'Sahte sol ne anlama geliyor?'

Avusturyalı felsefe Profesörü Robert Pfaller: Sağ partiler, sahte solcuların aptallığını kullanışlı bir alana dönüştürüyor.

'Sahte sol ne anlama geliyor?'

Tanınma, beden, cinsiyet, öteki, toplumsal cinsiyet, çok kültürlülük, kültüralizm, çoğulculuk gibi kavramlar son dönemlerde tartışma konusu olarak sosyal medyada önemli ölçüde yer buldu. İdeolojik düzlemde kimlik siyasetinin sınıf mücadelesini ötelediğini hatta önünde bir engel olduğu yönündeki sesler giderek yükselmeye başladı. Bu tartışmalar sürerken uzun yıllardır Avrupa solu’nun da gündeminde olan kimlik siyaseti son günlerde benzer eleştiri ve tartışmaların konusu oluyor. Almanya’da yayın yapan Taz Gazetesi konuyla ilgili güncel eleştiri ve tartışmalara dair Viyana’da yaşayan felsefe Prof.'ü Robert Pfaller ile bir söyleşi yaptı. Pfaller, sınıf mücadelesinin kültür politikalarına indirgenmesini sert bir dil ile eleştiriyor.

Onları "sahte kültür solu" olarak nitelendiriyor ve ideolojik düzeyde liberalizme, sermayeye hizmet ettiğini savunuyor. Şu tespite de özellikle vurgu yapıyor: Sağ partiler, sahte solcuların aptallığını kullanışlı bir alana dönüştürüyor ve acımasız bir şekilde onların kimlik politikalarını daha çok merkez dışı, yani taşradaki seçmen gruplarını kazanmak için devreye sokuyor.

Komplike bir soruyla başlayalım sayın Pfaller. Demokraside yaşanan erozyon ile insanların genel anlamda vesayet altına alınma olgusu arasında bir bağ var mı?

Evet var. Çünkü demokrasi herkesi ilgilendiren ve kapsamıyla herkesi kendi alanına dahil eden bir prensibe dayanır. Eğer demokrasi, giderek sadece bireye indirgenen bir noktaya gelmişse, bu demokrasiyi oluşturan şartların yıprandığı anlamına gelir. Bu durumda vatandaşlar ya depolitize olup burjuvaziye dahil olurlar, ya da Eski Yunan'da denildiği gibi, kendi derdiyle ve tasasıyla uğraşan aptallara dönüşürler.
Herkesi ilgilendiren şeylerin düzenlenmesi için, mesela Avrupa Birliği içerrisinde giderek demokrasiden uzaklaşmanın artışında olduğu gibi AB kendisini mağdur olarak gösterme saiklerinden vazgeçerek diğerlerinin mağduriyetlerini hesaba koymak zorundadır. Başka bir deyişle ancak öncelikle sizi küçülten kişisel korkularınızı bir kenara bırakmaya hazır olursanız sizi küçülten sorunlara karşı çıkacak duruma gelebilirsiniz.

O halde kişisel mağduriyet ve incinme biçiminin ataerkil vesayet içinde uç vermesi pekala politik bir çıkıştır ?

Kişisel olarak incinmiş olmak her zaman için gerekli değil. Öyle zamanlar oluyor ki insan kişiselleştirmeden de incinebilir ve buna beraberinde, " Doğrusu bu bir arsızlık. Bu durumda ne kadar kızsam yeridir" düşüncesi eşlik ettiğinde, ben bunun politize olmak için iyi bir çıkış noktası olduğuna inanabilirim.

Sizin nitelendirmenizle ‘hakiki olanı konuşmak’ sosyal adalet açısından hedeflediğiniz politikayı karşıladı mı? Neden?

1980’li yıllarda kapitalist ülkelerdeki sol tandanslı sosyal demokrasi, kendi adına herhangi bir ekonomik politika ortaya koyamadı. Bir bakıma savaş sonrası yıllarda prensiplerini büyüme ve refaha yaslayan John Maynard Keynes siyasetini esas aldı. Reagan ve Thatcher’in kışkırtıcı neoliberal politikalarının yarattığı şok, sosyal demokratları sadece neoliberal kemer sıkma politikalarına teslim olmalarına yol açmadı, aynı zamanda sağlık ve eğitim gibi halkçı ekonomiyi esas alan kurumların temel dayanaklarını da işlevsiz hale getirdi. Sosyal demokratların rakiplerinden farklı kılan şey ise, politik problemlerini kültürel bir boyut içinde görmeye başladılar. Sembolik politika daha baskın bir hal aldı.

Örneğin ?

Çocuklar için kreş veya anaokulları yerine cinsiyete dayalı (kadınlar ve erkekler gibi) yaklaşımlar ön plana çıktı, ya da bizlere fırsat eşitliği yerine 'çeşitlilik' sunuldu. İlerici kurumların büyütülmesi yerine ise önümüze genişletilmiş ayrımcılıkla mücadele yönetmelikleri konuldu.
Bu bakış açısı tam da neoliberal propagandanın ilkelerine denk düşüyor: Bütün eşitsizliklerin kaynağı sadece dışlanma üzerinde inşa ediliyor. Sorunların neoliberel görüşle çözülebileceği, bütün bunların liberal zihniyeti besleyen özel mülkiyet koşullarıyla hiç bir bağının olmadığı iddiası sadece bir yanılgıdır.

Sırf toplumun büyük bölümü öyle istiyor diye liberal demokratlar, kimlik siyasetine odaklandı. Politika yoluyla toplumun alt tabakalarının dejenere edildiği yönünde iddialar var. Neoliberalizmin toplumun alt sınıflarında yaşanan bu gerilimi politikalarıyla maskelediği gerçekten doğru mu yoksa bunlar birer komplo teorisi mi ?

Bu her şeyden öte, örneğin Nancy Fraser, Slavoj Žižek yada Frank Furedi uzun zamandır üzerinde yazdığı gibi kullandığınız metodoloji ile ilgili bir şey. Fakat bu her şeyin arkasında bir komplo teorisinin yerleştirildiği anlamına gelmez ya da buradan 'olup bitenler ta başından beri süper bir beyin tarafından tasarlandı' sonucu da çıkmaz. Bunları sabit kalıplar içinde değerlendirenler, çoğunlukla ters rüzgarın tadını çıkarmak isteyen aptallardan oluşuyor. Kimlik siyaseti yapanların büyük bölümü, sözünü ettiğim ters rüzgârdan faydalanmak istiyor.
Mesela oportünist sanat küratörleri. Bunlar bazı sahte konuları sanki toplumun çoğunluğunun en acil sorunuymuş ve müdahale edilmesi gereken bir şeymiş gibi göstererek, desteklenmeyi talep ediyorlar.

Kimlik siyasetinin sorunsallaştırılmasında tamda bu değerlendirme bağlamında ayırıcı bir nokta ortaya çıkıyor. Sol cenah, sınıf mücadelesinin toplumsal cinsiyet odaklı taleplerin gölgesinde kaldığını ileri sürüyor. Kent soylu orta sınıf ise, özgürlükçü projelerle dışlanmış gurupları merkeze alınmasının abartılmaması gerektiğini savunuyor. Şimdiye kadar yaptığınız açıklamalara bakılırsa solun tezlerini savunuyorsunuz.

Amerikalı ırkçılık karşıtı teorisyen Adolp Reed ile kıyaslandığında benim siyasal pozisyonum sola düşüyor. Bana göre problemin şu şekilde ortaya konulması gerekir: Eğer bir toplumda sınıflar ve eşitsizlikler kendisine yer bulamıyorsa, içinde bulunulan koşulların eski yargılara yaslanması arzu edilse bile, o toplumda hiç kimse dışlanmaz. Ancak sınıf çelişkilerine dayalı eşitsizlikler kaldırılması görmezden gelinerek sadece dışlanmanın engellenmesi çabasına ağırlık verilirse, bu durumda bütün gruplar toplumdaki hiyerarşi basamağında herkes kendi payına düşeni alır.

Somut olarak ifade edersek....

Reed’in yazdığı gibi bir takım "ahlak ekonomisi" normları altında, toplumun yüzde biri geri kalan bölümün bütün kaynaklarını kontrol altına tutmaya devam edeceği anlamına gelir. Bu
durumda sadece Amerika’da ki yüzde birlik bir grup, yüzde 11 dolayındaki siyahileri, yüzde 2 dolayındaki Latinleri, yüzde 50 oranındaki kadınları ve bu yüzdeliğe uygun bir pay ile LGBT’liler kontrolü altında tutacak. Benim öngörüme göre sol, bu tartışma içinde kimlik yerine sınıfsal bir tavır sergilemesi gerektiği yönünde davranıyor.

Bu durumda sizin vurgulamak istediğiniz nokta nedir?

Bir kere kimlik eksenli tanınmayı ve ve hak talep eden gruplara, şu anda hüküm süren kimlik siyasetinin yardımcı olmayacağını teslim etmek gerekir. Elbette diğer yandan şu anda tanınma ve hak mücadelesi veren gruplara destek verilmesi zorunlu. Ama bununla birlikte sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması konusunda verilen mücadeleyi sekteye uğratan kimlik siyasetinin engellenmesi gerekir. Başka bir mesele ise giderek yükselen otoriter yapılar, çok açık bir şekilde meydan okuyor ve oyun kuruyor.

Bu yapıların 1968’deki sol liberallerin devamı olduğu ve mağduriyetin mahiyetini değiştirdikleri yönünde değerlendirmeler yapılıyor. Deyim yerindeyse yukarı tükürsen sakal aşağı türsen bıyık. Bir taraftan pis kokusundan azat edilmesi gereken otoriter yapılar var, diğer taraftan ortalığı arap saçına çeviren liberaller var. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Sağ partiler, sahte solcuların aptallığını kullanışlı bir alana dönüştürüyor ve acımasız bir şekilde onların kimlik politikalarını daha çok merkez dışı yani taşradaki seçmen gruplarını kazanmak için devreye sokuyor. Bu benim sağcıların başarısı konusunda yaptığım sadece küçük bir gözlem.
Şu anda Portekiz’deki sosyal demokratları bir istisna olarak bir kenara bırakarak, Salvini ve Orban gibi kişilerin başında olduğu sağcı hükumetler, görmezden gelinilmemeli. Hakkını teslim etmek gerekir, evet Portekiz’de sosyal demokratlar, sosyal politikalara önem veriyorlar ve bu yönde adımlar atıyorlar. Ama şurada Trump’ı anmadan olmaz. Trump, ekonomi politikasını daha cazip kılmak için ücretler konusunda bir dizi sözler verdi. Yabancı sermaye sınırlamasına giderek, daha çok göçmenlere dayalı ucuz iş gücünü devreye sokmayı planlıyor. Bunu göz önüne alarak kültüralist sahte solcular savundukları ve yaptıklarıyla ideolojik düzlemde Trump’ın yaptığı gibi sömürüyü tesis ettiler. Bu yüzden, örneğin toplumsal cinsiyet sorunu, elit bir hareket olarak anlaşıldı.

Trump’ta bunu kendi cephesinde imkana çevirerek onları bayağı sıradan insanlar olarak tanımladı. Kimlik sorunu şu sıralar en çok tartışılan konuların başında geliyor. Herkes şunu söylemek istiyor: "o kim?" Daha da önemlisi, "o kim değilidir?" Tanınma ve yurt özlemi, hem Sağ partiler, hem de solcular açısında, ortak arayışa değil, sadece çekilen sınırları kalınlaştırıyor. Ben bu konuda Chantal Mouffe’ye hak veriyorum. Biz duygusu, birliktelik, kimlik gibi konularında başarı ve ilerlemenin sağlanması için her zaman dışarıdan bir düşmana ihtiyaç duyulmaz. Bunun sağlanmasında ortak bir amacın gerçekleştirilmesi yetiyor. Mesela Refahın yeniden inşa edilmesi ve gerçekleştirilmesi için ortak bir gerekçe bulmak. Avusturya’da muhafazakarlar ile sosyal demokratlar asında yapılan koalisyon bunun bir örneği. Benzer duruma 1945 ile 1966 yılları arasında komünistler de dahil olmuştu. Bu bugünde iklim ve çevre konusunda bir şansa dönüştürülebilir.

Prof. Dr. Robert Pfaller kimdir?

Felsefe alanında profesör olan Pfaller Linz Sanat Üniversitesi’nde dersler veriyor. Aforizmalar konusunda yaşayan efsane olarak nitelendiriliyor. "Endişe etmemiz gereken şey ölüm değil, tersine içinde bulunduğumuz berbat hayat" bunlardan bir tanesi.
Eserleri: "Hayat neden yaşanmaya değer (Wofür es sich zu leben lohnt)", "Materyalist felsefenin Özü (Elemente materialistischer Philosophie)", "Hayat üzerine kısa bir söz (Kurze Sätze über gutes Leben)", "Yetişkinlerin Dili (Erwachsenensprache)", "Politika ve kültürde yaşanan kayıplar üzerine (Über ihr Verschwinden aus Politik und Kultur)". (Çeviri: Ali Rıza Kılınç)

sol avrupa kültür