Beyaz yakalıların 'enkaza' dönen iş yaşamları: Mobing, uzun çalışma, düşük ücret

Beyaz yakalıların 'enkaza' dönen iş yaşamları: Mobing, uzun çalışma, düşük ücret
Yapı Kredi çalışanı Efe Demir'in intiharı, beyaz yakalıların çalışma koşullarını yeniden gündeme getirdi. Çalışma Ekonomisti Dr. Arif Koşar beyaz yakalıların içinde bulunduğu durumu "bireysel kariyer planlarının enkazına dönüşmesi" olarak nitelendiriyor.

Cengiz Anıl BÖLÜKBAŞ


ANKARA - Son yıllarda çalışma ve yaşam koşulları giderek zor hale gelen kesimlerden biri de beyaz yakalılar. Pek çok üniversite mezunu iş bulamıyor. İş bulabilenler de hem düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalıyor, hem de mobing başta olmak üzere pek çok baskı ile yüz yüze geliyor. 17 Mart’ta Yapı Kredi çalışanı mühendis Efe Demir geçtiğimiz günlerde yaşamına son verdi. Demir'in intiharı beyaz yakalıların yaşadıklarını bir kez daha gündeme getirdi.

İŞ BULAMIYORLAR, BULANLAR DA GEÇİNEMİYOR

Bugün beyaz yakalıların yaklaşık yarısı asgari ücretle işe başlıyor. Sosyal, iktisadi ve idari bilimler alanında bu oran yüzde 60’larda iken, mühendislik gibi teknik bölümlerde asgari ücretle işe giriş oranı yüzde 40-50 civarında. Bunun yanı sıra işsizlik sorunu da beyaz yakalıların en önemli sorunlarından biri. 2020’de üniversite mezunları arasında işsizlik oranı yüzde 12,7 seviyesindeyken, profesyonel mesleklerde yüzde 12,1, büro işçilerinde yüzde 17,8, hizmet ve satış elemanlarında yüzde 12,8’i buldu.

Beyaz yakalıların mesai saatlerinde bir artış söz konusu. Yapılan araştırmalara göre, 10-12 saat arası çalışmak zorunda kalan beyaz yakalılar, uğradıkları mobbing ve yoğun iş yükü yüzünden başta kalp krizi olmak üzere birçok sağlık sorunuyla karşı karşıya kalıyor.

Haftalık yasal çalışma süresi 45 saat iken Türkiye’de çalışanların yüzde 15,1’i haftada 60 veya daha fazla saat çalışıyor. Bu da haftada bir gün izin yapıldığında günde en az 10 saat çalışılması anlamına geliyor. OECD’nin 2020 yılı verilerine göre 60 saatten fazla çalışanların ortalama oranı yüzde 4,4. Türkiye yüzde 15,1 ile 38 ülke içinde ilk sırada bulunuyor.

İntihar eden Efe Demir’in yazdığı mektup, iş dünyasında çizilen resimle çalışanların gördükleri arasındaki uçurum konusunda fikir veriyordu. Koşullar çok mu iyi yoksa bir illüzyon mu yaşanıyor? Orta sınıf kavramı nasıl bir dönüşümden geçiyor? Bu soruları Efe Demir’in intiharı kapsamında Kor Kitap’tan ‘Robotlar İşimizi Elimizden Alacak Mı?’ isimli kitabın yazarı Çalışma Ekonomisti Dr. Arif Koşar ile konuştuk.

Efe Demir

‘İNSANLAR İŞİNİ YAPMASI GEREKEN BİR APARAT GİBİ GÖRÜLÜYOR’

Yapı Kredi çalışanı mühendis Efe Demir geçtiğimiz günlerde yaşamına son verdi. Demir’in mobbing nedeniyle intihar ettiği iddia edildi. Demir, şirket yöneticilerine gönderdiği yönetimin politikalarını eleştirdiği mektubunda, “İnsana ve çalışma arkadaşınıza ÖNEM VERMİYORSUNUZ” dedi. Mektupta büyük bir farkındalık, açıkça bir ifşaat görülüyor. Bu bize ne gösteriyor?

"Steril görünen, gıpta ile bakılan, yüksek teknolojiyle sarıp sarmalanmış iş ortamlarının gerçek yüzünü gösteriyor. Bu Yapı Kredi ve onun iştiraklerinin ötesinde genel bir tablo. İş süreci kâra odaklı bir faaliyet olarak organize edildikçe insanların yaşamları, zamanları, sorunları, geçimleri, hissiyatları, rahatsızlıkları göz ardı ediliyor. İnsana önem verilmiyor. Öyle ki, tıpkı ofisteki bilgisayar, masa, sandalye, kahve makinesi gibi işlevli, sürekli işini/görevini yapması gereken bir aparat gibi. Makineden farklı bir tepki verdiğinde, bir adaletsizliğe karşı çıktığında, yani insani bir refleks gösterdiğinde hızla mobbing, işten atma ya da baskı yöntemleri devreye sokuluyor. Elbette farklı mekanizmalar da var, ancak öne çıkan bu.

Dr. Arif Koşar ve ‘Robotlar İşimizi Elimizden Alacak Mı?’ kitabının kapağı

'GERÇEK HAYAT, BİREYSEL KARİYER PLANLARININ ENKAZINA DÖNÜŞMÜŞ DURUMDA'

Bir yandan sosyal medya başta olmak üzere birçok alanda beyaz yakalıların 'muhteşem işleri'ne ve 'muhteşem yaşamları'na ilişkin videolar görüyoruz. David Smail’in 'büyülü gönüllülük' dediği, her bireyin olmak istediği şeye dönüşme gücüne sahip olduğu inancı pompalanıp, çok iyi bir hayat vaat edilirken, tüm bu imtiyazlara rağmen bir yabancılaşma sürecini ve sonucunu görüyoruz. Bu durum beyaz yakalıların durumuna ve iş dünyasına ilişkin neyi gösteriyor?

"Beyaz yakalıların sosyal medyada yer alan videolarındaki 'muhteşem hayatlar'ın büyük kısmı gösteriden ibaret. Diyelim ki, arabayla işe gidiyorsun. Trafik de mi yok? Bu videoların çoğunu Instagram’la ya da Tiktok’la büyümüş yeni mezun beyaz yakalılar hazırlıyor. Eğitimli gençlerin işsizliğe, düşük ücrete ve geleceksizliğe sürüklendiği günümüz koşulları göz önünde bulundurulduğunda, böyle ideal bir beyaz yakalı dünyasının olmadığı zaten görülebilir. Gerçek hayat, aksine, bireysel kariyer planlarının enkazına dönüşmüş durumda. Mesela kişisel motivasyonlar depreme dayanıklı ve düzgün bir evde oturmak için yeterli değil. Çok çalışmak yarın işten atılmayacağına ilişkin bir garanti sağlamıyor. Nobran bir yönetici mobbing uygulayabilir ve sonuç, ekibindeki onlarca insanın işten kaçarak uzaklaşması olabilir. Dolayısıyla yabancılaşma kaçınılmaz. Hem işyerindeki otoriter denetim biçimleriyle hem de iktisadi koşullarla bağlantılı olarak. Zaten temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile borçlanmak zorunda kalan beyaz yakalının, istese bile “biz bir aileyiz” söylemiyle kendini kandırması pek mümkün değil. İnsanların mevcut işinde çalışmaya devam etmesinin nedeni çoğu kez farklı bir alternatif görememesi."

‘İŞ SÜREÇLERİ BOŞ ZAMANA BİLE EL KOYMA EĞİLİMİNDE’

Türkiye’de her sene işçi intiharlarının sayısında giderek artan bir sayı söz konusu. Alt-orta sınıflarda 'kolektif bir depresyon'un olduğunu, büyüyen bir yabancılaşmanın yaşandığını söyleyebiliriz. Şüphesiz birçok dinamik bu süreçte etkilidir ancak kapitalizm bu intiharlar ve depresyonda nasıl bir pay sahibi?

"Efe Demir’i intihara sürükleyen deneyimleri tam olarak bilmemiz, elbette, mümkün değil. İşin yanı sıra işle bağlantılı ya da iş dışı süreçlerin katkısı olabilir. Ancak genel bağlamda şunlar söylenebilir; Çalışanların iyilik hallerinin sağlanması ya da korunması gibi bir gündem yok. Daha fazla kâr kuralı ile organize edilen iş süreçleri, bunları dikkate almak bir yana, insanların kendilerini yeniden üretebilecekleri boş zamana bile el koyma eğiliminde. Yaşam, adeta iş tarafından işgal edilmiş durumda. Çalışma süreleri uzadığı gibi belirsizleşiyor. Gece 22.00’de cevap verilmesi gereken bir mail gelebilir. Yetişmesi gereken bir proje için bir hafta gece gündüz çalışılabilir. Bin bir yolla uzayan ve tüm hayata yayılan, baskının içsel olduğu iş süreçlerinin kendisi sağlıksız. Dolayısıyla insanların sağlıklarının bozulması da kaçınılmaz. Kapitalist iş, ölümlü iş cinayetleri gibi sonuçların yanı sıra aşırı stres, kaygı bozukluğu ve depresyona yol açmakta ya da bu mental rahatsızlara yol açan süreçlere güçlü bir biçimde katkı sunmaktadır. Ayrıca, işten elde edilen gelirin hem temel ihtiyaçlarla hem de kapitalizmin vaat ettiği zenginlikle uyumsuzluğu yaşama dair hayal kırıklıklarını kalıcı hale getirmektedir. Ki, mevcut durum hayal kırıklığının da ötesinde. Türkiye’de 2002’den bu yana geçim sıkıntısı nedeniyle intihar edenlerin sayısı 5 bin 414.

'BEYAZ YAKALILARIN BÜYÜK KISMI FABRİKADA ÇALIŞAN MAVİ YAKALILAR GİBİ'

Bir diğer mesele de beyaz yakalıların sınıfsal konumu. Finans, bilişim, halkla ilişkiler vb. plaza sektörlerinde çalışan beyaz yakalılar genelde kendilerini “orta sınıf” olarak tanımlıyor. Bunun sebepleri arasında sınıf atlama olanağı, geleneksel işçi tipolojisine uymaması, kültür ve tüketim alışkanlıkları ve gelir seviyesindeki farklılar yeri önemli bir yer tutuyor. Bu varsayım sizce doğru mu?

"Orta sınıf günlük yaşama da sirayet eden flu kavramlardan biri. İnsanlar genellikle kendilerini 'orta'da görmeye eğilimlidir. Çünkü, bizden daha yoksullar olduğu gibi daha zenginler de vardır. Beyaz yakalılar için de durum benzerdir. Kendilerini ortada görebilirler. Esas sorun ise bu yaklaşım üzerini örttüğü fiili durumdur ve bu, egemen düşünme biçimiyle ilgilidir. Beyaz yakalıların büyük kısmı tıpkı fabrikada çalışan mavi yakalılar gibi ücret karşılığında emek gücünü kapitaliste kiralar. Geçimi, ücret gelirine bağlıdır. Bu, klasik anlamda işçi ve sermaye ilişkisidir. Çalıştıkları mekanlar, boş zaman faaliyetleri, yemek kültürleri, hatta espri anlayışları farklı olabilir, ancak hepsi temelde aynı -iktisadi- sömürüye maruz kalmaktadır. Geçim derdi, iş yoğunluğu, daha fazla çalışma baskısı, dikkate alınmama, mobbing, güvencesizlik gibi ortak sorunlarla karşı karşıya kalırlar. İşçi sınıfı sosyal bir varlıktır ve onu -kendiliğinden- sınıf yapan şey sermaye ile içine girdiği ilişki biçimidir."

Egemen düşünme biçiminde ise işçiler gecekondu mahallelerinde yaşar, eli-yüzü makine yağı içindedir, sadece bedensel işler yaparlar. Üretim ve sömürü ilişkileriyle değil yaptığı somut işle, yaşadığı semtle, kültürle, boş zaman alışkanlıkları ile tanımlanırlar. Bu, büyük ölçüde, metafizik bir işçi sınıfı tanımıdır. Böyle olduğunda, toplumun büyük kısmı ve beyaz yakalılar kendini işçi olarak görmez. İşçiler mağdur, yardıma muhtaç, eğitimsiz, “makarna için oy veren” bir azınlık grubu olarak görünür. İşte bu, bir beyaz yakalının, yoksulluğa dair tüm göstergelere sahip olmasına rağmen, kendisini kimi tüketim alışkanlıkları nedeniyle -mesela üçüncü nesil kahve- yoksul görmemesi gibidir. Bu yaklaşımın soldaki tipik ve yaygın sonucu işçi sınıfının, tıpkı diğer sosyal kimlikler gibi kimlikçi bir perspektife sıkıştırılması, işçi haklarının da dezavantajlı grupların korunmasına indirgenmesidir.

‘PREKARYA DENİLENLERİN BÜYÜK KISMI ZATEN İŞÇİDİR’

Türkiye’de de beyaz yakalıların büyük bir dönüşümüne şahit oluyoruz. Bir yandan 'orta sınıf' tartışmaları sürerken diğer yandan beyaz yakalıların büyük bir “proleterleşme” sürecine girdiğini görüyoruz. Doktorlar, avukatlar ve benzeri meslek grupları düşük ücretle, artan mesai saatleriyle, stres, yönetici baskısı ve güvencesizlikle karşı karşıya kaldı. Ancak bu sorunları baz alarak “prekaryalaşma” süreci yaşadıklarını ileri süren ve bence özü itibariyle “liberal” olan çalışmalar da yazıldı. Siz bu süreci nasıl tanımlıyorsunuz?

"Bu daha çok kavramsal bir tartışma. Bahsettiğiniz süreçte, iki dönüşümün birlikte yaşandığı söylenebilir. İlki, işçileşme, yani serbest çalışan -orta sınıf- profesyonel meslek sahiplerinin ücretli işçiye dönüşümü. Muayenehane sahibi hekimin hastane çalışanına, serbest avukatın ücretli yazıcıya, bağımsız mimarın yapı şirketi personeline dönüşümü buna örnektir. İkincisi ise tüm çalışanları etkileyen güvencesizleşme ve hak kayıpları. Zaten işçi sınıfının bir tabakasını oluşturan beyaz yakalı ve ücretli çalışan profesyonel meslek sahiplerinin, kimi ayrıcalık ve avantajlarını kaybederek işçi sınıfının ortalamasına yaklaşması söz konusudur."

Prekarya terimi farklı bağlamlarda kullanılabiliyor. Ancak, genellikle -mesela Guy Standing’te- işçi sınıfının dışında, güvencesiz, yeni bir sınıfı tanımlıyor. Buna katılmıyorum. Bu yaklaşımda işçi sınıfı güvenceli ve sabit işlerde çalışanları kapsıyor. Fazla uzatmadan belirtmek gerekirse, işçi sınıfına yapışmış böyle bir güvence yoktur, prekarya denilenlerin büyük kısmı zaten işçidir.

‘NEOLİBERAL POLİTİKALARDAN BEYAZ YAKALILAR DA OLUMSUZ ETKİLENDİ’

Peki Türkiye’de beyaz yakalıların bu değişimi nasıl başladı? Hangi politikalar burada etkili oldu?

"19. yüzyılın erken sanayi işletmesindeki bir avuç büro işçisi günümüzün görev dağılımı bakımından yarı yönetsel konumdaydı. Yönetici, işveren vekili, sırdaş ya da müstakbel damattı. Görev, otorite, ücret, ömür boyu istihdam güvencesi ve beklentiler açısından fabrika işçisinden ziyade işverene yakındı. Sayıları oldukça azdı. Ancak yüzyılın sonlarında modern anonim şirketlerin gelişmesiyle bu tablo köklü bir biçimde değişti. Patronun sağ kolu olmak bir yana çoğu patronu ömrü boyunca görmemiş, düşük ücretle, artan mesai saatleriyle, iş yoğunluğu, stres ve yönetici baskısı altına çalışan beyaz yakalı büro işçilerinin sayısı milyonları buldu."

"Türkiye’de, masa başında, ehli keyif, kazandığını rahatça harcayan beyaz yakalı miti uzun yıllar etkisini korudu. Bir ölçüde, hâlâ koruyor. Mitolojinin feyz aldığı gerçeklik ise geçmişte beyaz yakalı iş ve eğitimli işgücünün oldukça küçük bir nüfus oluşturması ve ayrıcalıklı konumuna dayanıyordu. 1980’lerden bu yana izlenen neoliberal politikalarla sadece mavi yakalı değil beyaz yakalılar ve profesyonel meslek toplulukları da olumsuz etkilendi. Kimi ayrıcalık ve güvencelerini yitirdiler. AKP’nin ucuz ve “eğitimli” işgücü politikasıyla vasat üniversite eğitimi hızla yaygınlaştı. 2008-2021 yılları arasında istihdam içinde yüksek okul, üniversite ve üstü mezunların oranı yüzde 7,3’ten yüzde 20,7’ye çıktı. 2022 yılında üniversite öğrenci sayısı ise 8 milyonu aştı. Beyaz yakalı işgücü arzındaki olağanüstü artışın ilk sonucu işsizlikti. İktisat, işletme gibi mesleklerde işsizlik daha 1990’lı yıllarda baş göstermişti. Ardından neredeyse tüm beyaz yakalı mesleklere yayıldı. 2020’de üniversite mezunları arasında işsizlik oranı yüzde 12,7 oldu. Profesyonel mesleklerde yüzde 12,1, büro işçilerinde yüzde 17,8, hizmet ve satış elemanlarında yüzde 12,8’i buldu."

‘BUGÜN BEYAZ YAKALILARIN YAKLAŞIK YARISI ASGARİ ÜCRETLE İŞE BAŞLIYOR’

"İşverenin elinde onlarca CV varsa, çalışma ve yaşam koşullarının kötüleşmesi de kaçınılmazdır. Reel ücretler hızlı bir biçimde düştü. Bireysel sözleşmelerle uçuk ücretler kovalama devri küçük bir azınlık dışında sona erdi. Bugün beyaz yakalıların yaklaşık yarısı asgari ücretle işe başlıyor. Sosyal, iktisadi ve idari bilimler alanında bu oran yüzde 60’larda. Mühendislik gibi teknik bölümlerde asgari ücretle işe giriş oranı yüzde 40-50 arasında, mimarlıkta yüzde 58. Kendini şimdiye kadar işçi olarak görmemiş, beyaz yakalı, profesyonel, eğitimli milyonlarca işçi, yaşadığı ağır sömürü koşullarında gerçek sınıf kimliğinin her geçen gün daha fazla farkına varıyor. Deyim yerindeyse bu “uyanış” henüz orta sınıf miti ve çalışıp zengin olma umutlarının tuzla buz olması ile sınırlı. Sosyal çöküşün psikolojik yıkımın ötesine geçmesi, eşitlik ve özgürlüğü temel alan bir toplumsal harekete dönüşmesi ise elbette bir politik örgütlenme sorunudur."

Öne Çıkanlar