Anwar Shaikh’le kapitalizm üzerine
Çalışmaları kapitalizm hakkındaki yaygın kanılara meydan okuyan, dünyanın önde gelen radikal ekonomistlerinden Shaikh röportajında, dönüm noktası niteliğindeki kitabı 'Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Krizler' çalışmasında ortaya koyduğu analizleri anlattı.

Çeviri: Gencer ÇAKIR / Söyleşi: David Zazhariah - Anwar Shaikh
Anwar Shaikh dünyanın önde gelen radikal ekonomistlerinden biridir. Radikal Politik İktisatçılar Birliği'nin kurucu üyesi ve birçok etkili makalenin yazarı olan Shaikh kırk yılı aşkın bir süredir New York New School'da ekonomi dersleri veriyor. Capitalism: Competition, Conflict, Crises (2016) adlı eseri, uzun zamandır Solda iktisat teorisi alanında yazılmış en önemli eserlerden biri kabul ediliyor.
Shaikh bu eserinde Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx ve John Maynard Keynes'in yazılarından yararlanarak ücret farklılıkları ve işsizlikten teknik değişime ve süreğen ekonomik kriz döngülerine kadar kapitalist ekonomilerde görülen bir dizi farklı kalıbı açıklıyor. Capitalism, ana akım iktisadın temelini oluşturan birçok kavramı terk ediyor, aynı zamanda günümüz Marksistleri arasındaki en etkili teorilerden bazılarına da meydan okuyor ve bu teorilerin bizzat Marx'ın çalışmalarına yeterince dayanmadığını ortaya koyuyor.
Aşağıdaki röportaj Jacobin web sitesinden tercüme edildi. Röportajda Shaikh son kitabı Capitalism'de ortaya koyduğu fikirlerinin kısa bir özetini sunuyor.
DAVID ZACHARIAH - Radikal ekonomistler süreğen küresel eşitsizlikleri tipik olarak eşitsiz mübadele, tekelci kapitalistler ya da ekonomi dışı emperyal baskılarla açıklıyorlar. Buna karşılık siz, bu tür eşitsizlikleri yeniden üreten ana nedensel gücün kapitalist rekabetin kendisi olduğunu savunuyorsunuz. Teorinizin alışılagelmiş açıklamalardan farkını açıklayabilir misiniz?
ANWAR SHAIKH - Küresel Güney'de olduğunuzda, Merkez'i bir tür plana sahip bir varlık olarak düşünürsünüz. İngiltere gibi emperyal güçlerin sicilinin açıkça ortaya koyduğu gibi, bu bir dereceye kadar doğrudur. Ancak kapitalizmin doğası emperyal planlamacıları ve kapitalistleri, doğrudan kontrollerinin ötesinde olan kalıcı baskılara - Smith, Ricardo ve Marx'ın "politik ekonominin yasaları" olarak adlandırdıkları - maruz bırakır. Ve ortaya çıkan kalıplar da kendilerini Merkez'e dayatıyor. Bu beni, kapitalistlerin ve onların devlet sistemindeki temsilcilerinin bile tâbi olduğu bu güçlerin neler olduğunu düşünmeye sevk etti.
Kapitalizmin tarihine baktığınızda, kişilerin öznel niyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşen ekonomik buhranların tekrarlanması gibi birçok örüntü gözlemlersiniz. Marx'ı okumak bana bu tür şeyleri açıklamak için bir temele sahip olabileceğimiz ve bu temelden bölgesel ve küresel eşitsizlikleri açıklayabileceğimiz hissini verdi. Bu, emperyalizmin ağırlığını inkâr edeceğimiz anlamına gelmiyor, ancak bunu geleneksel anlamda tekelleşme veya eşitsiz mübadele terimleriyle açıklamamız gerektiğini düşünmüyorum.
On beş ya da yirmi yılımı Marx'ın Kapital'inin üç cildini de öğreterek, onun iktisat teorisini çıkarıp geliştirmeye ve modern dünyaya uygulamaya çalışarak geçirdim. Bana öyle geliyordu ki, geleneksel "tekelci" teori neoklasik teoriye dayanmaktaydı. New School'dan sadece iki blok ötede çalışan Marksist iktisatçılar Paul Sweezy ve Harry Magdoff ile iletişim halindeydim. Onlara tekelden ve dolayısıyla rekabetten ne kastettiklerini sorduğumu hatırlıyorum.
Cevapları, rekabetin temelde neoklasik iktisadın söylediği şey olduğu yönündeydi. Marx'ın rekabet kavramını Milton Friedman'ınkine indirgemeleri bana anlaşılmaz gelmişti. Rekabeti kapitalizmin çok uzak bir aşamasına indirgiyorlardı; bu görüş yirminci yüzyılın başında oldukça etkili Marksist iktisatçı Rudolf Hilferding tarafından ileri sürülen bir görüştü.
Ulusal ekonomiler içinde eşitsiz gelişmeye neden olan aynı rekabetçi güçlerin bölgesel ya da ulus ötesi eşitsizlikler de ürettiğine inanıyorum. Aradaki fark, çoğu gelişmiş ulusal ekonomide devletin bu dengesizlikleri azaltmak için müdahale etme baskısı altında olmasıdır, çünkü bunlar tüm sistem için bir tehdit oluşturur. Emperyalizmin hâkim olduğu bir dünya ekonomisinde, güçlü devletler bunun yerine eşitsizliğe karşı verilen mücadeleleri çok uzun süreler boyunca zorla bastırmayı tercih edebilirler.
D.Z: Son çalışmalarınız, ulusal olarak örgütlenmiş ekonomilerdeki gelir eşitsizliğinin düzeyinin ve çeşitliliğinin yalnızca gelir kaynaklarından tahmin edilebileceğini gösteriyor. Ne demek istiyorsunuz?
A.S: Bu bütünüyle benim keşfim değildir. Eşitsizlikle ilgili verileri incelemeye başlayan fizikçi Victor Yakovenko ve diğerlerinin yaptığı çalışmaların uygulanmasıyla ortaya çıktı. Yakovenko'nun gelir elde edenleri iki gruba ayırmak gibi zekice bir fikri vardı: En alttaki yüzde 90 ila 95'lik kesim ve en üstteki kesim. Alt kesimin gelirinin çoğunlukla emekten geldiği, üst kesimin ise gelirini neredeyse tamamen mülkten elde ettiği ortaya çıktı. Emek geliri ve mülk gelirinin her zaman ve tüm gelişmiş ülkelerde iki farklı dağılıma sahip olduğunu göstermişlerdi.
Bir keresinde Yakovenko'ya verilerdeki bu iki farklı örüntüyü ve bunların emek ve mülk geliriyle ilişkisini nasıl tespit ettiğini sordum; şöyle cevap vermişti: "Ne demek istiyorsun? Ben Rusya'da eğitim gördüm, sınıfları biliriz!" Ayrıca bu örüntüleri parçacık fiziği açısından açıklamaya çalıştı; bunların belirli koşullar altında parçacık çarpışmalarına benzediğini iddia etti. Benim için bunun hiçbir anlamı yoktu. Ücretli emek ve sermaye arasındaki ilişki kesinlikle bir tür "çarpışmadır", ancak bu çarpışan parçacıklar arasındaki ilişki gibi değildir.
Başlangıçta, cinsiyet ve ırk farklılıklarına yol açan güçlerin ABD'de kadınlar ve siyahlar için gelir dağılımını bozacağını bekliyordum, ancak durum böyle olmadı. Cinsiyet ve ırk, gelir dağılımının şeklini değil, yalnızca düzeyini etkiliyordu. Bunun nasıl böyle olabileceğini açıklamak istedim ve lisansüstü öğrencilerimle birlikte bu kalıpları Smith, Ricardo ve Marx'ın ücret ve kâr oranlarının bir eşitleme sürecine tâbi olduğu yönündeki temel fikrinden türetmek için çalışmaya koyuldum.
İşçiler düşük ücretli bölgelerden yüksek ücretli bölgelere doğru hareket eder veya "sürüklenirler". Ancak yol boyunca birçok engelle karşılaşırlar. Bazıları başarır, bazıları başaramaz; bazıları başladıkları yere geri döner, bazıları arada kalır; diğerleri önceki gelirlerinden daha düşük bir ücretle çalışmaya devam eder ve bu böyle sürüp gider. Bu dağılma süreci "difüzyon" olarak bilinir. Sürüklenme-difüzyon ilkelerini kullanarak, ücret ve mülk gelirlerinin gözlemlenen dağılımlarının teorik olarak türetilebileceğini gösterdik.
D.Z: Emek örgütleri genel gelir dağılımını kârlardan ücretlere kaydırabilse de, ekonomi genelinde farklı ücret oranları devam etmektedir. Pek çok ekonomist bundan bölümlere ayrılmış işgücü piyasalarını sorumlu tutuyor. Buna karşın sizin teoriniz, daha sermaye yoğun firmaların, herhangi bir örgütsel emek gücünde daha yüksek ücret oranlarına sahip olma eğiliminde olacağını öngörüyor. Bu tür farklılıkların temel nedenleri nelerdir?
A.S: Bu argüman, üniversiteden sonra çelik işçisi olarak çalışan eski öğrencim Profesör Howard Botwinick tarafından geliştirilmiştir. Daha sonraki lisansüstü araştırmasında şu soruyu ortaya atmıştı: "Ücret oranları konusundaki mücadelelerin sınırları nelerdir?" Örgütlenirken, firmayı batırmadan neler yapabileceğinizin bir sınırı olduğunu bilirsiniz. Howard bu sınırların gerçek rekabet teorisinden türetilebileceğini göstermek istedi. Çabalarını Persistent Inequalities (Kalıcı Eşitsizlikler) adlı parlak bir kitapta özetledi.
Howard, fiyat belirleyici olan düşük maliyetli firmalar ile rekabetin baskısıyla bu fiyatları kabul etmek zorunda kalan diğer firmalar arasında ayrım yapılması gerektiğini savunmuştu. Düşük maliyetli firmalar daha yüksek ücret maliyetlerini absorbe etmek için daha fazla alana sahiptir. Dahası, daha düşük maliyetler genellikle daha yüksek sermaye yoğunluğu ile elde edilir. Bu da oransal olarak daha düşük miktarda işgücüne sahip oldukları anlamına gelir, dolayısıyla ücretler artarsa, bu tür firmaların toplam maliyetleri diğerlerinden daha az artma eğiliminde olacaktır.
D.Z: Yeniden bölüşümcü refah devletleri hem sol hem de sağ perspektiften sıklıkla "zenginleri vergilendiren" kurumlar olarak nitelendirilmiştir. Savaş sonrası farklı refah devletlerine ilişkin karşılaştırmalı analiziniz farklı bir tablo ortaya koyuyor.
A.S: Öğrencim Ahmet Tonak ve ben bu soru üzerinde çalışmaya başladık, çünkü solcu entelektüeller - örneğin Samuel Bowles ve Herbert Gintis - zenginlerin vergilendirilmesinin refah devletini desteklediğini savunuyorlardı. Solda çok yaygın bir varsayımdı bu. Neredeyse tüm yeniden bölüşümün işçi sınıfının kendi içinde gerçekleştiğini keşfettiğimde şaşırmıştım: Yüksek gelirli işçiler vergilendiriliyor ve bu fonlar daha sonra en alttaki işçilere yeniden dağıtılıyordu.
Bir sınıf olarak işçilerin sağlık, eğitim, gelir desteği, vs. olarak aldıkları ile vergi olarak ödedikleri arasındaki farka "net sosyal ücret" adını verdik. ABD'de bu farkın oldukça küçük olduğunu, sosyal-demokrat refah devleti ve yüksek sosyal harcamalarıyla İsveç'te ise net sosyal ücretin fiilen sıfır olduğunu gördük. Bu bizim için oldukça şaşırtıcıydı!
D.S: Sağ ve Sol arasındaki ana akım politika tartışmaları genellikle rakip düşünce okullarına dayanmaktadır: Neoklasik arz yönlü iktisada karşı Keynesyen talep yönlü iktisat. Sizin argümanınız kapitalist firmaların kârlılığının hem arzı hem de talebi düzenlediği ve bu nedenle "kâr yönlü" bir görüşün daha uygun olduğu yönünde. Bununla ne demek istiyorsunuz?
A.Z: Keynes ilk olarak yatırım kararlarının toplam talebi yönettiğini söyler, ancak takipçilerinin çoğunun aksine, net kârlılığın - faiz oranı ile getiri oranı arasındaki farkın - işletme yatırımlarını düzenlediğini savunmaya devam eder. Yeni yatırımlar yapmak istiyorsanız, en yüksek net getiri oranına sahip fırsatları ararsınız. Faiz oranı minimum getiri oranıdır, çünkü yatırım fonlarınızı bankaya yatırdığınızda elde edeceğiniz getiri oranıdır.
Şimdi Marx'ın da aynı şeyi söylediği ortaya çıkıyor; "girişimci kâr oranı" yani kâr oranı ile faiz oranı arasındaki fark yatırımları motive eden şeydir. O zaman şu soru ortaya çıkıyor: Marx'ın teorisi Keynes'in çalışmalarında bulabileceğimiz efektif talep teorisiyle nasıl ilişkilidir?
Kapitalist firmaların davranışlarını inceleyen mikroekonomi ile aynı temel üzerinde makroekonomik bir teorinin nasıl inşa edilebileceğini göstermeye çalıştım. İlk olarak, firmalar kısa vadeli kârlılık temelinde üretim yaparlar (arz yaratırlar). Üretim yapmak için hammadde satın almak, işçi çalıştırmak, yatırım malları satın almak ve sahiplerine ve borç verenlere temettü ve faiz dağıtmak zorundadırlar. Dolayısıyla, arz yaratmaya yönelik kâr temelli kararlar hammadde talebini yaratır ve ücret, temettü ve faiz ödemeleri yoluyla tüketim talebini oluşturur.
Aynı zamanda, uzun vadeli kârlılık yatırım talebini düzenler. Başka bir deyişle, kârlılık hem arzı (üretimi) hem de talebi düzenler. Elbette, çok sayıda firma ve tüketici bunu bireysel olarak yapar, bu nedenle toplam arz ve toplam talep arasında benim "çalkantılı düzenleme" adını verdiğim bir hata ve ayarlama süreci üzerinden bir ilişki kurulur. Dolayısıyla gerçek makroekonomi ne arz ne de talep yönlüdür; kâr yönlüdür.
D.Z: Son kitabınız Capitalism, geleneksel ortodoks ve heterodoks temelleri reddeden bir "gerçek" piyasa rekabeti anlayışı sunuyor. Bu konu neden kitabınızın merkezinde yer alıyor?
A.S: Rekabet bakış açısıyla çok çeşitli olguların açıklanabileceğini göstermeye çalıştım. Tabii ki soru şu: Hangi rekabet teorisini kullanabiliriz? "Tam rekabet" teorisi açıkçası saçma bir teoridir ve görünen o ki kapitalizmi ideal bir sosyal sistem olarak temsil etmek maksadıyla tasarlanmıştır. Bunun ötesine geçtiğinizde, firmalar arasındaki çarpışmaların ortaya çıkan sonuçları nasıl düzenlediği sorusuyla karşı karşıya kalırsınız.
Bu gerçek rekabet teorisidir. Marx bunu Kapital'in III. cildinde dolambaçlı bir şekilde sunmuştur, ancak daha önceki ciltlerde de örtük olarak yer almaktadır. Ben bunu detaylandırdım ve göreli fiyatlar, döviz kurları, uluslararası ticaret dengeleri, faiz oranları, tahvil ve hisse senedi fiyatları, büyüme ve efektif talep, istihdam ve işsizlik, yinelenen krizler ve eşitsizlik örüntülerini açıklayacak şekilde geliştirdim. Teoriyi her zaman gerçeklerle yüzleştiririm.
D.Z: Teoriden bahsetmişken, Adam Smith, David Ricardo ve John Maynard Keynes'in teorilerinde Karl Marx'ınkileri tamamlayan ne görüyorsunuz?
A.S: Marx, Smith ve Ricardo'ya olan borcunu teslim etmiştir. Smith ve Ricardo'da bulabileceğimiz temel unsurları paylaşan rekabet ve ürünün kapitalistler ve toprak ağaları tarafından temellük edilmesi teorisine bir bakın.
Bazı Marksistler nezdinde bu üç düşünür arasındaki ilişkiyi göz ardı etme eğilimi var. Bu, Marx'ın kapitalizmin gerçek kalıpları üzerine yaptığı kırk yıllık çalışmasını bir kenara bırakmak anlamına geliyor. Marksistler sömürü ve yabancılaşma kavramlarıyla kayıtsızca tatmin olurlar; sömürüyü soyut bir süreç olarak kavramaları bence ciddi anlamda yetersiz bir kavrayıştır.
Peki o zaman Marx neden "yedek işgücü ordusu", "sermaye devreleri", "yeniden üretim şemaları", "üretim fiyatları", "diferansiyel ve mutlak rant" gibi şeylerle uğraştı? "İyi" bir Marksist olup "artı değer", "sömürü" ve "meta fetişizmi"nde durup hayatının geri kalanını siyasete adayamaz mıydı?
Benim görüşüme göre, geleneksel Marksist yaklaşım Marx'ın çalışmalarını Marksistlerin rahat ettiği belirli bir konu yelpazesine sıkıştırmakta ve küçültmektedir. Bunun nedeni kısmen, tekelci teoriyle yola çıkarsanız rekabetle ve bunun yol açtığı tüm karmaşık olgularla uğraşmanıza gerek kalmayacak olmasıdır. Bu, Marksist teori içindeki ortodoks çizgidir ve ben bunu reddediyorum.
D.Z: Kitabınızla ilgili bir eleştirmen, üretimde emek gereksinimlerinin kârın kaynağı olduğu yönündeki klasik-Marksist değer teorisini ele alış tarzınızı sorguladı. Eleştirmene bakılırsa, bu teorinin genel olarak ekonomik çerçevenizle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünüyor. Haksız mı?
A.S: Aslında kitabın büyük bir kısmı emek değer teorisi üzerine inşa edilmiştir. Smith ve Ricardo'da olduğu gibi göreli fiyatların emek değerleri tarafından domine edildiğini gösteriyorum. Onların doğrudan ve dolaylı emek zamanı dedikleri şeye Marx soyut emek zamanı diyordu; bu konuda daha önce çok yazdım. Ayrıca Marx'ın kendisi tarafından gündeme getirilen, toplam kârın iki farklı kaynağı olduğu konusuna da değiniyorum: artı değere dayalı kâr ile servet ve değer transferlerine dayalı kâr. Tekel gücü teorisinden yola çıkarsanız, bu konularla uğraşmak zorunda kalmazsınız.
D.Z: Kapitalist dinamiklere ilişkin analiziniz, kapitalistlerden ve onların firmalarından kaynaklanan kalıplara ve kısıtlamalara odaklanıyor. Analizinizde devlet kurumları ve emek örgütlerinin yalnızca ikincil türden rol oynadığını iddia edenler olabilir. Sonuç olarak, sınıf mücadelesine katılan siyasi hareketler için bunun stratejik bir önemi olmadığını öne sürebilirler. Buna yanıt olarak neler söylersiniz?
A.S: Devlet müdahalesi ve emek örgütlenmesi hakkında konuşabilmek için öncelikle hesaba katılması gereken yerçekimi yasalarını ortaya koymanız gerekir. Eğer sistemin tekelcilik üzerine kurulu olduğuna inanıyorsanız, ki bu Marksist iktisadın kutsal bir düsturu haline gelmiştir, o zaman her şey devletin ve sermayenin emeğe karşı gücü ile ilgilidir.
Benim bakış açıma göre, hiçbir şey - kapitalistlerin kendileri bile - bu tür bir güce sahip değildir, çünkü emek ve sermayeye dayatılan kurallar, Marx'ın özellikle birbiriyle ilişkilendirdiği kârın yaratılması ve kapitalistler arasındaki rekabetten kaynaklanmaktadır. Bir devlet, geliri yeniden dağıtmak için müdahalede bulunabilir; ayrıca hem sermayeye hem de emeğe karşı çıkabilir. İşçilerin mücadelelerinin itici gücüyle devlet bir refah sistemi inşa etmek için de müdahalede bulunabilir. Ancak bu tür müdahaleler temelde hâlâ firmaların kârlılığı üzerindeki etkileri ile sınırlıdır.
Bu sınırları Marx'ın yedek işgücü ordusu hakkındaki kendi argümanına atıfta bulunarak açıklayayım. Şunu sorarak başlıyor Marx: Diyelim ki büyüme yeterince yüksek ve yedek işsizler ordusu da tükenmeye başladı; o zaman ne olacak? İşgücü piyasaları sıkılaşacak ve ücretler yükselme eğilimine girecektir, ki bu da işçiler için iyidir. Ancak ücretler üretkenliğe göre yükselirse, kârlılık düşer, bu da firmalarda devam eden makineleşmeyi hızlandırır ve genel büyüme oranlarını yavaşlatır. Büyüme yoluyla işgücü alımının yavaşlaması ve makineleşme yoluyla işçilerin yerinden edilmesinin artması, yedek orduyu yenileyecektir. Bunlar kapitalist faaliyetlerin doğasında olan geri besleme etkileridir.
Size başka bir klasik örnek vereceğim. Devlet harcamaları yoluyla efektif talebi pompalayarak istihdam yaratabilirsiniz. Aslında 1930'larda Hitler ve Roosevelt'in yaptığı da buydu ve her iki hükümet işsizliği azaltmada son derece başarılı oldu.
Bu durum, kârlılık ve yedek işgücü ordusu hakkındaki tüm konuşmaların yersiz olduğunu düşündürebilir. Ancak daha yakından baktığımızda, savaş koşullarının hem Nazi rejiminin hem de Roosevelt yönetiminin normal geri besleme etkilerini engellemesine izin verdiğini görebilirsiniz: Ücretlerin ve fiyatların yükselmesine izin verilmedi, verimlilik çarpıcı bir şekilde arttı ve faiz oranları düşük tutuldu. Dolayısıyla açıktan finanse edilen talep ve istihdamdaki sıçrama, kârlılık ve yatırımlara önemli bir ivme kazandırdı.
Ancak 1960'larda ve 70'lerde büyümeyi canlandırmak için tasarlanan benzer politikalar bir süre sonra işe yaramadı: kârlılık düştü, işsizlik geri döndü ve enflasyon yükseldi. Aslında bu durum, Marx'ın iktisadi yeniden üretim şemalarının işaret ettiği yedek işgücü ordusu ve büyüme sınırlarına yönelik teorisi kullanılarak öngörülebilir.
Başka bir deyişle, emeği desteklemek için müdahale etmek istiyorsanız, iki seçenek arasında seçim yapmak zorundasınız: ya üretkenliğin reel ücretlerden daha hızlı artmasını sağlamalısınız ("İsveç örneği" olarak adlandırdığım şey) ya da ücretlerin, fiyatların ve faiz oranlarının yükselmesini (piyasanın normal işleyişini askıya alarak) önlemelisiniz. Bu size bir süreliğine nefes aldırır, ancak ne yaptığınızı anlamazsanız, bedelini işçiler öder! Bu tür bir analiz, mücadelenin parametrelerini ya da sınırlarını açıklar.
D.Z: Kapitalizmin tarihini şekillendiren uzun ekonomik büyüme dalgalarıdır. Bu büyüme neden daha yavaş bir eğilim yerine üstel bir oran sergiliyor?
A.S: Kapitalizmde büyüme kendi kendini besleyen bir süreçtir; sadece üstel değil, aynı zamanda döngüseldir. Sistem bir iç dinamik tarafından beslendiği ölçüde, periyodik olarak kesin sınırlara ulaştığını görürsünüz. Bunun bir işareti, altın ve diğer güvenli varlıkların maliyetinin diğerlerinden daha hızlı artmasıdır. Bu Nikolai Kondratiev'in ilk gözlemlediği süreçtir ve bu süreç nihayetinde sermayenin kârlılığı tarafından düzenlenir.
Asıl soru, üretimdeki bileşik büyüme oranını neyin tetiklediğidir? Sermayenin temel amacı kâr oranıdır ve bu da sermaye stokunun büyüme oranını düzenler. Firmalar rekabet ettikçe ve büyüdükçe, kârlarının bir kısmını yeniden yatırıma dönüştürürler, dolayısıyla üretim de sermaye stokunun bileşik büyüme oranını takip etme eğiliminde olacaktır.
D.Z: Kaynakların sınırlı olduğu bir dünyada, üstel büyüme ancak kaynak verimliliği en az üretim kadar hızlı artarsa devam edebilir. Sizce kapitalist piyasa ekonomileri bu engeli içsel teknik değişim araçlarıyla aşabilir mi?
A.S: Ortodoks iktisat, işgücü arzını sabit ve sınırlı bir kaynak olarak görme eğilimindedir. Bu görüşün ampirik olarak yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü yedek işgücü ordusunun dışında her zaman devreye sokulabilecek insanlar vardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında kadın işçilerin işe alınması veya bugün dünyanın dört bir yanından gelen göçmen işçiler. Bununla birlikte, işgücü arzının teknolojik değişimin belirli bağlamlarda aldığı biçim üzerinde etkileri vardır.
Marx, ucuz işgücü açığının ABD'de taş kırma makinelerinin benimsenmesine yol açtığını belirtmiştir. Buna karşılık, İngiltere'de - İrlanda'dan bahsetmeye bile gerek yok - bu yıpratıcı işi yapmak üzere askere alınabilecek sonsuz sayıda yoksul İrlandalı işçi vardı ve bu nedenle değişimin hızı ABD'nin gerisinde kaldı. Bunun gibi örnekler kapitalizmin esnekliğini ve değişkenliğini gösteriyor.
Kapitalizmin büyümesinin iç sınırları nelerdir? Marx'ın yeniden üretim şemaları bunu ortaya koymaktadır. Kârlılığın seviyesi ve eğilimi hem talebi hem de arzı düzenler; ne kadar çok artı değer yeniden yatırılırsa, sistem o kadar hızlı büyüyebilir. Sermayenin (soyut) maksimum büyüme oranı, tüm artı değerin yeniden yatırıldığı noktadır.
Ancak artı değerin sermayeye oranı basitçe kâr oranıdır. Yani büyümenin üst sınırı kâr oranı tarafından belirlenir! Bu maksimum büyüme oranı soyut olarak ancak ekonominin farklı sektörlerinde büyüme oranları eşit olduğunda mümkündür, ki bu da pratikte imkânsızdır. Bu nedenle, ekonomi maksimum büyümeye yaklaştıkça, farklı sektörlerde darboğazlar ortaya çıkmaya başlar ve gerçek büyümeyi kısıtlar.
Fosil yakıtlar gibi sınırlı kaynaklar söz konusu olduğunda, sermayenin bu tür engellerin üstesinden gelebileceğini düşünüyorum. Örneğin, uzun süre kapitalizmin birincil yakıtı olan kömürü ele alalım. Kapitalist firmalar, çevresel baskılar devreye girmeden çok önce diğer yakıtlara geçerek uyum sağladılar. Nükleer ve güneş enerjisine benzer bir geçiş de mümkün olabilir, bu da ancak, bireysel kapitalistler hiçbir sorumluluk almadığında kapitalizmin kolektif çıkarı doğrultusunda hareket edebilecek devlet öncülüğündeki bir kalkınmaya bağlıdır.
Bu anlamda, kapitalizmin uyarlanabilirliğine çoğu Marksistten daha fazla güveniyorum. Şimdi bu, kapitalistlerin süreç içinde gezegeni yok etmeyeceği anlamına gelmiyor, ancak bu farklı türden bir sınırlama olurdu.
D.Z: Ekonomik yükseliş ve düşüş dalgaları - her biri yaklaşık kırk yıl süren en uzun dalgalar - sizin analizinize göre, kârlılıktaki döngüsel değişimler tarafından şekillendiriliyor. Kârlılığın da üç temel faktör tarafından belirlendiğini savunuyorsunuz: kapasite kullanımı, sınıf mücadelesi ve teknik değişim. Kapitalizmin uzun dalgalarının başlıca nedeni, ortaya çıkan ve kendini tüketen teknik değişim midir? Diğer iki faktör nasıl bir rol oynuyor?
A.S: Her şeyden önce, kapasite kullanımı uzun vadede önemli bir rol oynamıyor, çünkü firmalar üretimi genişleterek ve stokları ayarlayarak arzı sürekli olarak talebe uyarlıyorlar. Bu bir sınır değildir. Ayrıca, ücretler ve çalışma koşulları üzerindeki sınıf mücadelesi (kapitalizmin varlığı üzerindeki mücadelenin aksine) emek arzı, teknik değişim oranı, sermayenin hareketliliği, vb. tarafından kısıtlanmaktadır. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin uzun vadeli kalıplarını düzenleyen şey kârlılığın seviyesi ve yönüdür.
D.Z: Marx'ın işsizlik teorisini temel alarak, kapitalizmde işsizliğin istikrarlı bir şekilde ortadan kaldırılamayacağını savunuyorsunuz. Yani, işsizlik azalırsa, işçilerin artan pazarlık gücü kârlılığı ve kapitalistlerin yatırım yapma isteğini etkiler. Ücret talepleri verimlilik artış oranının altında tutulmadığı sürece işsizlik geri dönecektir. Bu tür bir ücret kısıtlaması ya egemen sınıfın yoğunlaştırılmış sınıf mücadelesi yoluyla ya da daha önce İsveç sendikal hareketi tarafından izlendiği gibi son derece merkezileştirilmiş toplu pazarlık yoluyla gerçekleşebilir. Sizce ikinci strateji bugünün ileri kapitalist ekonomisinde ne kadar uygulanabilir?
A.S: Savaş sonrasında İsveç ve Nazi Almanyası, işsizlikle mücadelede iki karşıt stratejiyi temsil ediyordu; biri gönüllü koordinasyon diğeri ise cebri zorlama. Tüm teorik çalışmalarım, Smith, Ricardo, Marx ve Keynes tarafından benimsenen yaklaşımın aynısı olan ampirik kanıtların dikkatli bir şekilde incelenmesine dayanmaktadır. İsveç örneğine göz atmayalı epey oldu ama iki şeyi göz önünde bulundurarak bu örneğe geri dönmek istiyorum: Birincisi İsveç'in büyüme, üretim ve istihdamı gerçek rekabet açısından nasıl ele aldığı; diğeri ise işçi sınıfı içindeki transferlerle nasıl başa çıktığı.
D.Z: İşsizlik teoriniz, devletin sadece para basıp harcayarak ekonomik çıktıyı artırabileceği ve işsizliği ortadan kaldırabileceği görüşünü savunan Modern Para Teorisi (MMT) savunucularına karşı çıkıyor. Bu senaryodaki tek sınırlama, MMT savunucularına göre tam istihdam sağlandıktan sonra kontrolden çıkabilecek olan mal ve hizmetlerdeki fiyat enflasyonu olacaktır. Böyle bir gidişatı sürdürmek için koordineli ücret disiplininin gerekliliğini bir kenara bırakırsak, sizin analiziniz artan büyümenin tam istihdam noktasına ulaşılmadan çok önce maliyet kaynaklı enflasyonu yükseltebileceği yönünde. Neden bu kadar farklı sonuçlara ulaşıyorsunuz?
A.S: Birçok kişinin gözlemlediği gibi MMT'nin temel anlayışı ne yazık ki yeni değildir: İtibari paranız olduğunda devlet istediği kadar para basabilir. Bu "modern" bir keşif değil, daha ziyade Kuzey Amerikalı sömürgeci yerleşimcilerin bir buluşudur. Sömürgeciler hem altınları olmadığı için hem de altına erişimleri Büyük Britanya tarafından engellendiği için bir şeyler satın alamadıklarını fark ettiler.
Böylece insanları, basılan paranın gelecekteki bir zamanda altına dönüştürülebilir olacağı görüşüne ikna edecek bir süreç icat ettiler. Bu aynı zamanda tarihteki ilk hiper-enflasyonlardan birine yol açtı. J. K. Galbraith, Money: Whence It Came, Where It Went adlı güzel bir kitap yazdı. Kitabımda MMT'yi sadece paranın kökenleri açısından değil, aynı zamanda işleyişi ve etkileri açısından da eleştiren bir bölüm var.
İkinci olarak, MMT yıllar içinde enflasyon teorisini değiştirmiştir. Başlangıçta, fiyatların parasal ücretler üzerindeki istikrarlı artışlar yoluyla yaratıldığı şeklindeki standart tekelci sermaye görüşüne dayanıyordu. Bu bakış açısına göre enflasyon, artan ücretlerin bir ürünüdür. Sonradan MMT ekolünün Keynesyen görüşe geri döndüğü görüldü: Fiyatlar ancak artan talebin tam istihdam tarafından kısıtlanan arzı karşılaması durumunda yükselir.
Kitabımda da gösterdiğim gibi, bu ampirik olarak işe yaramıyor! O halde genişlemenin sınırını neyin belirlediğini sormanız gerekiyor ve bu da beni daha önce tartıştığımız kârlılığın büyümeye koyduğu iç sınırlara geri götürüyor: Eğer kâr oranı yükseliyorsa, büyüme oranının da bu sınırlara ulaşmadan önce yükselmek için daha fazla alanı vardır.
Öte yandan, eğer kâr oranı düşüyorsa, ki 1970'lerde kesinlikle öyleydi, o zaman sınırlar daha sıkı hale gelir ve bu da toplam talep sürekli olarak uyarılıyorsa enflasyona yol açar. Dolayısıyla ekonomiyi canlandırmak için prensipte sınırsız olan devlet harcamalarını ve kredileri kullandığınızda, sürekli işsizlik olsa bile büyümenin sınırlarına ulaşmaya başlarsınız. Dahası, yedek işgücü ordusunun tükenmesi kârlılığı da etkiler ve bu da sınırların daha da daralması anlamına gelir.
D.Z: Marksist ekonomi politiğin mevcut durumunu, özellikle de yüksek lisans öğrencisi olduğunuz dönemle karşılaştırdığınızda, nasıl tanımlarsınız?
A.S: Yüksek lisans öğrencisiyken, Marksist ekonomi politik emperyalizm ve askeri harcamalar, sömürü, eşitsiz gelişme gibi her biri çok önemli olan bir dizi farklı konuya yayılmıştı. Ama öte yandan tekelci teoriye takılıp kalmıştı. Bana göre ise aynı şeylerin farklı bir temelden açıklanması gerekiyordu, ki bunu yapmayı bitirdiğim kesinlikle söylenemez. Marx'ı okudukça onun rekabet kavramının neoklasik iktisadınkinden çok farklı olduğunu fark ettim. Bu süreçte, mevcut Marksist ekonomi politiğin ilkelerine karşı memnuniyetsizliğim arttı.
Bence bu alan uzunca bir süre durgunlaştı ve büyük ölçüde aşınmış birkaç kalıba sıkıştı. Neoliberal düşüncenin yeniden canlanmasının Sweezy, Magdoff, Paul Baran, Ronald Meek, Samir Amin, Celso Furtado ve diğerleri tarafından harekete geçirilen enerji ve ilginin çoğunu bastırdığını görebilirsiniz. Bununla birlikte, temel sorular geri geliyor gibi görünüyor.
D.Z: Bugün sosyalist hareketler için ekonomi politikteki hangi araştırma alanlarının stratejik olarak en önemli olduğunu düşünüyorsunuz?
A.S: Eminim ki stratejik olarak neyin en önemli olduğu ülkeden ülkeye ve tarihsel anlara göre farklılık gösterecektir. Ancak sosyalist hareketin bir bölümünün strateji için tutarlı bir temel bulmaya çalışması gerektiğini savunuyorum; tekelci teori ihtiyaç duyulan temel bir dayanak değildir, çünkü bu teori pek çok şeyi açıkta ve açıklamasız bırakmaktadır.
Karayipler ve Latin Amerika'dan ekonomistlerin düzenlediği bir konferansa gittiğimi hatırlıyorum. Rekabetin yeniden canlanması onları şok etmişti, çünkü küresel ekonominin Merkez'deki tekelciler tarafından yönetildiği kanısındaydılar. ABD'nin dünyayı yönettiğini düşünüyorlardı ama şimdi aynı ABD Japonya, Kore, Çin, Vietnam, Malezya gibi ülkelerle rekabet edemediği için sorunlar yaşıyor.
Benim için önemli olan, ABD'nin muazzam bir askeri güce sahip olmasına rağmen Çin ekonomisinin düşük maliyetleriyle baş edemiyor olduğudur. Bu nedenle Merkez'deki gücün kapitalizm üzerinde bir güç olduğunu varsaymamalısınız; daha ziyade bu, kapitalizmin bir gücüdür. Tüm gücü siyasi güçle ilişkilendirmek bir hatadır. Radikal iktisat genellikle tüm gücü ya devlete ya da sermayeye veriyor gibi görünür, ancak ben her zaman kârın her ikisi üzerinde de bir güce sahip olduğunu savundum, çünkü kâr devletin ve sermayenin sınırlarını zorluyor.
Bir noktada, bir grup arkadaş oturduk ve yirminci yüzyıl boyunca ABD'deki tüm büyük sol partilerin programlarını okuduk. Aradığımız şey partilerin ekonomi anlayışıydı, yani kapitalist ekonominin işleyişini nasıl anladıklarıydı (siyasi platformlarda çoğu zaman sorulmayan bir soru!). Neredeyse her durumda, bu partilerin örtük ekonomi teorisinin Keynesyen ya da Post-Keynesyen olduğunu gördük. En bariz olanı da, teorilerini Michał Kalecki'nin çalışmaları üzerine inşa eden Baran ve Sweezy etkisidir.
D.Z: Ekonomi politik okumak isteyen genç sosyalistlere ne tavsiye edersiniz?
A.S: Benim tavsiyem Marx'ı - ve seleflerini - biraz daha ciddiye almalarıdır. Marx, Artı Değer Teorileri'nden de anlaşılacağı üzere, Smith ve Ricardo'dan bağımsız olduğunu iddia etmemiştir. Marx her şeyi okumuştu; endüstriler, ücretler, vs. hakkındaki tüm o verilerden bahsetmiyorum bile.
Geçenlerde Manchester'daki bir konferanstan kaçıp İngilizce konuşulan dünyanın en eski kütüphanelerinden biri olan Chetham Kütüphanesi'ne gittim. Orada, Marx ve Engels'in Manifesto'yu yazarken oturdukları yerin burası olduğunu söyleyen küçük bir plaketin bulunduğu bir masa var. Size söylemeliyim ki, bu şimdiye kadar dini bir deneyime en çok yaklaştığım andı, çünkü kendilerini dünyayı değiştirmeye adamış bu iki genç insanın gücünü hissedebiliyordum!
Peki bunu nasıl yaptılar? O zaman da şimdi olduğu gibi dünyada egemen güç olan kapitalizmi ve diğer ülkeleri incelediler. Bu iki genç insan inanılmaz kişilerdi; her şeyi okuyorlardı! Bunu eğlence için değil, dünyayı bilimsel temellerde anlamak için yapıyorlardı. Daha önce başkalarının yapmadığı şekilde bir analiz ortaya koydular. Onların mirasının ekonomik yönünü daha ciddiye almamız gerekiyor.
Notlar:
*** Shaikh’in eseri Türkçeye çevrilmiş bulunuyor. Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar. Çev. Ümit Şenesen, Kırmızı Yayınları, 2018).
* Bu röportaş ilk olarak 04.06.2020'de Anwar Shaikh: “The Fundamental Questions About Capitalism Seem to be Coming Back” başığıyla Jacobin dergisinde yayınlanmıştır.