Dünyada yaşanan değişim ve toplumsal algı
Ali Çatakçın
Dünyada egemenlik, siyaset ve sömürü sahaları, 20’nci yüzyılın egemen ve işbirlikçi sistemleri de değişiyor. Kısacası, 21. yüzyılın siyaseti, diplomasisi, egemenlik formları, sömürü yöntemleri değişiyor. Buna karşı doğal olarak mücadele ve mücadele araçları da değişim gösteriyor.
Bu değişimin Ortadoğu sahasına yansıması sancılı ve ağır insani krizlere yol açıyor. Değişimin Ortadoğu sahasında bu denli gaddar ve barbarca gelişiminin sebepleri var.
Toplumun geri bırakıldığı, sosyal adalet ve demokrasinin kelime anlamının dahi anlaşılmadığı arkaik toplumsal ilişkilerin hakimiyeti bunun bir yanını oluştururken, diğer en önemli yanı ise, egemen güçlerin bu sahada yarattığı sistemlerin yüzyıllık süreçte elde ettikleri güç. Bu güce dayanarak kendi rejimlerini sarsacak her değişime karşı çıkıyor, değişimi durdurmak için ellerindeki her imkânı kullanıyorlar.
Ortadoğu, Uzakdoğu ve diğer bağımlı ülkelerin sistemleri, dünyayı kontrol eden egemenlik sistemlerinin çelişkilerini de iyi kullanıyorlar.
Bu gücün direnci, değişim sürecine öncülük eden güçleri de zorluyor. Çünkü sahada değişimi demokratik sürece evirebilecek bir muhalefet ve toplum mevcut değildir.
Bölgede yaşanan kanlı savaşlar, katliam ve soykırım uygulamalarının uluslararası desteğe ‘sahip’ olmasında bu durumun önemli payı vardır. Fakat bu direnç merkezlerine rağmen, başlatılan değişim süreci neticede değişim talep edenlerin lehine sonuçlanacaktır.
Bunun böyle sonuçlanacağına ilişkin yorumda bulunmak ne siyaset biliciliğini ne de kahinliği gerektiriyor. Bunu anlamak için sürecin karşı cephesinde yer alan güçlerin (dünya çapında) ajandalarındaki program, plan, kafasındaki vizyon, perspektif ve ortaya çıkan yeni süreci tahlil ve bu süreç içinde topluma yer açmak için kullandıkları mücadele araç ve ekipmanlarına bakmak yeterlidir.
Dünya savaşları, buna karşı kurtuluş savaşları çağı sona erdi. 20. yüzyıl bu iki tarz savaşın yüzyılı olarak geçti. Bu yüzyılda yaşanan dünya savaşları da kurtuluş savaşları da insanlığa yıkımdan öte bir şey kazandırmadı. Dünya savaşları gelişen uygarlığı 50 yıl geriletirken, kurtuluş savaşıyla ortaya çıkan ulus devletler ırkçı, sosyalist devletler ise diktatörlük oldu.
21. yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız bu tarihi süreçte, dünya insanlığı tekrar birbirini tetikleyen iki tür savaşın zulmü ve barbarlığı altında büyük bedeller ödüyor. Finans Kapitalin dünya egemenlik savaşı, egemenler arası ekonomik savaş olarak cereyan ederken, dünyanın geri kalan kısmında 20. yüzyıldan kalma diktatörlerle halk arasında boğazlaşma savaşı olarak geçiyor.
Diktatörler toplumun haklı taleplerini iktidarını koruma uğruna savaşla bastırırken, demokrasi ve özgürlük için mücadele edenler de haklı talepleri için silaha sarılıyor. Sonuç itibarıyla haklı ve haksız savaş sadece birbirine zemin sunuyor.
19 ve 20. yüzyıldan kalan sosyal ve toplumsal sorunları, 21. yüzyılda, 19 ya da 20. yüzyılın mücadele yöntemiyle çözmek mümkün değil. Dünya savaşların görkemli karşıtları Sovyet ve Çin devrimleri de 19. ve 20. yüzyılın sosyal ve toplumsal sorunlarını çözemediler. Ama sonunda yaydıkları sabun köpüğü içinde kendileri çözüldüler.
Yaşadığımız Avrupa ülkelerinde bu değişim süreci göreceli sancısız ilerliyor. Tıpkı 1968 kuşağı hareketleri gibi. 1968 hareketi bizde kanlı, gelişmiş kapitalist ülkelerde dans, müzik ve panayır eğlenceleri şeklinde geçmişti.
Bu iki aykırı durumun ortak paydası, 68 kuşağı hareketi ne gelişmiş ülkelerde, ne de geri kalmış ülkelerde kalıcı kazanımlara yol açtı. Geriye dönüp değerlendirildiğinde, gelişmiş ülkelerde romantik, geri kalmış ülkelerde şiddet meyilli maceracı bir gençlik bıraktı.
Ben 41 yıldır Avrupa’dayım ve Almanya’da yaşıyorum. Darbenin ardından ülkeden ilk çıkanlar arasındayım. Benden önce gelenler işçi statüsüyle geldiler. İşçi olarak Avrupa ülkelerine ilk gelenler 60 yılını çoktan geride bıraktılar.
Bir insanın ömrü kadar olan bu zaman dilimi içinde Avrupa’ya işçi ya da siyasi sığınmacı olarak gelenlerin geriye bıraktığı bir şey yok. Yanlış anlaşılmasın, bu insanlar bu ülkenin kalkınmasına, gayri safi milli hasılasına çok değer katmışlardır.
Hatta aile ve akrabalarına maddi yardımda bulunmuşlardır. Geldikleri ülke devleti bu insanların hem ekonomik hem de maddi varlıkları üzerinde ekonomik, politik ve diplomatik kazanımlar elde etmiştir. Fakat bu insanlar ne kendilerini bu topluma katabilmişler, ne de içinde yaşadıkları toplumu kendi sorunlarından haberdar edebilmişler.
İşçi olarak gelenlerin yüzde doksan beşi hesabını, "bir ev parası biriktirip dönme,’’ siyasi sığınmacı olarak gelenler ise, Avrupa’dan Türkiye devrimini örgütleme planı üzerine kurmuşlardı (Ne de olsa Lenin de Rus Devrimini Avrupa’dan(!) örgütlemişti).
Bu yanlış mantığın sonucu olarak yapılan her şey ülkedeki devrime hizmet etme hesabıyla yapıldı. Bu anlayış işçi ya da siyasi sığınmacı, her ne vesileyle gelmişse, gelenle yaşadığı ülkenin halkı arasına set oluşturmaktan öte bir işe yaramadı.
Türkiye, Kürdistan, Ortadoğu… Kısacası Asya ve Afrika ülkelerinden gelen insanlar ne gittikleri ülkenin toplumuyla birleşebildi, ne de kendi halkına bu ülkelerde kendisini ifade edebilecek bir saha açabildiler.
21.yüzyıIın politikası, bu politikanın politik araçları, toplumsal ilişkiler, sınır, milliyet, inanç üstü vizyonucu politikalara sahip olunmazsa, sistem içinde marjinal yapay sistem olmaktan öte bir sonuç alınamaz.
Toplumsallaşmada sadece kendi insanlarımızı bir araya getirmek anlaşılmamalı. Bizim toplumsallaşmada iki önemli sahamız var. Bir ve ilk derecede önemlisi yaşadığımız ülkenin toplumu, sivil toplum kurumları, yönetim, denetim yasal mekanizmalarıyla birleşmek. İki, mensup olduğumuz tolumun diasporada yaşayan insanlarıyla birleşmek. Birinci kategoride ne kadar toplumsallaşırsak, ikinci kategorideki sorunların çözümünü o kadar kolaylaştırır.