Konukseverlik üzerinden yabancı ‘etkisiz hale’ getirilir

Konukseverlikteki ikram aslında bir alışveriş ilişkisidir. Korkulan tedirginlik yaratan yabancı, konuk haline getirilerek kontrol edilir, kurallara uymaya zorlanır, böylece korkulan olmaktan çıkarılır. Korkulan borçlandırılarak bağımlı hale getirilebilir.

Konukseverliği yücelten kültürler üstün/değerli olmaktan öte, ötekinden/yabancıdan korkan kültürlerdir. Konukseverlik üzerinden yabancı denetlenir ve “etkisiz hale getirilir.” Irkçılık, yabancı düşmanlığı bağlamında konukla/yabancıyla ilişkiyi anlamak için iyi bir parametre olabilir. Konukseverlik yabancıyı konuk pozisyonuna hapsederek sınırlı ilişki kurmaya hizmet eder. Ötekiyle ilişkimiz bir alışveriş ilişkisidir, yani bu ilişkide gereksinimlerimiz karşılıklı olarak giderilir. Birbirini tanımayan iki insan karşılaştığında aralarında her kültürde karşılaşılan ve sembolik bir görünmez bir hukuk vardır: konuk hakkı/hukuku. Bu hukuk üzerinden insanlar hiç tanımadıkları insanlarla ilişkilenirler, yani yabancılarla “bu konukseverlik hakkı”[1] üzerinden ilişkiye geçerler. Bu “konukseverlik yasaları”[2] ödevler de yükler taraflara.

Yabancıyla ilişki yabancıdan korkmak, yabancıyı düşman ilan etmek aynı zamanda da yabancıya ilgi duymak. Yabancıyı tehlikesiz hale getirmenin, yabancıyı yabancı olmaktan çıkarmanın ama onu aynı zamanda denetlemenin ve ona olan merakımızı gidermenin birçok kültürdeki çözümü yabancıyı konuk yapmaktır. Konuk kastre edilmiş yabancıdır. Hem yabancı ama aynı zamanda eli kolu bağlı yabancıdır. Konukseverlikte yabancıdan korku ritüelize edilerek, korku böylece gizlenerek yabancıyla ilişkilenme imkânı verir. Türklerin konukseverliği, misafirperverliği mitolojisi aynı zamanda Türklerin yabancıdan korkularının da epey fazla olduğunun ölçümüdür. Bu korkuda büyüyenlerin patolojik parçalı/kutuplu bir dünya kurmaya, ırkçılığa yatkınlıkları vardır.

Yabancı bugün gelip yarın gitmeyendir, yani konuk olmayandır. Georg Simmel yabancının bugün gelip yarın gitmeyen, kalan olduğunu yazar.[3] Yabancı gelen ama gitmeyen, kalandır (ikamet eden). Konuk ise kısa süre kalıp gidecek olandır. Bir yabancı bir köye, bir haneye geldiğinde ne olur? Her kültürün yabancıyla ilişkisini organize eden ritüelleri vardır, bunu biliyoruz. Misafir tedirgin eder ama köylü için bir tehdit oluşturmaz. Bir kişi hem aileye hem köye tehlike oluşturmaz (varoluşsal bir korku oluşmaz). Korku tek başına olan misafir tarafında daha ağır basar.

Konuk yabancındır köye (haneye), köyün adetlerine, misafir olduğu yere. Burada kendiliğinden bir ilişki başlar. Önce ilk karşılaşma, selamlaşma ve ilişkiyi düzenleme başlar. Konuk selam vererek ilişkiyi başlatır. Selam kutsaldır ve karşılık vermek gerekir, “Allah’ın selamıdır.” Selamın karşılığının zorunluluğu iki yabancı arasındaki yabancılığın verdiği ilişkiyi başlatma tedirginliğini ve güvensizliğini ortadan kaldırır. Selamlaşma tamamen ritüelizedir ve önemli özelliği asimetrik olması ve iletişimi/sohbeti teşvik edici olmasıdır. “Selamünaleyküm.” “Aleykümselam.” “İşler nasıl?” “İyidir, sen de işler nasıl?” Batıda iletişim ilkin simetriktir. “Merhaba.” “Merhaba.” “Günaydın.” “Günaydın” gibi. A kişisinin söylediğinin aynısını selamlaşmada B kişisi tekrar eder. Bu tür simetrik selamlaşma iletişimi sınırlar ve sadece amaca yönelik ve işlevseldir. İş bittiğinden ilişki kişiselleşmeden orada biter. Geleneksel iletişimde insanları konuşmayı kişiselleştirirler de çünkü kişisel sorular da sorular: “Nasılsın, işler nasıl?” Burada amaç dostluk kurmak, ilişkiyi çok derinleştirmek olmasa da bir yanıyla kişiseldir de.

TANRI MİSAFİRİ

Anadolu’da misafirin kutsal tarafından korunması söz konusudur: Tanrı misafiridir. Misafire kötü davranmak tanrıya karşı bir günahtır. İşte bu inanç ilk’i kolaylaştırır. Misafirin tanrı misafiri olduğunu iki taraf da bilir, dolayısıyla bu çerçeve ilişkinin başlangıcına yardımcı olur. Tanrının misafirliğinde tanrının kurallarının iki taraf için de geçerli olduğu hatırlanır, böylece öldürme ve kötü davranma ihtimali kutsal üzerinden yasaklanır. Bu gereklidir çünkü “yabancı tehdit ve tehlike”[4] şeklinde algılanır. Yabancı kestirilemeyen, niyeti de önceden belli olmayandır. İşte bu belirsizlik tehlike potansiyeli olarak algılanır. Yabancıya önce Truva Atı gibi muamele edilir.

İnsanlar arasındaki ilişkinin temelini alışveriş, takas oluşturur. Simmel, alışverişin, ikramın ve karşı ikramın teşekkürün/minnettarlığın (Dankbarkeit) toplum (Gesellschaft) olmanın ön koşulu olduğundan bahseder.[5] Bu alışverişte ilişkide bir hiyerarşi ve güç dağılımı da oluşur. Halk arasında söylenen “Veren el alan elden üstündür”deki güç ilişkisine dikkat çeker. Bazı ilişkilerde güçlü (paralı, olanakları fazla olan taraf) ikram üzerinden ötekini bağımlı ve itaate (saygı konsepti üzerinden) zorlayabilir. Bu durumda ilişki tek yönlüdür (bir taraf alıcı, diğer taraf ise ilişkide verici olur).

Armağan değişiminde üç kural temeldir: Konuğa/yabancıya ikramda bulunma ve konuğun kendisine sunulan ikramı kabul etme zorunluğu vardır ve bunu reddetmeye hakkı yoktur.[6] Burada ikramı reddetmek agresif bir tutum olarak değerlendirileceğinden ikramı reddetmek ilişkiyi reddetmek anlamına gelir. Çatışma isteyenler bunu reddederler. İkramı reddetmek bu anlamda hakaret anlamına da gelir. Misafire ikram vermemek, ikramı layık görmemek aynı şekilde o kişiye hakaret etmektir de. Ya da kişiyi armağana layık görmemek, değersizleştirmek demektir. İkramı reddetmek de onur kırıcı bir durumdur. İkram değişimi konusunda en önemli ve değişmez kurallardan birisi de karşılıklılık ilkesidir. Alınan her hediyenin bir karşılığı vardır. “Her zaman hediye verenin hiçbir karşılık beklemeden salt vermesi söz konusu değildir.”[7] Her şey karşılıklıdır.

Misafir geçici olduğundan bazen misafirle bir daha karşılaşmak mümkün olmayacaktır. Misafirin armağana vereceği karşılık (karşı armağan, eşitleyici, borcu karşılayıcı armağan) ise ev sahibinin kurallarını kabul etmek biçimindeki asıl karşılıktır. Ayrıca misafir tanrı misafiri olduğu için tanrıya karşı da bir vazife yerine getirildiğinden tanrının takdiri de öteki dünyada alınacak karşılık olarak düşünülebilir. Kısacası armağan değişiminde ekonomik (eşdeğerde karşı armağan), hukuksal (karşılıklılık esası) ve ahlaki (ev sahibinin ahlaki değerlerine ev kurallarına uymak, alışveriş kurallarına uymak gibi) boyuttan söz edebiliriz. Konuk bu kuralları çiğnerse misafir tanrı misafiri olma konumunu ve korunağını yitiriyor ve ev sahibinin yaptırım uygulama, yani onu kovma yetkisi var. Bu ilişkide haram hukuku da rol oynar. Ev sahibinin sunmadığını izinsiz almak haramdır.

Ev sahibinin kontrol edemediğini de tanrı haram üzerinden denetler, sınırlar. Wilhelm Schmid hediyenin sadece ev sahibi konuk arasında olmadığını anlatırken hediye türlerini de sıralar: gösteriş hediyesi, sevinç hediyesi, özgürlük hediyesi, minnettarlık hediyesi, adalet hediyesi, yumuşatma hediyesi, acil durum hediyesi, hakaret, zafer hediyeleri gibi, baştan atma hediyesi gibi.[8] Hediyede ayrıca öteki’ni hoşnut etme kaygısı vardır. Armağan değişimi ilişkiyi başlatır ve ayrıca ilişkinin sürdürülmesine önemli katkıda bulunur.

Werner Schiffauer, Türk kültüründeki alışveriş ilişkilerinde simetrik karşılıklılığın olduğuna vurgu yapar.[9] Bu tür alışveriş ilişkisinde alınan hediyenin karşılığı kısa bir zaman içinde karşı hediyeyle ödenir. Asimetrik karşılıklılık da ise karşı hediye (borcun ödenmesi) uzun zamana yayılır. Mesela birinin düğününde takılan hediyenin karşılığı yıllar sonra ödenir. Ayrıca alışveriş ilişkisinde negatif mütekabiliyetten (negative Reziprozität) söz edebiliriz.[10] Bu kavramla haksız yere elde edilen ya da geri ödenmesi pek mümkün olmayan armağan kastediliyor. Bir daha karşılaşmayacağınız bir misafire verdiğiniz hediyenin karşılığı yoktur. Satış anında yabancı biriyle yapılan pazarlığın da karşılığı yoktur. Hırsızlık da böyle bir alma, edinme türüdür. Argoda kullandığımız beleşçilikle de böyle bir kazanç edinme kastedilir. Bazen misafirle ilişki aynı zamanda ticari de olabilir.

Mesela kasabaya gelen bir tüccar, bir çerçi konuk olmanın yanında ticaret için geldiğinden mal-hizmet alışverişi de mümkün olur. Karşılıksız yapılan ikram bonkörlüktür bazen ve varlıklı olanlar bonkörlük üzerinden sosyal statülerini güçlendirebilirler. Sahlin bunu strüktürel bonkörlük (Strukturelle Grosszügigkeit) olarak adlandırıyor.[11] Misafire bonkör davranma zorunluluğu... Konuk kendisine ikram edilenin karşılığını genelde sembolik olarak saygılı olmak, ev sahibinin değerlerine özen göstermek biçiminde geri öder. Burada ikramın bir para değeri varken, ödeme semboliktir ve mal değeri yoktur. İşte burada ikramı aynı değerde eşit ödeyememe duygusu oluşur ve bu bir minnet duygusu olarak konukta kalır.

Pierre Bourdieu, bu alışverişte bir tabudan söz eder. İkramın parasal değeri söylenmez.[12] Mesela bir ev sahibinin sofraya koyduğu ikramların fiyatı/maliyeti konuğa söylemez. Ama aynı kültürde yaşayan yabancılar o malzemelerin değerini bilir. Ticari alışverişte satış metasının fiyatı öne çıkarılıp pazarlık fiyat üzerine olurken, fiyata vurgu varken sembolik alışverişte fiyat tabulaştırılır. Bir Avrupalı kendisine Anadolu’nun bir köyünde sunulanın parasal değerini bilmezken yakındaki bir köyden gelen misafir yabancı sofranın maddi değerinin farkında olur. İkramda iki taraf da ikramın fiyatı konusunda suskundur.[13] Konuğa ikram ev sahibinin şerefiyle ilgili de bir konudur. Konukseverlik insanların övünebileceği bir özelliktir ve narsistik bir boyut da kazanır ve “sosyal kapital” gibidir. Konukseverlik, içselleştirilmiş ve sorgulanmadan uygulanan bir tutumdur. Aslında bu “sembolik şiddet”le[14] ilişkilidir. Misafir ve ev sahibi ilişkisinde, ilişkininin oluştuğu süreçte farkına o an varılmayan, kolektifin içselleştirilmiş baskısı rol oynar. Sembolik şiddet, şiddet olmaksızın kolektifin beklentilerine uymaktır. Bütün bunlar yabancıyla ilişkinin regülasyonuna yarar ve yabancıdan korkmayı ve yabancıyı yok etme isteğini engeller, dolayısıyla yabancıya düşmanlaşmayı da engeller.

ARTIRMA

Alışveriş bazen de sembolik şekilde yapılır. Modern öncesi toplumlarda da alışveriş semboller üzerinden sosyal ilişkilerin düzenlemesi amacıyla yapılıyordu. Mesela yaşlılar saygı, yaşlıya sunulan bir armağandır ve yaşlı da küçüklere sevgiyle karşılık vermek zorundadır. Böylece kuşaklar arası çok zor bir durum regüle edilir. Modern toplumlarda alışveriş genelde maddi olurken modern öncesinde daha çok armağan üzerinden bir değişim vardır. Maddi değişim bile bu toplumlarda armağan değişimi olarak sunulur. Hediye alışverişinde taraflar arasında bir tarafın borçlanması üzerinden hatır ilişkisi de olur. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” Burada borç sembolik olarak hatırla, diğer tarafa saygıyla ödenir.

İkramın bir özelliği de ödendiğinde/karşılığı verildiğinde zamlı ödenmesidir. Yani biri kendisine verilen armağana armağanla karşılık verirken karşı armağan daha değerlidir. Böylece armağan borcunu ödeyen kişi bu kez de karşısındakini borçlu duruma sokarak, o kişiyi karşı armağana zorlar. Bu armağan değişimi, sembolik olarak da iyilik değişimi ilişkide sürekliliği sağlar. Zamlı ödeme geleneği, ilişkileri teşvik ederken bir gün kırılma noktasına getirebilir. Karşılıklı armağan değerinin yükseltilmesi, iyiliğin çoğaltılması sınırlara dayanır ve en son armağanın karşılığı daha değerli olarak ödenemez. Burada bir kırılma olur. Taraflar ilişkiden hoşnut olduklarında alışveriş yeniden daha aşağıda bir yerde başlatılarak yeniden değer artırımına gidilir. Kırılma noktası dargınlık (düş kırıklığı) anıdır. Ama dinsel bayramlar, küslüklerin giderildiği barışma bayramlarıdır da ve böylesi bir günde taraflar isteklilerse yeniden ilişki başlatırlar. Pahalı ve kalabalık düğün organizasyonları armağan verme, daha önce verilmiş armağanların borçlarının ödenmesi ritüelidir ki bizim toplumuzda çok yaygındır.

Modern toplumlardaki alışverişte aynı değerdeki mal/meta değişimi vardır. Burada ilişki o ana aittir ve başka bir ilişkiye dönüştürülemez. Yani alışveriş mağazasındaki alışveriş o an başlatılır ve satış işlemiyle bitirilir. Duygusal, borçlanma, ilişkiyi sürdürme boyutu yoktur.

Sonuç olarak konukseverlikteki ikram aslında bir alışveriş ilişkisidir. Korkulan tedirginlik yaratan yabancı konuk haline getirilerek kontrol edilir, kurallara uymaya zorlanır, böylece korkulan olmaktan çıkarılır. İkramın bir karşılığı vardır ve bu karşılık ev sahibinin beklentilerine karşı armağan olarak yanıt vermektir. Korkulan kişi borçlandırılarak bağımlı hale getirilebilir.

Kültürde özel durumlardan da söz edilebilir. Evet, bazı kişiler yabancıdır ve dolayısıyla önce misafir konumundadırlar, kalıcı olduklarında bile bir yanıyla yabancı kalırlar. Bu biz’in o grupta nasıl tanımladığıyla ilişkilidir. Günlük hayatımızda karşılaştığımız ve bir halk türküsünde de söz edilen duruma bakalım:

Kara çadır is mi tutar

Yalçın tüfek pas mı tutar

Ağlayalım anam bacım

Elin kızı yas mı tutar

Buradaki biz kişinin geldiği ailedir. Kendi seçtiği ve biz olduğu partneri bu kullanılan bağlamda dışarıda kalandır. Başka kontekste eşiyle biz varken geldiği aile biz olunca eşi dışarıda tutuluyor. Geleneksel evlilik modelinde el kızı, el oğluyla evlendirilir. Gelinen aile asıl biz olarak uzun süre paralel bir biçimde varlığını sürdürür. Bu biz’in arka planda canlı tutulması insanların hayal dünyalarında bir sığınaktır ve buralar korunmalı alanlardır da. Eşiyle ya da yeni biz’deki durumda sorun yaşayan biri yüceltme alanı, geri çekilip sığınma alanı olarak “asıl/öz biz”ine kaçar. Asıl ve öz’de kendini tam olarak ait hissetmeme, gelinen grubun entegre etmekteki zorlukları da rol oynar. Türklerin ANAvatanı Orta Asya’dır, İstanbullu ama hâlâ Anteplidir, hakiki Urfa kebabıdır. Yani bir öncesi, özü, orijinali ve hakikisi vardır. Yeni olan sadece kabul edilmek zorunda bırakılmıştır, zorunluluğa işaret eder. Konuk ve yabancıdan söz edildiğinde bir mekândan da söz ediliyordur.

Konuk, yabancı mekânsız olandır ve bulunan mekânın sahibi değildir. Mekâna sahiplik kimin yabancı ve kimin yerli olduğunu belirler. Mekânın dışı dışarısıdır ve mekâna gelen de dışarıdan gelen ve mekânın kurallarına uymak zorunda olandır. Göçlerde mekân birlikte götürülemez, bu yüzden birçok göçmen gittiği yerde kendine ait olmayan mekânda kültürel bir mekân edinerek yabancılık duygusunu, mekânsızlığı ve ait olmama duygusunu azaltmayı dener. Kürtlerin batıya göçlerinde kendi evlerinde ve aralarında Kürtçe konuşmaları, Kürtçe türküler söylemeleri bu kültürel vatanı yaratmalarıyla da ilişkilidir. Bu kültürel vatan göç sonucu oluşan kayıpların acısını dindirmek ve göçün yarattığı kırılmaya direnmek için de kültürel sürekliliği ayakta tutma ve böylece kimliği güvenceye alma isteği içerir.


[1] Anne Dufourmantelle, Davet, Jacques Derrida, Konukseverlik Üstüne, çev. Aslı Sümer (Metis Kitap, 2020), s. 27.

[2] age, s. 69.

[3] Soziologie (Suhrkamp Verlag, 2021), s. 764.

[4] Werner Schiffauer, Fremde in der Stadt [Kentteki Yabancı] (Suhrkamp Verlag, 1997), s. 76.

[5] Soziologie, s. 663.

[6] Marcel Maus, Die Gabe, Suhrkamp Verlag, 1990), s. 36 ve 91.

[7] Wilhelm Schmid, Hediye Vermek Hediye Almak Üzerine, çev. Tanıl Bora (İletişim Yayınları, 2021), 2. Baskı, s. 17).

[8] age, s. 19-21.

[9] Die Bauern von Subay (Klett&Cotta, 1987), s. 29.

[10] Marshall D. Sahlins, “Zur Soziologie des primitiven Tauschs” [İlkel Takasın Sosyolojisi], Vom Geben und Nehmen içinde, der. Frank Adloff, Steffen Mau (Campus Verlag, 2005) s. 83.

[11] age, s. 90.

[12] “Die Ökonomie des Symbolischen Güter” [Sembolik Mal Değişiminin Ekonomisi], Vom Geben und Nehmen içinde, s. 141.

[13] age, s. 142.

[14] age, s. 148.


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi