Ahlat Ağacı'nda taşra çıkmazı
Medine KILIÇ
İki yaz önce Nuri Bilge Ceylan’ın yeni filminin çekimlerinin başladığını duyduğumda heyecanlanmıştım. O yaz sık sık yakınlardaki beldeye gitmek için birkaç kilometre yürürdüm. Yol boyunca pek de güzel olmayan, hatta ‘çirkin’ bile denilebilecek dallarında küçük, sert meyveleri olan ağaçlar görüyordum. Çalıya benzeyen... Sonra bu ağacın adının "Ahlat" olduğunu öğrendim. Ceylan’ın filminin adının ‘Ahlat Ağacı’ olacağını da o dönemlerde okudum. Bu beni daha da heyecanlandırdı.
Acaba bu ‘çirkin’ ağacın adını filmine vererek Nuri Bilge Ceylan neyi anlatmaya çalışıyordu? Filmi izleyince, Ahlat Ağacı sembolü yerli yerine oturdu.
TAŞRALILIK KADER Mİ?
Taşrada doğmuş ve orada büyümüşseniz taşralılık sizi ömrünüzün sonuna kadar terk etmez mi? Onu üzerinizde hep taşır mısınız? Bir giysi gibi sıyırıp üstünüzden çıkarmak istediğiniz taşra kültüründen kurtulmak imkânsız mı? Taşralılık coğrafya gibi kader mi? Yoksa taşrada oluşturduğunuz büyük idealler, kendi yarattığımız hayaller mi? Büyük ideallerle, biz sıradan faniler varoluşumuza anlam mı katmak istiyoruz?
Nuri Bilge Ceylan, Cannes’da yarışan son filmi Ahlat Ağacı’nın ana karakteri Sinan Karasu (Karasu Kürtçede de –avareş– hoş ve çağrışımlarla dolu bir kelimedir) ile taşradan ve taşralılıktan kurtulma arzusunun hazin hikayesini anlatıyor. Ne var ki Sinan bu entelektüel arzuyu taşıyor görünse de bunu yapabilecek çapta biri değil. Büyük arzunun küçük savaşçısı / insanı olarak Sinan, nefret ettiği kültürün ta kendisi aslında... Sinan’ın, taşraya bir yazar adayı olarak açtığını düşündüğü savaşa daha en başından yenik düşeceğinin işaretlerini alıyoruz film boyunca.
MEYDAN OKUDUĞU KASABANIN KENDİSİ OLAN KARAKTER
Doğumundan liseyi bitirdiği yıla kadar çocukluk ve gençliğini Çanakkale’nin Çan ilçesinde geçiren Sinan, üniversite sınavında sınıf öğretmenliği bölümünü kazanarak Çan’dan çıkıyor. Okulu bitirdikten sonra bir öğretmen adayı olarak Çan’a geri dönüyor. Dönerken yanında basılmamış bir kitap da getiriyor. Kendisi yazmış ve bastıracak parası yok. Kumara saplanmış öğretmen bir baba, kocasının kumar bağımlılığı nedeniyle üzgün ve yaralı ev kadını annesi ve çoğunlukla ders çalışırken gördüğümüz, babasına saygısı tükenmiş liseli bir kız kardeş... Sinan’ın gözünden kasabanın cazibesiz ve kaçılası atmosferi, kültürü ve insanları...
Eve dönmek istemeyen ve üniversiteyi bitirdikten sonra ataması yapılmadığı için çevik kuvvet polisi olmaya mecbur kalan ‘kanka’sına söylediği gibi "Diktatör olsa Çan’a atom bombası atacak olan" yazar adayı Sinan’ın ailesi ve çevresi bu...
Sinan ya KPSS’yi kazanıp ilk etapta Doğu’da öğretmenlik yapan babasının hayatını kendi hayatıyla tekrar ederek Çan’da, hiçbir cazibesi ve teşviki olmayan kasaba hayatını yaşayacak ya da bunu reddedip taşralılığa meydan okuyup aşan bir yazar olacak.
Kasabada büyüyen ve aslında meydan okuduğu o kasabanın ta kendisi olan Sinan, Çan’dan nefret mi ediyor yoksa nefret edecek gücü mü yok? Nuri Bilge Ceylan tam da bunu işliyor filmde. Kendinden büyük bir ideali gerçekleştirmek isteyen insanların hazin yenilgisi... Sinan açtığını düşündüğü savaşta aykırı bir karakter değil, değiştirme, direnme ve kazanma malzemesi yok. Eski sevgilisiyle, Çan’a imza günü için gelen bir yazarla ve imamlarla girdiği diyaloglar, onun derinlikten yoksun, bir yazara yakıştırmadığınız yüzünü gösteriyor. Eski sevgili ile karşılaşma anındaki yüzeyselliği karakterin iticileşmeye başladığı anların başında geliyor. Kasabanın kuyumcusu ile nişanlanarak hayatının sınırlarını genç yaşta çizen ve bu yüzden acı çeken eski sevgilinin ısrarı olmasa aralarındaki konuşma daha kısa sürecek.
‘DERİN TARTIŞMA’ NAMINA BİLİNDİK FELSEFİ KLİŞELER
İmza gününe gelen yazara sarfettiği sözler yeni yetme bir ‘okur-yazarın’ klişeleriyle dolu. Yazara "diskur çektin" diyor ama tiradı ezberlenmiş sözlerin yüz kızartıcılığını öylesine çok taşıyor ki seyircinin kendisini özleştiremeyeceği yüzsüz bir ‘yazar’a dönüşebiliyor. İmamlarla girdiği din tartışmasında da yine ‘derin tartışma’ namına klişelere boğuluyoruz. Burada sadece Sinan değil ‘muhafazakar’ ve ‘reformcu’ imamlar da bir kova kelime boca ediyorlar üzerimize.
Filmin ‘felsefik’ diyaloglarındaki derin görünümlü yüzeysellik, Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmlerinde de vardı. Uzun diyaloglarla geçen konuşmalar, temalar, biraz kitap karıştıran bireylerin yabancısı olmadığı, duyduğu şeyler. Karakterler de bu diyalogları kitap okur gibi canlandırıyor. Bence Ceylan filmlerinin en büyük kusuru bu... Diyaloglara felsefi derinlik katma arzusu gerçekleşemiyor. Karakterler yazılı bir metni ezberlemiş gibi konuşuyor. Tarantino filmlerindeki uzun diyaloglardan alınan lezzet buralarda alınamıyor. Üstelik Ahlat Ağacı’nda seyirci Sinan ile bütünleşemediği için –belki de özellikle karakterin itici olması tercih edildi– bu diyaloglar sıkıcılaşıyor.
DEVRİM YAPAMAYAN TUHAF BİR DEVRİMCİ
Sinan böyleyken nasıl yazar olacak, Çanlılığı nasıl aşacak? Burada yazar olmak isteyen genç bir adam ile aile ve çevre değerlerine isyan eden ama bir süre sonra yelkenleri indireceğini hissettiğiniz bir ergenin aynı vücutta cisim bulmasına tanık oluyoruz. Devrim yapamayan tuhaf bir devrimci... Kitabını bastırmak için babasının en sevdiği varlığını, köpeğini gizlice satacak kadar tuhaf ve ‘kötü’ bir karakter. Seyircide empati ve saygı uyandırmıyor. Eğer tam da böyle bir kişilik canlandırılmak istendiyse film bu açıdan çok başarılı. Sinan’ı sadece bir kere vicdanlı görüyoruz, babasının cüzdanında yerel bir gazetede kitabı hakkında çıkan bir yazının kesilmiş kupürünü gördüğü an. Bu an yelkenlerinin söndüğü ve kumarbaz babanın yenilgisinin simgesi olan köy evindeki kör kuyuya inmesinin de anı... O ana kadar babasının zorla köy işlerini yaptırdığı Sinan kendiliğinden kuyuya inip toprağı kazarak babasının hayatını benimsemiş, vazgeçişin ve teslimiyetin kollarına bırakmıştır kendini... Taşralılık galip gelmiştir. Serüven bitmiştir. Kitabı bir tane bile satmamış, imzalayıp verdiği annesi ve kız kardeşi bile okumamıştır. Tek okuru küçümsediği, borçlarından dolayı kasabalıların önünü kestiği babasıymış, hatta bazı kısımlarını iki kere okumuştur. Bunu sınavı kazanamayıp gittiği askerlikten döndüğünde, babasının artık yalnız yaşamaya başladığı köye giderken öğreniyor. "İtibarsız" babadan beklenmedik, şaşırtıcı bir davranış.
AHLAT AĞACI SİMGESİ BABADAN ‘ÇALINTI’
Filmin sevgili ve saygın karakteri aslında baba... Eline geçen parayı hemen at yarışlarına yatıran bir müptela. Karısı banka kartına, maaşına el koymuş. Ama onu anlatırken dediği gibi "Gelecekte böyle olacağını bilsem bile yine onunla evlenirdim" denilecek kadar özel biri. Hep sıcak, hep aykırı, hep sevecen ama hep müptela... Onda müptelalığın iticiliğini, acınası hallerini pek az görüyoruz. Belki de Sinan devrimciliğini babasından almış ama onun gibi hakiki değil. Ahlat Ağacı imgesi de babadan ‘çalıntı’!
"Sen bize anlatmıştın Ahlat Ağacı’nın yalnız ve uyumsuz" olduğunu diyor. Kitabına da bu ismi veriyor.
Gelecekte Sinan’ı ve babasını Çan’da küçük hayat bekliyor. Bir ara kuyuya boynunda iple sarkmış Sinan’ın görüntüsünü görüyoruz. "İntihar mı etti" diye üzülmeye başlamışken bunun bir rüya olduğu, gerçek olanın hayatta olan Sinan’ın kuyunun dibinde toprak kazdığını görüyorsunuz. Oğul babaya dönüşmüş, barış ve uyum sağlanmıştır.