Konukseverliğin patolojisi ve konuk olarak yabancı -1-

Konukseverlik ritüeliyle konuk ve ev sahibi arasındaki roller, konumlar ve iktidar ilişkisinin çerçevesi çizilir. Konuğun ev sahibinin mekanına gelmesi ve oraya yerleşmek istemesi konuğu konuk olmaktan çıkarır ve o bu aşamada sadece öteki/yabancı olur.

‘Konuk hakkı’ diye bir şey var…

Aileleri zorla evlendirmek istediği için Mısır’dan Argos’a iltica etmek için gelen 40 Mısırlı kadın yöresel giysileriyle yerli halkın dikkatini çekiyor ve halk bu yabancı ve garip görünümlü kadınların ülke dışına çıkarılması için gösteriler yapıyorlar. [1] Böyle bir haberi gazetede okumak bizi şaşırtmaz. Sanki Suriyeliler ya da Avrupa’ya gelmeye çalışan Afrikalılardan söz ediyorum… Ama bu hikâye Aischlos’un İ.Ö. 463 yılında Atina’da sahnelenen oyunun konusudur. Oyunda kral halkın yabancılara tepkisi karşısında ve bu gösteriler sonrası bir ikilem yaşıyor.

Kral bir yandan Zeus’un emri gereği (Tanrı misafiri) kendisine sığınanları korumak zorunda (günümüzde sığınmacılara karşı insani, vicdani ve ahlaki bir sorumluluk. Birleşmiş Milletler Konvansiyonu) diğer yandan halkına karşı sorumlu ve halkın isteklerini de yerine getirmek durumunda. Sonunda ülkede yapılan referandumda Mısırlı kadınların Argos’ta kalmasına karar verilir. Psikanalist Julia Kristeva tarihte Batı Kültürü’nde bu hikâye üzerinden sürgün edilen kadınlarla karşılaştığımızı dikkatimizi çeker… [2] Atinalılar ve Romalılar da kendi dışındaki toplulukları aşağı görüyor ve onları barbarlıkla suçluyorlardı. Yabancı ilkeldir, kabadır, barbardır, görgüsüzdür… Bu anlatının tarihi çok eski. Ve bu konu ırkçıların icadı değil…

KONUKSEVERLİK ÖTEKİYLE/YABANCIYLA İLİŞKİLENME RİTÜELİDİR

Yabancı insanda korku ve merak uyandırıyor. Konukseverlik yabancıyı bir role mahkum ederek ‘korkulmayacak’ konuma getirmek için geliştirmiş bir ritüel. Yabancı insanı kendi sistemine sıkı sıkıya sarılmaya (muhafaza etmeye) ya da kendi sistemini sorgulamaya, değiştirmeye yöneltebiliyor.

Ötekinden söz ederken aynı zamanda biz’den olmayandan, bizim dışımızdakinden yani yabancıdan söz etmiş oluruz. Konukseverlik öteki’yle, bizden olmayanla, biz’in dışındakiyle ilişkilenmenin çerçevesini belirler. Konukseverlik ritüeliyle konuk ve ev sahibi arasındaki roller, konumlar ve iktidar ilişkisinin çerçevesi çizilir. Bu çerçevenin/ritüelin/konumun dışına çıkmak şiddete yol açabilir.

Konuğun ev sahibinin mekanına gelmesi ve oraya yerleşmek istemesi konuğu konuk olmaktan çıkarır ve o bu aşamada konuk artık sadece öteki/yabancı olur. Daha önceki konukluğundan ötürü de ‘tandık yabancı’ yani daha önce tanışıklığımız olan öteki/yabancı olur. Bu durumda genelde ev sahibi o kişiyi yabancılıktan çıkarıp konuk olmaya zorlar. Konuk gitmek üzere, yani geçici bir süre için gelen ve sonunda da giden yabancı/ötekidir.

Yabancı ama konuk olmaktan çıkıp yerleşmek isteyince sorun çıkabiliyor. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık… Yani konuk ev sahibi ilişkisinde konuk rolüne biraz da hapsedilir. Bu kıstla(n)maya karşın konuğa telafi edici ikramlarda bulunulur. Konukluk bazen kısa bir zaman süresini içerdiğinden, yani konuk yurduna/evine geri döneceğinden çok olumlu da yaşanır. Misafirliğe gitmek, turistik geziler bu anlamda çok keyifli olabiliyor. Bazen bu sınırlanma/ikram konukların yerleşmeye başlamasıyla yani ev sahibiyle eşitlenmeye çalışmasıyla karmaşıklaşıyor. Yani Suriyeliler kendilerine çizilen çerçevede yaşarlarsa ve kendilerine tahammüle rıza gösterirlerse daha az sorun yaşayabiliyorlar. Yani ikinci sınıf olmaya, ev sahibine tabi olmaya, eşit haklardan vaz geçmeye rıza gösterdikleri sürece ve ev sahibi istediği sürece konuğa/mülteciye tahammül edilebilir.

Ucuz işgücü olmaları, sigortasız çalışmalarına çok itiraz yok. Mesela hastanedeyiz… Hastayız ve acı çekiyoruz… Biz ev sahipleri yani Türkler sıra beklerken acı çeken bir Suriyeli benimle eşitse ve aynı haklara sahipse hır çıkıyor. Otobüsteyiz. Ayaktayız… Ama Suriyeli ‘BİZİM otobüsümüzde, BİZİM koltuğumuzda’ oturuyor ve ben ayaktaysam… Yani ev sahibinin gösterdiği yerde durur/oturur konuk. Burada mültecilerle/ev sahipleri arasındaki ilişkinin hukukunun ev sahibi konuk ilişkisinden daha farklı olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Mülteci en az hakka sahip olan yer yer konuk hakkı olmayandır da. Turist misafirlere kapılarımız sonuna kadar açık. Yani kâr edebileceğimiz yabancı kıymetli konuk. Ve turist kısa süre kalan, para bırakan ve giden yabancı.

Yabancı/konuk/ötekiyle aramızdaki ilişki bir iktidar ilişkisidir ve bu iktidar ilişkisinde ev sahibi gücü elinde tutandır/tutmak isteyendir. Bu gücü kaybettiğini hisseden gruplar/kişiler bu gücü yeniden elde edebilmek için şiddeti seçebiliyorlar. Bu şiddet sembolik de olabiliyor. Kısacası yabancı düşmanlığı/ırkçılık ötekinin genelde de ‘ben de seninle eşitim’ dediğinde şiddetleniyor. Yani otobüste ‘ben de bilet paramı ödedim. Keyifle oturur, yolculuğun keyfini çıkarırım’ dediğinde öfkeleniliyor. Otobüse binme hakkı bilet almakla edinilen bir hak ama burada ayrıca ‘Türk olma hakkı’ yaratılıyor. Ve otobüste oturma hakkı da eğer yer boşsa edinilebiliyor.

Otobüste renkten, ırktan, dilden ötürü edinilebilen özel bir hak yok aslında. Yani ‘ben Türk’üm buradan kalk’ türünden bir hak yok. Yabancı kendisine biçilen elbiseyi giydiği sürece onu idare etmek daha kolay, çünkü tüm kuralları ev sahibi koyuyor. Burada ‘öteki’/yabancı konuk olduğu sürece ev sahibin en büyük gücü onu istediği zaman evden/yurttan kovma hakkıyla ilişkili. Konuğun evden kovma hakkı yok. Ev sahibi evinden konuğu kovma hakkıyla iktidar elde eder. Yani ilişki asimetriktir. Konuk ev sahibini kovamaz, bu gücü yoktur. İşte haklar konusundaki eşitsizliğin kaynağı burada. Suriyelileri/Afganları evimizden kovmak kolay gibi görünüyor. ‘Geldikleri gibi giderler’ diyebiliriz. Kovma hakkının arkasında ‘burası benim’ yani ‘buranın sahibi benim’ hakkı da var. Suriyelilerden önce de ırkçılar bu hakkı sıkça kullanmak isterlerdi. ‘Komünistler Moskova’ya’ tanıdık bir slogandır. ‘Ya sev ya terk et’i de çoğumuz duyduk. Ermeniler, Kürtler de sıkça duyarlar bu tür hatırlatmaları… Kovma hakkı o mekânın sahibinin hakkıdır. Bu tür kovma şovu yapanlar burası benim demektedirler.

‘Bizim ana vatanımız Orta Asya’ diye övünüyoruz. Oradan gelmişiz. Burada yüzyıllarca yaşamışız. Burada bizim hikayelerimiz, anılarımız, türkülerimiz olmuş. Burada doğmuş burada ölmüşüz… Yerleşmişiz. Kovacağımız bazı Suriyeli çocuklar da burada doğmuşlar, burada sokaklarda dolaşmışlar. Ölen yakınlarını burada buraya gömmüşler… Suriye’yi haritada bulmakta bile zorlanır çoğu… Bu çocuklar ne kadar Suriyeli… Biyolojik ırkçı anlatılarla kanın ve dölün buralı olmadığını saçma da olsa söyleyebiliriz. Kültürel ırkçılık anlatıları da sıkıntılı. Burada sosyalleşen bir Suriyeli kültürel olarak ne kadar Suriyeli olabilir ki! Bu söylediklerimle pembe bir gözlükle yaşananları görüyor değilim.

Bu kadar kısa bir sürede bu kadar kontrolsüz yoğun göç alan her ülke ciddi sorun yaşar. Ve bu sorunu herkes ciddi anlamda yaşıyor. Bu kadar yoğun göç alan ülkeler yeterli uyum programları geliştirseler de sorunlar oluyor. Almanya Türkiye’den çok daha az bir mülteci almış olmasına rağmen ciddi sorunlar yaşıyor. Almanya’nın ekonomik olarak güçlü olması, yaşlı nüfusundan ötürü genç mültecilere gereksinim duymasına rağmen çok ciddi sorunlar yaşıyor.

Dünya nimetlerinin paylaşımındaki eşitsizlik zenginlerin nimetleri ellerinde tutmasından kaynaklanıyor. Kalan nimetler de milyarlarca insan tarafından paylaşılıyor. Zenginlerin bu paylaşımın dışında tutulmasıyla yoksulluk sadece yatay bir paylaşım sorununa dönüştürülüyor. Yani kısıtlı nimetleri milyarlarca insan kendi arasında paylaşmak durumumda. Bu da yoksulların kendi aralarında yatay paylaşım kavgalarına dönüşüyor. Yoksulluk yoksulların kendi aralarında agresif bir rekabetini doğuruyor ve yoksullar birbirlerine düşmanlaşıyorlar. Kısacası mülteciliği üreten savaşları engellemek yerine savaşın mağduru insanlara karşı savaş veriliyor. Yoksullukla savaşmak yerine yoksulları birbirleriyle düşmanca rekabete sürüklüyorlar. Savaştan kaçanlar başka bir savaşın içinde buluyorlar kendilerini.

Tekrar konuk ve ev sahibi ilişkisine dönersem… Almanya’da da mültecilerin konuk olarak ‘hadlerini bilmemeleri’ ev sahiplerinin tepkisine yol açabiliyor. Yani bizim kurallarımızı kabul etmemeleri… Yerleşmeye gelen ama bizim konuk konumuna sokmaya çalıştıklarımız adetlerini, törelerini, dinlerini ve dillerini de getiriyorlar ve bu da sorun olarak görülüyor. Her ne kadar insanlar Almanya’ya Alman gibi yaşamak için gelseler de kültür dediğimiz şey sınır kapısında bırakılabilen bir emanet değil.

İnsanlar farkında olmadan belki de duygularını, kültürlerini, anılarını da bavullarına koyarak göç ettikleri ülkeye götürüyorlar. Bu karşılaşmada ev sabinin de konuğunda yaşadığı travmatik bir şey var: uyum gösterme mekanizmalarının bir yerde iflas etmesi. Ben bir yere gittiğimde o yer ve oranın yerlileri benim için yabancıdır. Ben de onların yabancısıyım. İki yabancının ilişkilenmesi… Aramızdaki ilişkinin olabilmesi için iki tarafın da uyum mekanizmalarını işletmesi gerekir. Birini anlamak için mutlaka onun gibi olmamamız gerekmez. Yani insan yabancı olduğu durumda kendi hayatında yabancı olduğu/yabancılık çektiği durumlardan yola çıkarak yeni durumu anlamaya çalışır. Örneğin acı çeken bir çocuğu anlamak için kendi çocukluğumdaki ve acı çektiğim durumlardaki deneyimlerden yola çıkarak o çocuğa duygusal yakınlaşabilirim...

EMPATİ YORGUNLUĞU

Empati… Empati kendimi ötekinin yerine koymak ama aynı zamanda kendim kalmak değil midir? Ama bazı durumlar benim hayatımda hiç yaşamadığım bir durum olabilir ve bu bana ‘radikal yabancılık’ (=yani benim hiç deneyimlemediğim ve anlamakta çok zorlandığım durum) yaşatabilir. Radikal yabancılık ve uyum mekanizmalarındaki yoğunluk da bazen empati yorgunluğuna, usanmışlığına yol açabiliyor. Empati yorgunluğu ve empatinin zorlanması ırkçı tepkilere de yol açıyor. Mesela iletişim çağında dünyanın en uzak noktalarında yaşanan haksızlıkları, vahşetleri anında görebiliyoruz. Vahşet fırtınası, kötüler dünyasında yaşıyormuş duygusunun zorluğu.

Bir dönem sonra empatiyle yaklaşım yorgunluk yaratabiliyor. Empati bir kişinin halini anlamak ama kendin kalabilmek yeteneğidir. Vahşet haberleri ama duygusal yoğunluk ve katılımdan ötürü olayla aramıza mesafe koyarak hissetmeye engel olabiliyor. Mesela denizde boğulan birine empati göstermek onun yaşadığı durumu hissedebilmek ama mesafe koyarak denize girip birlikte boğulmak yerine dışarıda kalarak/onun durumuna düşmeyerek o kişiye yardım edebilme becerisidir. Yani empati yerine, olması gerektiğinden daha fazla özdeşleşme empatinin yerini alıyor. Yani suya girip boğulanla aynı telaşı yaşıyor (olması gerektiğinden daha fazla özdeşleşme) bazı insanlar.

Empati sandığımız bu durum duygusal ağır bir yüke dönüşebiliyor. İşte bu tür deneyimler insanı empatiden kaçınmaya, umursamaz davranmaya itebiliyor. Hatta insan vahşetle arasında mesafe koymayı agresif bir biçimde yapıyor. Empatiyle başlayan filmin finalinde insanlar empati düşmanlığı üzerinden vahşet taraftarı bile olabiliyorlar. Mesela Filistin’de olanlara karşı tutum. Önceleri her ölen insan yoğun duygusal öfke yaratırken artık haberleri bile dinlemek istemeyen insanlar var. Bazı kişiler ise olması gerektiğinden fazla özdeşleştikleri için daha farklı duygusal haldeler.

Empati usanmışlığının bir başka boyutu da insanların tepkileriyle gerçekliği değiştirememeleri. Çaresizlik ve güçsüzlük. Etkin olamama, daha doğrusu etkinliğin, protestonun olumlu sonuç doğurmaması. Bir başka neden ise haberlerdeki manipülasyonlar. Gördüğünüz bir film veya haberden sonra duygusal bir yoğunluk yaşıyorsunuz. Ama birkaç gün sonra o haberin fake/sahte/yanlış olduğunu öğreniyorsunuz. Yani yaşadığınız duyguların boşa gitmesi, Gösterdiğiniz tepkinin evrende kaybolması ve bunun sonucu olarak da haberlere, vahşete kuşkuyla yaklaşım… Suriyeliler ve onlara negatif ya da pozitif yaklaşımlarda işte bu empati sorunları da rol oynayabiliyor.

UYUM GÖSTERME MEKANİZMALARININ AŞINMASI

Mesela Afrika’nın bir kabilesine gittiğimde onlar benim halime ben de onların haline uyum göstermek istediğim sürece aramızda ilişki olabilir. Konuk statüsündeki yabancının bir yere gittiğinde belirli düzeyde uyum gösterme arzusunun olması sorunun/gerilimin azalmasına katkı sağlıyor. Ayrıca göç alan grubunu da gelenleri entegre etme çabasının olması gerekiyor. Eğer ben uyum direnciyle bir ülkeye yerleşmek istediğimde bu yerleşik kültürdeki insanlarda yabancıyı reddin yoğunlaşmasına sebep oluyor. Yani birlikte yaşamak zorlaşıyor. Ben o Afrika köyüne yerleşmek istediğimde iki tarafında uyum gösterme mekanizmaları zorlanabilir. İşte bu uyum gösterme mekanizmaları zorlanınca insanlar reddetmeye yatkınlar. Yani beni köyden kovmaya… Benim o köyde yerleşik hayata geçebilmem için ilişkinin üçlenmesi, üç kişilik olması gerekir. Yani devletin, kuruların aracılık etmesi ve bu aracılıkta adil davranması. Kuşkusuz Afrika’nın köyüne götürdüğümüz, kendimizden uzaklaştırdığımız sorunlara bakmanın rahatlığı var. Ama konu kapımıza, hatta evimizin içine gelince durum ne? Orta Asya’dan gelmekle övünenlerin Kürtlere/Ermenilere ‘burası bizim ülkemiz, ya sev ay terk et’ dediklerinde sorun daha da karmaşıklaşıyor.

Göçmenlerle/ötekilerle ilgili sorun onların kim olduğuyla da ilgilidir: Konuk mu, sığınmacı mı, buralı mı?

Göçmenlerle ilgili sorun göçmenlerin eşitlenme çabasıyla keskinleşir.

Göçmenler bazen uyumsuzlukları bazen de ama uydukları için, bizden biri gibi oldukları için sorun yaşarlar.

Göçmenlerle/ötekilerle/yabancılarla ilgili sorun aslında yerlilerin/ev sahiplerinin de sorunudur. Ama önerdikleri çözüm ‘yabancı gitsin kurtulalım’dır. Ama bu tür toplumlar/kültürler yabancıyla/ötekiyle ilişkileri üzerinde düşünmedikleri sürece yeniden ve yeniden aynı sorunu başka kontekstlerde üretirler. Afganlar gitse... Ermeniler, Aleviler, Kürtler… BİZİM ötekilerimizle ne yapacağız?

Bir ülkede bir sorun vardır ve ırkçılık bu sorun üzerine kurulur. Mesela göçmen/işsizlik/yoksulluk sorunu. Ama bu gerçeklikten yola çıkarak üretilen ise gerçek dışıdır. Sorunun oluşumu ve çözümü bu gerçeklikten çıkarılarak saptırılır. Mesela işsizlik sorunu Almanya’da mültecilerle ilişkili değildir, çünkü mültecilere çalışma yasağı var. Başlangıcında var olan gerçeklikten ötürü (mesela işsizlik) kurgunun tümünün (işsizliğin mültecilerden kaynaklandığı) doğruluğu intibaı oluşur. Yani ırkçılık bir soruna işaret eder ama bu ırkçılığı haklı yapmaz çünkü tüm kurgu manipülasyon üzerine kurulur.

[1] Peter Span, Fremde und Metöken in der Athenischen Demokratie, 1995, Kitap içinde: Mit Fremden Leben, Editör: Alexander Demandt, C.H.Beck Verlag, s. 37.

[2] Kristeva, Julia (1990): Fremde sind wir uns selbst. Frankfurt/M. Suhrkamp Verlag, s. 51.

Devam edecek...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi