermeni katliamları başta olmak üzere birçok vesileyle devletin bölge elitleriyle kurduğu çıkar ilişkilerinden bölgedeki ayan ve eşraf çocuklarının modern eğitim kurumlarına gönderilmesine kadar farklı yöntemlerle birçok alanda önemli mesafe kat edilmişti.

Bu mirası devralan İttihat Terakki yönetiminin ve sonradan Kemalist rejimin bölgeyle ilgili politikaları (birçok konuda görüleceği üzere) güya karşı oldukları Abdülhamit politikasının devamı niteliğindeydi.

Bunu bilmek, dönemin basını başta olmak üzere müesses nizamın oluşturmayı başardığı ve günümüze kadar devam eden alarmist ruh halinin, aslında bir manipülasyon ürünü olduğunu görmemize yardımcı olacaktır. Böylece, 1935 sonrası devletin soykırıma varacak şiddet kullanımı üzerinden aldığı sorunu ‘kökten’ çözme kararını daha doğru anlamımız mümkün olmaktadır.

*****

DERSİM-KIRIM’A GİDEN SÜREÇ

Modern Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde aslında 1935 öncesinde devletin Dersim’in iç bölgelerine doğru nüfuzunun yavaş da olsa sürekli ve oldukça başarılı bir çizgi izlediğini söylemek mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönem Dersim politikasında dikkati çeken olgu, Osmanlı’nın ‘sel seferleri’ politikasının devamı niteliğindeki, kısa süreli iki askeri operasyondur: 7 Ekim–30 Kasım 1926 ‘Koçuşağı Ayaklanması’ ve 8 Ekim–14 Kasım 1930 ‘Pülümür Ayaklanması’.

Resmi söylemde ‘ayaklanma bastırma’ adıyla anılan bu operasyonlar, asayiş meselesini kaba askeri güçle çözme anlamında ‘tedip’ ve ‘tenkil’ hareketlerinden ibarettir aslında.

Gerçi söz konusu ‘başarı’, nihai olarak coğrafi, eğitim, askerlik, kıyafet, vergi, vs. gibi müdahale konuları açısından kısmiydi.

Ancak o sırada Anadolu’nun birçok yeri için aynı şey söz konusuydu.

Genelde devletin hakimiyetinin sembolü olan vergi, askere alma ve askeri ve sivil idari teşkilatlanma konusunda Dersim’de tedrici bir başarı söz konusudur. Hatta bazılarına göre Alevilik inancından dolayı Cumhuriyet reformlarının uygulanması konusunda Dersim’in genelinde, diğer birçok yere göre oldukça başarılı olunmuştur.

*****

Dersim bağlamında Cumhuriyetin en büyük sorunu, literatürde ‘iç Dersim’ veya ‘deruni Dersim’ olarak anılan bölgede gerçekleştirilmek istenen “kapsamlı idari ve adli müdahaleler”in başarısızlığı, hatta bunların uygulanamamasıydı.

Özellikle kapsamı ve master planın parçası olması bağlamında 1937 ve 1938 yılları Dersim ‘harekatları’, 1935 öncesinde, rejimin inşa sürecinde yaşanan askeri ‘tedip’ ve ‘tenkil’ harekatları ile kategorik olarak farklıdır.

Dersim-Kırım’ın dolaysız ön tarihini ve hazırlıklarını oluşturan adımlar, katliam ve soykırım hazırlık sürecinin zemini olarak görebileceğimiz ulaşım ve iletişim (askeri sevkiyat için çevre illere demiryolları ve Dersim içine karayolları, köprüler, telgraf ve telefon hatları) alanında yapılan çalışmalar ve ordunun İç-Dersim’e doğru yayılan tedrici nüfuzu için hummalı bir çalışmayla yürütülen karakol ve kışla yapımı olmuştur.

Bu sırada, bazen yerel destekçiler üzerinden komplolar aracılığıyla yaşanan aşiretler arası, aşiret içi ve hata aile içi silahlı çatışmalar devletin bölgedeki önemli faaliyetlerinden birine dönüşmüştür. Bu faaliyetler ve giderek artan silahlı düzensiz küçük grupların çevre illeri de kapsayan ‘kol atma’ adı verilen talan ve yağma baskınları, Dersim’de yüzyıllara dayalı dayanışma ve öz-kontrol mekanizmasını çökertmeye adaydır.

*****

DERSİM’DE NE OLDU?

2012’de yayınlanan Kara Vagon: Dersim-Kırım ve Sürgün kitabının giriş yazısında belirttiğim üzere, 1935-47 sürecinde yaşananlar için en uygun adlandırmanın Dersim-Kırım olduğunu düşünüyorum.

Dersim-Kırım, kısa süre içinde medenileştirilmesi, yani (evet aynı anlama gelmek üzere) asimilasyonu, bu bağlamda rıza alınması ve sisteme içerimlenmesi (incorporation) zor olan veya olanaksız görülen bir coğrafyanın, 1935-47 arası süreçte insanları, inançları, dilleri ve hatta ismiyle birlikte toptan tasfiyesi girişimidir.

Kuruluşundan itibaren kendi cumhurunu/halkını yukarıdan aşağıya dönüştürme mühendisliğine girişen Cumhuriyet’in, 1935 sonunda TBMM’den geçen Tunceli Kanunu ve ona bağlı olarak 1936 başında kurulan 4. Umum Müfettişlik faaliyetleri aracılığıyla başlattığı bu tasfiye girişimine karşı Dersim’de direnç gösteren halkın bir kesimine karşı 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla birlikte, Dersim’e adeta savaş ilan edilmesi sonrasında yaşanan bir kırım süreci söz konusudur.

Bu doğrultuda “1937 ve 1938’de Dersim’de ne oldu?” sorusuna cevap ararken, uluslararası hukuk ve Türk Ceza Kanunu’na (Madde 77) da girmiş olan insanlığa karşı suç kategorisinin dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum.

Ancak, bazıları tarafından ‘isyan bastırma’, bazıları tarafından ‘katliam’ olarak anılan bu vakaya en uygun adlandırmanın, yine uluslararası hukuk ve Türk Ceza Kanunu’nda (Madde 76) yer verilen ‘soykırım’ olacağını belirtmek isterim.

Bunun nedenlerini açıklamaya 1948 tarihli “Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nde verilen soykırım tanımı ile başlamak doğru olacaktır.

Sözleşmenin 2. maddesine göre, “ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle” girişilen eylemlerle ilgili sıralanan aşağıdaki kriterlerden herhangi birinin geçerli olması, soykırımın gerçekleştiğini iddia etmek için yeterlidir: (1) Topluluğun üyelerinin öldürülmesi; (2) topluluğun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; (3) topluluğun yaşam koşullarının topluluğun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasıtlı olarak bozulması; (4) topluluktaki çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi ve (5) topluluk içinde yeni doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması.

Sıralanan bu kriterlerden sonuncusu hariç tüm kriterler, 1937 ve özellikle 1938 yazında Dersim’de yaşananlar için tamamen geçerlidir.

Bunu kanıtlamak için doğrusu yeni tarihbilimsel araştırmalara ihtiyaç olduğuna inanmıyorum; mevcut literatür ve halihazırda kamuya açık bilgi ve belgeler yaşananın soykırım olduğunu göstermeye yetmektedir.

Yaşananların soykırım olduğunun kanıtlanması ve özellikle kamuoyunun (çoğunluğun) ikna edilmesi, bugün artık tarihçiliğin veya tarihçilerin değil, aktivistlerin ve siyasilerin işi olabilir.

Zira esasında ‘seçici algı’ veya ‘seçilmiş körlük’ ile ilişkili olan ‘inkâr’ veya ‘tarihle yüzleşmeme’ meselesi, daha çok perspektif veya bakış açısı ile ilişkilidir.

Bu bağlamda, bu yazının böyle bir kanıtlama çabası veya niyeti yoktur.

Soykırım kavramını kullanmamın temel nedeni, kısa zaman önce yaşanmış tarihi bir ‘olay’ı anlama ve anlamlandırmaya çalışırken hemen karşımıza çıkan (en hafif deyimiyle) sivil katliamlarından kaynaklı toplumsal travma konusunda duyarlılık göstermek ve yaşayanlara saygıdır.

Diğer yandan, inkarcılığa karşı mücadele edenler tarafından yeterli duyarlılık ve özen sergilenmezse bu tür vakaların konuşulması ve tartışılması sırasında ortaya çıkacak ‘travma pornografisi’ riskine yıllar önce, 22.05.2015 tarihinde Agos gazetesinde yayınlanmış bir söyleşide dikkat çekmiştim.

*****

Sonuç olarak, kapsamlı saha çalışmalarına dayalı kitap çalışmalarında ancak hakkıyla ele alınabilecek olan, “Dersim’de 1937 ve 1938’de ne oldu?” sorusunun cevabını en kısa şekilde şöyle özetlemek mümkündür:

1920lerde başlayıp 1940ların sonunda tamamlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin modern içerimleme veya iç-fetih sürecinin finali niteliğindeki Dersim-Kırım (1935-47) ayağının doruğu olarak kabul edilebilecek olan 1937 ve 1938 yıllarında, planlı ve programlı sivil katliamlar, çocuklara el koymalar, yaşam koşullarının ortadan kaldırılması, köy yakmalar, sürgünler vb. uygulamalar içeren bir soykırım yaşanmıştır.

Kısacası, niteliksel olarak açıdan farklı iki aşama olarak 1937 ve 1938 yaz aylarında yaşanan ve ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’ kategorisinde olduğunu düşündüğüm bu cürüm hakkında kurulacak her anlatıya, bu eylemin açık ve net bir şekilde soykırım olarak adlandırılması veya kabulü ile başlanması, (Holokost için olduğu gibi) etik bir meseledir.

Bu adlandırma, travmanın adeta yeniden üretimine veya devamına katkısı olabilecek magazinleştirme veya araçsallaştırma riskine karşı gerekli bir önlemdir.

Dersim’de 1935-47 yılları arasında yaşanan, modern devlet olarak ulus devletin bilindik ‘iç-fetih’ girişimidir ve modern öncesi dönemin bildiğimiz en vahşi fetih uygulamalarının ardından bu defa modern dönemin araç, yöntem ve mekanizmaları kullanılarak nihai ‘başarı’ elde edilmiştir!

Fethin sonucu olarak Dersim zorla ve kanla ‘medenileştirilmiş’, yani dönemin resmi belgelerinin diliyle ‘muti’leştirilmiş (itaat ettirilmiş) veya ehlileştirilmiştir.

Ancak ‘fetheden’ ya da ‘fatih’ sonuçta bir cumhuriyet, yani cumhurun (halkın) rejimi olduğu iddiasındadır. Diğer yandan fethedilen de cumhurun bir parçasını oluşturduğuna göre, bu süreçte yaşanan, başından beri ‘kendi’ cumhurunu tehdit ve hatta düşman belleyen, hatta bazen ona açıkça savaş ilan eden cumhuriyetin cumhuruna karşı işlediği cürümdür.

*****

4 Mayıs 1937 tarihinde alınan katliam kararının 87. yılında Tarih Tersleri’nde dikkat çekmek istediğim son nokta, Dersim-Kırım sürecinin detayları hakkında niteliksel olarak yeni çalışmalara duyulan ihtiyaçtır.

Artık Dersim’de ne olduğundan ve neden olduğundan öte, ‘nasıl oldu’ sorusuna cevap aramak üzere sahadan ve konvansiyonel kaynaklardan toplanacak teyitli (verfiied) olgusal bilgilerin sentezlenerek kamuoyunun ve hukukçuların önüne konulmasına ihtiyaç olduğuna inanıyorum.

Bu bağlamda, Dersim-Kırım konulu araştırmalarda bundan sonra yapılması gerekenler hakkında önerilerimi bir sonraki yazıda sıralayacağım.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme,

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi