Ayrımsamak

Ayrımsamak
Ayrımsamak iyi bir şeydir ve düşüncenin kardeşlerinden birisidir. Ayrımsamak, bir bilgi, bir öneri, bir tavsiye olmasının yanı sıra olup bitenin bilincine varmak; hiç yoktan akıl yürütmek demektir.

Ender Özkahraman


“Esrimek” göze ve kulağa hoş gelen bir sözcük. Ama çok kullanıldığını sanmıyorum. Ben kullandığım zamanlarda ise ya boş bakışlarla karşılaşıyorum ya da bu sözcüğü anlamını bilmeden kullandığımı düşünenlerin küçümseyici bakışlarıyla... Öyle ya da böyle, benim için sakinleştirici ve iyileştirici bir etkisi var bu sözcüğün. Bazen soyut bağlamından çıkartıp somut bir düzeye indirgeyerek sürdürmek istiyorum bu sözcükle ilişkimi. Onu böyle böyle ellerimde mıncıklayıp iyice büzmek, sargılara falan sarmak istiyorum. Sonra da zaten parmaklarımda meditasyon topu gibi dolaştırmaktan başka bir şey kalmıyor geriye...

Doktora “Kötü mü?” diye soruyorum; “yoo,” dercesine bir jest yapıyor. “Ayrımsamana yardımcı oluyorsa iyi bile senin için, niye kötü olsun?” “Evet,” diyorum, “akıl ve mantıktan sıkıldığımda esrimek iyi geliyor.” Ayrımsamama yardımcı oluyor. Bu doktor o kadar kötü değil aslında ama kolay biri de değil. Birkaç seans terapiden sonra ipler tamamen kendisinde artık, hissediyorum. Benimle ilgili her şeyi biliyor. Bildiği, sıkıntılar, korkular ve diğer tekinsiz hislerim değil sadece. Benim “bilsin, sıkıntı değil!” diye geçiştiremeyeceğim, kişisel ve çok özel şeyler maalesef.

Bazen yaşadığım hayatın bir rüya olabileceği ihtimalini düşünüyorum. 54 yıl süren ve hâlâ devam eden bir rüya. “Rüya” diyorum, çünkü kâbus demeye dilim varmıyor. Öyle dersem, gördükleri her şeyde türlü türlü mucize arayan, “bitmesin” diye Tanrı’ya için için yalvaran çocuklara haksızlık etmiş, onların algı ve duyarlılıklarını değersizleştirmiş olurum. Ayrıca dramatize etmeyeyim; biliyorum hayatta güzel şeyler olduğunu ve daha da olacağını. Ama gördüğüm bazı olumsuzlukların hissettirdiği şeyler sebebiyle bu rüyadaki iç sıkıntısı aşikâr. “O zaman hayata gözlerimizi yumduğumuzda uyanacak ve anca o zaman çevremizdekilere anlatabileceğiz bu rüyada neler olup bittiğini, değil mi?”

Doktor bir şey demeden dinliyor ve sözlerimi bitirip karşılık beklediğimde gözlerini kaçırarak bir nefes alıyor, o kadar. Anladığım, soyut şeylerden bahsederek hâlâ ondan sakladığım, ele vermediğim bazı özel düşünce ve görüşler daha kaldığını düşünüyor ruhumun karanlık köşelerinde. Hastayı melankoliden uzaklaştırdığı için bu tür duygusal firarları mazur gören doktorlar biliyorum ama bizim doktor öyle değil, onaylamıyor durumumu. “Ya benimsin ya toprağın?” der gibi gözlerini dikmiş bakıyor. Yani şimdi ne diyebilirim? Yaşadığım şiddeti ve kötülüğü bir parça rüya olarak görmekten başka nasıl savunabilirim kendimi? “Bu rüya bitse ve düşüp ölsem, o zaman uykudan kalktığımda çevremdekilere neyi nasıl anlatabilirim,” diye soruyorum doktora ama cevap yok? Kim toplanacak ki etrafıma; eşi, dostu, çevresi olmayan bu garibi kim dinleyecek ki?

Doktor uyku ile uyanıklık arasında bir çizgi olduğunu söylüyor. Düşmeden üzerinde kalmayı başarabilirsen ve düz bir doğrultuda yürüyebilirsen uyanıklara -yani halen bizim tarafta olanlara- anlatabilirmişsin rüyada gördüklerini. Uykuya tam geçmemiş halde rüya görmek gibi bir şey. Doktor ‘esrime çizgisi’ diyor bu duruma. Bu çizgi üzerinde gördüklerin ve onlara bağlı hisler hemen anlatılmalıymış simültane olarak, yoksa bir şey kalmıyormuş uyandığında geriye. Bellek hemen siliyormuş gördüğün ve yaşadığın şeyleri...

Meselâ deprem bölgesi geliyor aklıma. Şimdi doktora gördüklerimi nasıl anlatacağım? “İntikal etmekte geç kalmışlar,” diyorum, rasyonel ve öyle olduğu kadar da somurtkan doktora. Gözlerini üzerime dikmiş devam etmemi bekliyor. Genelde ben durunca konuşur ama şimdi sürekli olarak “Ee?” diye sorup duruyor. “Yıkıntıların kenarında bekleyen binlerce insan var. Kameralar çoğu zaman göstermiyor onların özel hallerini, neyin nasıl olduğu tamamen bizim tasavvurumuzda artık. Sen sadece hayatta kalanların sesini duyuyorsun, o kadar.”

Doktor, mal bulmuş Mağribi gibi, “Ama yıkıntılar altında da hayatta kalan var,” diyor. “Tamam işte, ben de onlardan bahsediyorum size ,” diyorum. “Ne demek istediğini anlamıyorum,” diye bakıyor doktor, boşluğa doğru. Baktığı yere boş boş bakıyor, hiçbir şey göremiyor. Tamam, özelde değil devlette çalışıyor ve zor bir iş yapıyor. Ama bu kadar mı soyut olabilir bir insan? Kafaca üstün olabilir ama despotça gösterilere başvurmadan, başkalarını sürekli olarak buyruğuna çağırmadan, bir kez olsun dinleyemez mi hastasını? Çünkü insan bir bilgiyi eksiksiz vermek istedi mi, sırf bu iddiası yüzünden bile yanlışa düşebiliyor. Neyse, fazla yükselmeden hemen sakin olmam lazım benim de. Çünkü sakinlediğinde değişiyor, farklı bir bakış derinliğine sahip oluyor insan. “Binalarda titreşim aletlerinin yeterince kullanılmaması, betonun yeterince yerleşmemesine sebep olmuş, bu da beton yüzeylerde dökülme meydana getirmiş, donatılarda korozyon oluşmuş. Toptan göçen bina örnekleri var. Bitişik nizamla çekiçleme etkisi hasarlara neden olmuş. Betonun yeterince kullanılmamasından kaynaklı hasarlar mevcut. Kolon kiriş bağlantılarındaki filiz boyları yetersiz. Bu yüzden de kolonların kiriş bağlantılarında ayrılma ve çökme meydana gelmiş...”

“Tamam, tamam,” diyor doktor. “Girme teknik konulara. Çevrende nasıl karşılandı bu yıkım, onu anlat?” Bu gözler her zaman gittiğim doktora değil, başkasına ait sanki. Derin bilgilere sahip bir siyaset bilimcinin çatık kaşlarıyla benden cevap bekliyor. “Onca başarısız hamleden sonra herkeste bir aşağılanmışlık ve ezilmişlik duygusu oluştu,” diyorum. “Şimdi muktedirlerin saçma sapan yorumlarına nasıl karşılık verilir, biliyor herkes. Güçlü görüyorlar artık kendilerini ve sözlerini kimseden sakınmıyorlar. Hatta fırsat buldukları an uçarıca davranabiliyor, meselâ abesle iştigal eden trol vb figürlerle ters düşmek için özellikle alay edebiliyorlar. Artık sosyal medya diye bir şey var!”

"DEMİRTAŞ'IN SÖZLERİNE NE DİYORSUN?"

Doktor şoka sokmak ister gibi soruyor, “Demirtaş’ın sözlerine ne diyorsun?” diye. Bir umut kırıntısı vardır, diye soruyorum ben de. “Hangisi, Özgür Demirtaş’mı?” “Hadi hadi,” diyor sonra. “Bırak salağa yatmayı, biliyorsun hangisini sorduğumu.” Demirtaş’ın, depremde 85 milyon kişinin nasıl tek yürek olduğunu, tek adam sisteminin hantallığını ve beceriksizliğini aşarak nasıl kardeşlerini kurtarmaya çalıştığını anlatan sözlerini kastediyor.

Demirtaş’ın durumunu nasıl olduğuyla değil, nasıl olmak istediğiyle yargılamak lazım. Herkes ona sanki yeni bir söz söylemek için yalnızca o görevliymiş gibi davranıyor. Bu da haliyle üzerinde baskı oluşturuyor. Ama yine de geçmişten gelen ve bugün de devam eden diğer olumsuz yakıştırma ve sıfatlar kadar ağır değil bu baskı. Şovenist ve milliyetçiliğe meyilli pek çok Kürt aydını(!) ya da siyasetçisi olduğunu biliyoruz. Ama zaten bunların çoğu halkıyla ve kültürüyle bağını koparmış isimler.

Kendi adıma sakınarak andığım hiçbir akımı Demirtaş’a yakıştıramam doğrusu, bence olsa olsa bir çeşit ‘ülkücülüktür’ onunkisi... “Ülkücülük mü?” diye gözlerini koca koca açarak kükrüyor doktor. “Allahım ben ne kadar ileri gittim,” diye dönüp arkama bakıyorum? Oh aman fazla gitmemişim ileri. “Evet,” diyorum... Birlik, beraberlik ve kardeşlik ülküsüne inanıyor o. Tüm halkların barış içinde ve bir arada yaşama ilkesine sonuna kadar inanıyor.

Bir zaafı varsa eğer, inandığı şeylere Kürt halkının belki de bütün halklardan daha yatkın olduğunu dile getirmek ve ısrarla bunu iddia etmekten başka bir şey değil. Kürtlerin halk olarak kalıcı ve süreğen bir barış ortamı yaratmak dışında kendisi için belirlediği bir görev yok. Varsa da bunun Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü olduğunu o hepimizden iyi biliyor. Demirtaş için Türkiye ve onun yazgısı kendi ulusu kadar bir değer taşımıyorsa, bütün bu kardeşçe, Bir arada ve barış içinde yaşama iddiaları boş laftan başka bir şey değil!..

Doktor, “gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” diye sorunca “evet,” diyorum ve esrimeyle onun 6-7 yıl önce verdiği bir röportajdan, ortaokulda nasıl astsubay olmak istediğinden falan bahsediyorum. “Bir komşuları varmış, astsubay olan. Onların çocuklarıyla oynarken imrenirmiş ve astsubay olmak istermiş.” Kendimden biliyorum; o bölgede yaşayan bütün çocuklar hep bunun gibi bir imrenme duygusuyla büyürler. “Ama aynı röportajda Kürt olmanın ne demek olduğundan, Halepçe katliamından falan bahsediyor?” diye hemen müdahale ediyor doktor. Soruya soruyla karşılık vermekten hoşlanmasam da, Kutsal Kitap’taki Süleyman’ın Meselleri’ni okuyup okumadığını soruyorum doktora. Cevap gelmeyince ona Meseller, bölüm 23:29’daki sözleri söylüyorum. “Ah çeken kim? Vah çeken kim? Kimdir çekişip duran? Yakınan kim? Boş yere yaralanan kim? Gözleri kanlı olan kim?” Yine kalkmış bana “Bir şey anlamıyorum!” diyor.

Eskiden “Bir şey anlamıyorum,” dedin mi budala olduğundan şüphelenirlerdi, şimdi gösterişli bir durum sayılıyor bu. Şimdi kimse budalalığı kendine kondurmuyor ve “anlamayan sadece ben miyim?” sorusunu kendine sormuyor. Sadece başkasının akılsızlığından kuşkulanıyor. Zamanımızda sağduyulu olabilmek, empati yapmak, objektif düşünmek o kadar zor ki, kişiye pahalıya patlayabiliyor. Bir şeyleri birazcık anladığını, sezdiğini dile getirmek istersen hemen bir kenara alıyorlar seni ya da derdest edip içeri koyuveriyorlar. Oysa ki yufka yürekli bir insan değil, her şeyden önce eşit haklara sahip bir yurttaş olmanın bilinciyle yapmışsın sen bunları, kişisel ve içten bir fedakârlığın ötesinde bir yurttaşlık görevinin yerine getirilmesi olarak görmüşsün. Ama sonra bir bakmışsın çevrende kimse kalmamış. Çevrende konuşacak bir tek kimse bile kalmamış! ...

“Bence ilaç tedavisine devam edelim,” diyor doktor. “Bildiğim yeni bir ilaç var, bu sefer onu deneyeceğiz, olur mu?” Ondan şifa talep ederken nasıl bir manzara oluşturduğumuzu tahmin edebiliyorum. Ama bu manzarada bir ilginçlik olduğunu iddia etmenin zamanı değil şimdi. Kısaca “olur, deneyelim,” diyorum, Bir arada yaşama bilinci bunu gerektiriyor çünkü. Birini ötekine karşı sorumlu kılarken aynı zamanda dayanışma ve yardımlaşmayı (yeri geldiğinde fedakârlığı da) kabul edebiliyor insan. Kalabalık bir düzen içinde bile toplum öğretisi kişiyi her davranışıyla bağlayabiliyor. Hatalarımız, içten pazarlıklarımız, kin ve intikamcı duygularımız; kişiliksizliğe varan her türlü kötücül tavır ve davranışlarımız da dahil buna! Doktor, reçeteyi elime sıkıştırırken, “terapiye de ara verelim biraz,” diyor. “Bir müddet ilaçla devam edelim yola!”

Reçetenin altındaki imzaya bakıyorum ve bir an bizim doktor ile Erzurumlu Ali Rıza Amca’nın merhum oğlunun adaş olduğunu ayrımsıyorum. Daha eczaneye gidip ilacımı almadan bir halkalar kümesi oluşuyor gözümün önünde. Sonra elimi uzatarak, hayali de olsa o kümedeki halkalardan bir ‘ayrımsama zinciri’ oluşturmaya çabalıyorum. Önce Ali Rıza Arslan geliyor gözümün önüne. Oğlunun kemiklerini ilgili kurumdan aldıktan sonra kaldırımda önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakarken neler düşünmüş olabileceğini ayrımsıyorum. 26 yıl önce evindeki halini; kollarıyla yenidoğan oğlunu sarmalayan karısının loğusa yatağı karşısında dizlerinin üstüne nasıl çöktüğünü ve onlara nasıl baktığını ayrımsıyorum. Sonra Kürtlerin ağırlıklı yaşadığı bir coğrafyada; küçücük toprak evin tozlu bir odasında, çocuğun adı üzerine yaptıkları, kısa ve özlü Kürtçe konuşmayı ayrımsıyorum.

Ali Rıza Amca’nın 90’lar ortasında oğluna Kürtçe yerine en hassasından Türkçe bir ad koymasında, koyabilmesindeki güdülerin neler olabileceğini ayrımsıyorum. Bu adı koyduktan sonra hiçbir hesap kitap yapmadan, ince ince düşünmeden, ait olunan kültürü, çevreyi, geleneksel özellikleri hesaba katmadan davranmaktaki serbestliğin ne güzel olduğunu ayrımsıyorum. Sonra halkların demokrasisi dediğimiz şeyin tam da bu olduğunu, olabileceğini ayrımsıyorum. Özgürlük dediğimiz şeyi hayatın diğer alanlarında görememenin, meselâ bir astsubay okulunda okuma hayali kurduğumuzu ifade edememenin bizi nasıl baskıladığını, nasıl köşeye sıkıştırdığını ayrımsıyorum... Ayrımsamak iyi bir şeydir ve düşüncenin kardeşlerinden birisidir. Ayrımsamak, bir bilgi, bir öneri, bir tavsiye olmasının yanı sıra olup bitenin bilincine varmak; hiç yoktan akıl yürütmek demektir. Daha eczanenin önüne varmadan, o kutudaki ilaçları içmeye başlamadan iyi hissetmek demektir.

Bu yazıyı ve yazarını ‘talihsiz’ saymadan esas kararı geleceğe bırakmak ve belki de halkın biraz daha nefes alabileceği zamanları beklemek demektir, ayrımsamak.

Ender Özkahraman, çizer, senarist.

Öne Çıkanlar