Beni en çok annem öldürdü

Kendini beğenmeyen annenin çocuğu olarak kendini beğenmeyi denemek, kendini sevmeyen anneden kendini sevmeyi öğrenmek oldukça zor zanaattır.

Beni en çok annem öldürdü. Benim bindiğim her uçak düştü. Sevmek adına, beni en çok annem öldürdü. Benim yolculuk yaptığım her otobüs kaza yaptı, paramparça oldum. Beni en çok annem öldürdü, kaygılanmak adına. Her gecikmemde kaçırıldım, dağlara kaldırıldım, kurda kuşa yem oldum! Beni korumak adına, beni en çok annem öldürdü... Yanından her uzaklaştığımda, biraz ‘büyüdüm’ anlamında bağımsızlaştığımda, biraz onun kontrolünün dışına çıktığımda hep bu film oynadı kafasında. Biraz özgürlüğüm onun faciasıydı. Özgürlük ve facia... Bu durumla ilk annemde karşılaştım. Bu facia en çok onu şok ediyor, kafasındaki bu fotoğrafların travmatik etkisiyle, sahiden ölmüşüm gibisine gözyaşları sel oluyor, hıçkırıklarında boğuluyordu. Bulduğu çözüm, beni görünmez bir zincirle yanında, yakınında tutuyordu: "ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi / terkedilmek korkusu" (Murathan Mungan). 

Annemden her gidişim, terk etme ve terk edilme duygularını yaratırdı. Otonomiye gitmek, bağımsız olma arzusu ve korkusu arasında bir sarkaç gibi dolaşırken, annem kendi korkusunu da benim omzuma yükler, böylece arzum korkunun altında ezilirdi. Annem benim annemdi, ama aynı zamanda, benim her gidişimde terkedilme korkusuyla arkamdan ağlayan bir bebekti. Annenin her mutfağa gidişinde bebeğin terkedilme korkusuyla annesinin arkasından ağladığı gibi… 

Ben onun beni salıverdiğince, zincirimi boşladığınca gidebiliyordum. Sevgi buydu galiba; annem bu zincire sevgi bağı diyordu... Beni zincire vururken asıl kendini bağlamıştı biraz da; kendine ait bir hayatı yoktu. Şair Metin Demirtaş’ın dediği gibi, "Kaçamıyor, / Çocukları… / Ayağının çiçekten prangaları." Bizim sevgimiz ikimizin hapishanesi, hücresiydi sanki. Erkek egemen toplumda ‘gene bir erkek suçlaması’, anneye saldırı bu. Erkek egemen toplumunun annesinin de çok sorunlu olduğunu anlatmak istiyorum belki de... 

KORKU HAZZI

Psikanalizde "korku hazzı" kavramı vardır. Biz bu kavramla insanın korkudan haz almasını kastederiz. Mesela korkak biri korku filmine gider, filmde bazı sahnelerde gözünü kapayarak ve yanındakine sarılarak bu filmi izler. Adeta kendi korkmasını para ödeyerek organize eder. Bu kadar korktuğu ve acı çektiği halde görünmez bir haz da vardır bu insanda; yoksa daha sonra başka bir korku filmine gitmez. Korku filmleri korku hazzından ötürü gişe rekorları kırar... Rüyalarımızdan sorumlu değiliz. Bilinç ötemiz bize bilincimizle istemesek de rüyalar gördürür. Rüyalar çoğu kez saçmadır. Ama rüyalarımızı neden görüyoruz, bilinç ötemiz bize ne demek istiyor sorularına yanıt aramak bizim sorumluluğumuzda... Annem rüyalarında beni öldürerek farkına varmadığı bir haz mı alıyor? Bu kadar acı çekmesine rağmen aynı fanteziyi, hayali neden kuruyor? Neden kendi filminin sadomazoşisti oluyor? Annem hayal senaryosunu kanlı yazıyor ve bu senaryoyu bana oynatıyor.

Bu film yeniden ve yeniden oynuyor. Benim bu kadar acı çektiğim bir hayalde bana rol vermesi, bu rolü de gerçek sayması, onun farkına varmadığı sadist yani galiba. Ve galiba benim acılar içinde kıvranma sahnem onu çok acıttığı için, kendisi acı çektiği için ve bu filmi oynatarak acıyı sürekli hale getirdiği için de mazoşist bir boyut çıkıyor... 

Aşk ve sevgiye dair söylenen şarkılar ve türküler genelde acıyı anlatır. Sevmek, anlık olumlu duygulara teğet geçer, sevgide aslolan acıdır, kaygıdır. Biz sevmeyi kendi içimizdeki bir sıcaklıktan çok bir dert olarak yaşarız. Sevgide bağımsızlıkları, özgürlükleri katletmemizin bir geleneği var. Biraz da bu yüzden özgürlüklere düşmanızdır. Evlatlarımızı çok severiz ama "Evladın mı var, derdin var!" da deriz. Bu kadar hayal ürünü acıya muhatap olunca acıyı da kanıksıyor insan. Acılara duyarsızlaşıyor, zombileşiyor! Reel acıyla hayal acısı arasındaki fark ortadan kalkıyor, çünkü hayalde oluşturulan kötü, reel bir acıya (kısıtlama, engelleme, haz düşmanlığı) dönüşüyor... 

"HAYIRLI EVLAT" OLMA YÜKÜ

Psikanalist Sandor Ferenczi, 1933 yılında yazdığı bir yazıda, çocukların anne-baba şiddetinde ortaya çıkan suçtan dolayı oluşan suçluluk duygusunu üstlendiklerini yazar. Angela Kühner da çocukların bu suçluluğu üstlenmesinin nedenlerinden biri olarak, çocuğun maruz kaldığı şiddet anında yaşadığı sonsuz zayıflığı ve çaresizliği inkar edebilme çabasından bahseder. Suçlulukla baş edebilmek, çaresizlikle baş etmekten daha kolaydır. Annemin fantezilerinde oluşan şiddetten kendimi sorumlu tutardım. Onun gözündeki yaşın sorumlusu bendim. Annemi acıtmanın ve ağlatmanın telafisi için de özgürlüğümden vazgeçer, ona karşı kendime vazifeler koyardım: Anneyi üzmemek gibi, aslında sorumlusu olmadığım bir meseleden sorumluydum ve böyle bir vazifem vardı. Şair Ahmet Erhan’ın dediğini diyemediğim için belki de: "Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın." 

"Hayırlı evlat" olmak gibi zor bir işim vardı... Ben gezmelere ve eğlencelere giderken bir yanımı evde, annemin yanında bıraktım sürekli. Annem de benim bir yanımın eğlenmesine izin verirken diğer yanımı hayalinde öldürüyordu. Haz ve sevgiye sadizmler, mazoşizmler sızıyordu sürekli. Eve döndüğümde, eğlenen yanımdaki keyifler annemin gözyaşlarıyla suça dönüşüyordu. Annesini üzen hiçbir çocuk mutlu değildir. En mutlu anımızla mutsuzluk sıkça kesişir ve mutluluklar belki de bu nedenle hüzünlüdür de... Ferenczi "acının terörü"den söz eder. Bizimki ise sevginin terörüydü. Uzaklara gitmemek, akşam karanlık basmadan evde olmak, özgür olamamak... Anneyi, dolayısıyla da kendimizi rahatlatmak için özgürlükten vazgeçilir. Belki bu yüzdendir özgürlük düşmanlığımız: ‘Ben özgür olamıyorsam yasaklansın özgürlük, hiç kimse özgür olmasın!’ 

Bazen anne-baba çocuğu kendi istediği gibi seviyor, çocuğun sevilmek istediği biçimde değil. Bu da anne-babanın arzularının doyurulması, çocuğun sevgiye aç bırakılması demektir… Bir çoğumuzun geliş(tiril)miş sadece bir hobisi bile yok. Monoton, tekdüze ve heyecansız hayatlar yaşıyoruz. İzlediğimiz filmler sınırlı bir macera kaynağı.  

Duygulanmayı filmlerdeki aşklardan tanıyoruz. Maçlar, diziler, politik konular bizi canlı tutuyor ve yaşadığımızı hissettiriyor. Yeryüzünün en berbat sorusu olan "Bugün ne pişireceğim?" sorusunu kendisine soran annelerin bu sıkıcı hayatlarındaki en büyük macera, çocuklarına ilişkin fanteziler. Hiç hissetmemektense en azından fanteziler kurarak hissediyorlar. Hayatlarının merkezine çocuklarını koyuyorlar; hayatları çocuklarıyla anlam buluyor. Bu anlam ilk bakışta sevginin büyüklüğüne işaret eden olumlu bir çağrışım yapar. Ama birinin hayatının anlamı olmak çok ağır bir yüktür ve bu yük, taşıyan insanın bağımsızlığının ve özgürlüğünün engelidir de. Bir annenin hayatla sözleşmesi olmak ağır bir yüktür ve bedeli ağırdır. Bu sözleşmeyle oluşan borç, ki biz ona "anne-babaya karşı vazifelerimiz" deriz, "hayırlı evlat" tasarımıyla ödenmeye çalışılır. ‘Hayırlı evlat’ tasarımı ise anneye ya da babaya hayır diyememe üzerine kuruludur; ‘hayırlı’ evlatlar ‘hayır’ diyemeyen evlatlardır.

Ayrıca anne-baba tartışmasında babanın anneye ‘geri zekalı’ olduğunu ve annenin babaya ‘aptal’ olduğunu söylemesi ve sonuçta bunu dinleyen çocuğun geri zekalı ve aptal bir anne-babanın çocuğu olma gerçeğiyle bir dünya kurabilmesi çok zordur. Bu insanların geri zekalı ve aptal olmalarından çok, çocuğun anne ve babanın söylediklerini mutlak bir gerçek gibi görmesi, durumu zorlaştırır. Her şeye rağmen çocuk, anne-babasının iyi insanlar olduğu fikrini canlı tutar. 

Çünkü anne-babanın kötü olması çocuğun var olamaması anlamına gelir. Kötüyle özdeşleşerek, kötünün bir parçası olarak var olmak tahammül edilemez bir durum yaratacağından, anne-baba her şeye rağmen sevilir. Bu nedenle belki de en problemli anne-babalar bile bir süre sevilirler; sevgi böyle patolojik bir şekilde girer bazen hayatımıza... 

ASİMETRİK BİR İLİŞKİ

Anne-babayla çocuk arasındaki ilişki asimetrik bir ilişkidir ve başka türlü olamaz. Bu ilişkinin simetrikleştirilmesi anne-babanın sembolik olarak ortadan kalkması demektir. Sembolik bir ölüm yani... Ama bizde başka bir sorun var: Çocuğun kendisini evinde, yuvasında, vatanında hissetmeme hali. Bu durum çocuğun kendini evinde misafir gibi hissetmesini de sağlıyor. Zaten çocuklar da "yuvadan uçacak kuşlar" olarak metaforize edilmezler mi? Bu durumda da misafirlik, göçmenlik yok mudur? Kendi evini yuva olarak belleyemeyen çocukların kendilerini güvencede hissetmeleri, güven geliştirmeleri zor olmaz mı? Benim çocukluğumun geçtiği ev bizim evimizdi, ama ben kendimi misafir gibi hissettim: Annem ve babam beni istediklerinde ‘kovabiliyor’ ya da ‘kapının önüne koymak’ ile tehdit edebiliyorlardı.

Ev bizim evimizdi ama daha çok annemin ve babamın "bizim evimiz"iydi. Zaten onların beni "evlatlıktan reddetme" hakları vardı, ama benim onları annelik ya da babalıktan reddetme hakkım yoktu. Kısacası olması gerektiğinden de fazla bir asimetrik ilişkiydi. Böylesi bir kültürün çocukları da büyüdüklerinde eşlerini evden, sevmediklerini ülkeden kovuyorlar. Anne-babanın "Kuralıma uyacaksın, yoksa evi terk edersin!" tehdidi ileride "Ya sev, ya terk et!"e dönebiliyor. Yani binlerce yıldır bu topraklarda yaşayanlara bile bu "ülkenin misafiri" muamelesi yapılabiliyor.

"İDEAL ANNE" OLMA YÜKÜ

Anneler ‘çok iyi anne olma’ idealiyle yola çıkıyorlar. Çoğu kez kendi çocukluklarının eksiklerini gidermeyi ve hatalarını düzeltmeyi kendi çocuklarında deniyorlar. İyi anne olmak kendi çocukluklarında yaşadıklarını çocuklarına yaşatmamaktır onlara göre. Bu bazı kontekstlerde doğru olabilir ama annenin kendisini çocuğunda onarması, çocuk yetiştirmede kendi çocukluğunu baz alması ciddi sıkıntılara da yol açabiliyor. Çok iyi bir anne olmak, annenin kendisi gibi olmasını istemediği bir çocuğu yetiştirmek istemesi seklinde yaşanabiliyor. İstememeyle iç içe bir isteme, yeterince sorun ve çelişkiyi zaten içeriyor ve anneliği güçleştiriyor; çünkü annenin kendisine model alacağı bir anne yok. Bu bağlamda anne kendi kurguladığı bilinmez bir yolu yürüyor.

Bu bilgisizliği çoğu kez okuyarak ve sorarak gidermeye çalışırken pedagojik bir anne oluyor ve rasyonel davranıyor. Bunun bir anlamı, annenin kendi duygularına güvensizliğinin başlamasıdır; ayrıca kendisini beğenmeyen, kendini problemli gören bir annenin çocuğu olmak gibi bir faciayı çocuğuna yaşatmak anlamına gelebilir. Kendini beğenmeyen annenin çocuğu olarak kendini beğenmeyi denemek, kendini sevmeyen anneden kendini sevmeyi öğrenmek oldukça zor zanaattır. 

Çok iyi bir anne olma isteği ve ideali genelde suçluluk ve yetersizlik duygusu yaratır annede, çünkü ideal anne olmak imkansızdır. Annenin gücünün, sevgisinin, zamanının ve olanaklarının sınırlı olması ideal anne olmanın engelidir. Çıtayı böyle yükseğe koyunca da başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Bu varsayılan başarısızlık yetersizlik ve suçluluk uyandırıyor. Anne çoğu kez suçluluk duygusunu azaltmak için çocuğu gereksiz ve yerinde olmadan (yanlış yerde) şımartıyor. Çocuklar suçluluk duygusunun azaltılma çabasını ‘sevgi’ olarak yanlış bir biçimde öğreniyor. Psikanalist D.W. Winnicott bize, ‘yeterli iyi anne’ olmanın çocuğun normal bir gelişim sağlaması için yeterli olduğunu anlatır...

Beni çok sevenler sıkça öldürdüler... Neden sevgiler kanlı ve zulümler var? Nasıl olduğumu merak etmeyenlerin sadece gözlerinin önünde olayım ve yaşadığımı bilsinler diye benim nerede olduğumu merak etmeleri... Beni merakla, özlemle bekleyenlerin bana ilk sorularının "Nerede kaldın?" olması size garip gelmiyor mu? Sevgiye dil bulmak zormuş...

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi