Soykırımı önleme - Uluslararası hukukta önleme yükümlülüğü ve Gazze krizi

BM ve uluslararası yargı organları Gazze’deki insanlığa karşı suçları ve soykırımı durdurmakta başarısız kalmıştır ve bu durum Filistin halkı için ağır sonuçlar doğurmuş, sistemin bir hegemonik güç karşısında aciz kaldığını göstermiştir.

Soykırımı önleme - Uluslararası hukukta önleme yükümlülüğü ve Gazze krizi
Uluslararası Adalet Divanı Gazze'deki soykırım eylemlerinin önlenmesi çağrısında bulundu (26 Ocak 2024)

Dairo NAVARO

Birleşmiş Milletler (BM) ve diğer uluslararası hukuk kurumları, Gazze’de süregelen bir soykırımın önünü alamıyor; bu da kurallara dayalı olduğu varsayılan uluslararası sistemin derin bir kriz içinde olduğunu gösteriyor. İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem’in 28 Temmuz 2025’te yayımladığı ‘Bizim Soykırımımız’ başlıklı raporu, uluslararası toplumun bu vahşeti durdurma konusundaki başarısızlığına dikkat çekiyor. Raporda şu tespit yer alıyor: “Uluslararası toplum, sadece bu vahşeti durdurma görevini yerine getirmekte başarısız olmakla kalmamış; Batı dünyasının liderleri – özellikle ABD ve Avrupa – İsrail’in yıkıcı eylemlerini mümkün kılan desteği sağlayarak bu suçlarda sorumluluğu paylaşmıştır.”

Gazze Felaketi adlı kitabında Gilbert Achcar da benzer bir tespitte bulunmuştu: “Batı’nın Gazze soykırımına gözlerini kapatması gerçekten de kurallara dayandığı söylenen düzenin tabutuna son çiviyi çakmaktadır. Batı’nın 1945’te verdiği ve 1990’da yenilediği hukuk devleti vaadi artık onulmaz bir biçimde ölmüştür. Orman kanunları geçerlidir.”(1)

ABD yönetimi ise Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Gazze’deki soykırım ve savaş suçlarına ilişkin soruşturma çabalarını baltalamaya çalışıyor. Hatta UCM savcılarına ve yargıçlarına, BM İnsan Hakları Özel Raportörü’ne açıkça tehditlerde bulunuyor. Bu tutum uluslararası hukukta bir tıkanıklığı gözler önüne sererken, çözüm için alternatif girişimlere duyulan ihtiyacı ortaya koyuyor.

Bu çerçevede önemli bir girişim, Küresel Güney ülkelerinden dokuz ülkenin Ocak 2025’te kurduğu Lahey Grubu’nun Temmuz 2025’te düzenlediği Bogota Zirvesi oldu. Bu zirvede 12 ülke tarafından imzalanan Ortak Bildiri ile Gazze’deki durum açıkça soykırım olarak tanımlandı; uluslararası hukukun tam olarak uygulanması ve İsrail’e yaptırımlar başlatılması amaçlandı.

Bunlara ek olarak evrensel yargı mekanizmalarında da kayda değer bir gelişme yaşandı. Belçika’da İsrail Savunma Kuvvetleri’ne mensup iki asker, Gazze’de işlendiği iddia edilen suçlar nedeniyle evrensel yargı yetkisiyle sorgulandı. Bu adım, Batılı bir ülkenin uluslararası insanlık suçlarına evrensel yargı uygulaması anlamında önemli bir ilkti.

Ayrıca uluslararası insan hakları örgütleri ve Filistin yanlısı sivil toplum ağları dayanışma etkinlikleriyle soykırıma karşı küresel ölçekte yeni aktörlerin ortaya çıkmasını sağladı.

Tüm bu gelişmeler ışığında, Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin (1948) hazırlanış sürecinde dönemin uluslararası hukukçularının beklentilerinin ne olduğuna dair sorular akla geliyor.

Soykırım Sözleşmesi ve Önleme Yükümlülüğü

BM Genel Kurulu, 9 Aralık 1948’de soykırım sözleşmesini oybirliğiyle kabul etti. Sözleşme 12 Ocak 1951’de yürürlüğe girdi ve uluslararası hukukta bağlayıcı hale geldi. Bu sözleşme “soykırım” (jenosit) terimini uluslararası hukuka kazandırdı. Bu terimi ilk kez kullanarak tanımlayan Raphael Lemkin, 1944’te yayımlanan Axis Rule in Occupied Europe adlı eserinde soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun varlığını ve var oluş temellerini yok etmeyi amaçlayan eylemlerin koordineli bir planı” olarak tanımlamıştı. Yunanca genos (soy, kavim) ile Latince cide (öldürme) kelimelerinin birleşiminden “genocide” sözcüğünü türetmişti.

Sözleşme’nin başlığı, yalnızca “cezalandırma” değil, aynı zamanda “önleme” yükümlülüğünü de içeriyordu. Lemkin’e göre bu vurguyla devletlere erken uyarı sistemleri, diplomasi ve siyasi baskı gibi araçlarla soykırımı durdurma görevi verilmiş oluyordu. Sözleşmenin taslağını birlikte hazırladığı Romanyalı hukukçu Vespasian Pella ile Fransız Nürnberg yargıcı Henri Donnedieu de Vabres da bu görüşteydi. Sözleşme’nin 1. maddesi bu görevi açıkça ortaya koyar: “Soykırım ister barış zamanında ister savaş zamanında işlenmiş olsun, uluslararası hukuka göre suçtur ve taraf devletler tarafından önlenmeli ve cezalandırılmalıdır.”

Ancak bu taahhüdün hayata geçirilmesi başından beri sorunluydu. Sözleşme taslağından önce kültürel soykırım maddesi çıkarıldı; evrensel yargı yetkisi kabul edilmeyerek soruşturma yetkisi sınırlı bırakıldı. Soykırım veya benzer fiillerin önlenmesi ya da bastırılması amacıyla devletlere BM organlarına başvurma olanağı sağlayan VIII. maddenin taslaktan çıkartılması ve sadece BM Güvenlik Konseyi kararına bağlanması önerisi ise, bunun Sözleşme’yi tümüyle etkisizleştireceğini düşünen Lemkin’in gayretiyle güç bela son anda engellenmişti.(2)

Dickinson’ın, ortaya çıkan nihai yasa tasarısına ilişkin yorumu aydınlatıcıdır: “Sözleşme’ye, BM’de başını SSCB, İngiltere, Fransa, Belçika, Kanada, Güney Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin çektiği ciddi bir muhalefet vardı. Bu koşullarda ortaya çıkan Sözleşme, hukuk felsefesinden ziyade anlaşmayı müzakere eden hükümetlerin çıkarlarına göre şekillendi.”(3)

Soğuk Savaş’ın Gölgesinde Katliamlar

Soğuk Savaş döneminde küresel güçler arasındaki çıkar çatışmaları Soykırım Sözleşmesi’nin uygulanmasını fiilen engelledi. Bu dönemde yaşanan trajedilerden bazıları şunlardır: 1960’ların başında bağımsızlık savaşı sırasında Kongo’da yaşanan ve on binlerce kişinin öldüğü katliamlar; Endonezya’da 1965–1966 yıllarında yarım milyondan fazla insanın katledildiği anti-komünist kıyım; 1970–1971’de Doğu Pakistan’da (günümüzde Bangladeş) Pakistan ordusunun uyguladığı ve yüzbinlerce insanı yaşamını yitirdiği etnik temizlik; 1975–1979 arasında yaklaşık 1,7 milyon insanı yok eden Kızıl Khmer rejimi. Ayrıca Nijerya/Biafra’da 1967–1970 arasında süren abluka ve savaş koşullarında en az 1–2 milyon sivil açlık ve hastalık nedeniyle öldü. 1981–1983 arasında Guatemala’da Maya yerlilerine yönelik derin devlet destekli katliamlar gerçekleştirildi.

Soğuk Savaş süreci, çeşitli kaynaklara göre 80 milyonun üzerinde ölümle sonuçlanan devasa bir çatışma olarak nitelenebilir. Tüm bu olaylar boyunca Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kurumlar büyük ölçüde pasif kaldı.

Soykırım Sözleşmesi’nin Yeniden Hatırlanması

1991’de Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası hukuk yeniden canlanmaya başladı. Ruanda’da 1994’te ve Bosna-Hersek’te 1995’te işlenen soykırımlar, BM’yi harekete geçirdi. BM Güvenlik Konseyi, bu olayların sorumluları hakkında geçici (ad hoc) uluslararası ceza mahkemeleri kurdu. Aynı dönemde Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Kosova’da savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar konusunda kapsamlı soruşturmalar ve kovuşturmalar yapıldı. Bu gelişmeler, Sözleşme’nin önleme ve cezalandırma yükümlülüklerinin uluslararası hukukta yeniden önem kazandığını gösterdi.

Gazze Krizi ve Hukuki Mücadele

Günümüzde Gazze’de süren soykırım, uluslararası hukuk mücadelesini yeniden odak noktasına koydu. Güney Afrika Cumhuriyeti, Aralık 2023’te, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü operasyonların Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla UAD’ye başvurdu. UAD, Mart 2024’te İsrail’e, sivilleri öldürmeyi, insanî yardımı engellemeyi ve delil imha etmeyi derhal durdurma çağrısı yapan geçici tedbir kararları verdi. Mahkeme, nihai kararı 2027’ye kadar verebileceğini açıkladı. İsrail bu kararlara büyük ölçüde uymadı.

Aynı süreçte UCM da önemli adımlar attı. Savcı Karim Khan, 20 Mayıs 2024’te dönemin İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında savaş ve insanlığa karşı suçlar kapsamında yakalama kararı talep etti. Khan, Gazze’ye insanî yardımın engellenmesi ve kitlesel açlığın bir savaş aracı olarak kullanılması iddialarını dosyaya ekledi. UCM hâkimleri 16 Temmuz 2025’te bu tutuklama kararları aleyhindeki itirazları reddetti; böylece tutuklama kararları uygulanmaya hazır şekilde bekletilmeye devam ediyor.

Lahey Grubu ve Küresel Güney Girişimi

Lahey Grubu’nun Acil Filistin Zirvesi’ne katılan ülkelerden 12’sinin imzaladığı Ortak Bildiri’de Gazze’deki durum soykırım olarak tanımlandı; uluslararası hukukun tam olarak uygulanması ve İsrail’e yönelik yaptırımların başlatılması hedeflendi. Ortak Bildiri, aşağıdaki acil önlemlerin uygulanmasını talep ediyor:

* İsrail’e yönelik silah, mühimmat, askeri yakıt, ilgili teçhizat ve çift kullanımlı malzeme sevkiyatının durdurulması;

* Silah, mühimmat, askeri yakıt, ilgili teçhizat ve çift amaçlı ürün taşıma riski bulunan gemilerin hiçbir limana giriş-çıkış, demirleme veya bakım-onarım hizmeti verilmemesi;

* Ülkenin bayrağını taşıyan gemilerle İsrail’e silah, mühimmat, askeri yakıt, ilgili teçhizat ve çift amaçlı ürün sevkiyatının yasaklanması;

* Kamu kurumları ve fonlarının Filistin topraklarındaki yasadışı işgali desteklemesinin önüne geçmek üzere tüm kamu ihalelerinin ve sözleşmelerin derhal gözden geçirilmesi;

* Soykırım, savaş suçu, insanlığa karşı suç gibi en ağır ihlaller için tarafsız, bağımsız soruşturma ve kovuşturmalar yürütülerek mağdurlar için adaletin sağlanması ve gelecekte suç işlenmesinin önlenmesine yönelik uluslararası suçlarda hesap verebilirlik;

* İşgal altındaki Filistin topraklarında işlenen uluslararası suçlar bakımından ulusal yargı sistemlerinde evrensel yargı uygulamalarının güçlendirilmesi.

BM ve uluslararası yargı organları Gazze’deki insanlığa karşı suçları ve soykırımı durdurmakta başarısız kalmıştır ve bu durum Filistin halkı için ağır sonuçlar doğurmuş, sistemin bir hegemonik güç karşısında aciz kaldığını göstermiştir. Bu koşullarda, dünyada yeni siyasal ve hukuki girişimler ile kitlesel dayanışma ve protesto hareketlerinin ortaya çıkmasına tanık oluyoruz. Bu gelişmeler, soykırıma sessiz kalan devletlere karşı baskıyı artıran yeni bir dinamiği simgeliyor. Umuyoruz ki bu girişimler kısa sürede Filistinlilerin etnik temizlik ve soykırıma uğramasının önüne geçer. Aksi takdirde, bu soykırım sürerken devletlerarası gerilimlerin artması ve bölgesel çatışmaların yayılma riski kaçınılmazdır.

(1) Gilbert Achar, Gazze Felaketi, Ayrıntı Yayınları, 2025, s.67-68

(2) Raphael Lemkin, Tamamen Gayriresmi- Raphael Lemkin’in ve Soykırım Sözleşmesi’nin Otobiyografik Anlatısı, Derleyen Donna-Lee Frieze, s. 218-19, Belge Yayınları, 2013

(3) Douglas Irvin-Erickson, Raphael Lemkin and the Concept of Genocide, s. 8, PENN, 2017


Dario Navaro kimdir?

Dario Navaro, 1944 yılında İstanbul’da Sefarad bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 1968’de Elektrik Mühendisliği yüksek lisansı için gittiği İngiltere’de Vietnam Savaşı karşıtı hareketlerle tanışarak devrimci sosyalist oldu. Araştırmacı olarak çeşitli kurumlarda çalıştı. 12 Eylül 1980 darbesi döneminde TÜBİTAK Gebze’de iş arkadaşlarıyla birlikte gözaltına alındı; ardından İngiltere’ye çıktı ve 1990’lara dek Türkiye’ye dönemedi. 2015’te emekli oldu, halen Bodrum’da yaşıyor. Evli ve üç çocuk babasıdır.