Mücadelemiz toplumların rüyası veya ütopyası değil gerçekliğin kendisidir

Mücadelemiz toplumların rüyası veya ütopyası değil gerçekliğin kendisidir
Toplumu nasıl savunacağız, kutuplaşma ve çatışma politikalarına karşı ne yapacağız, doğa alarmlarına karşı birlikte hareket edeceğimiz modeli hangi zemin üzerine inşa edeceğiz?

Tayip TEMEL - HDP Eş Başkan Yardımcısı 


Krizler büyüklüklerine göre kendinden öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılsalar, anın kendisini bir kırılma olarak kabul etmek mümkündür. Siyasal, ekonomik, tıbbi veya doğa anlamında yaşanan kırılma anları krizler veya felaketler ile gelirken, sonuçları itibarıyla toplumların geleceğini etkiliyor ve şekillendiriyor. Kırılmanın kendisi darbeler, karşı darbeler, ekonomik krizler, yabancı düşmanlığı, salgınlar veya doğa felaketleri aracılığıyla gelebilir. Bu krizler, kırılmalar ya da felaketler oldukça güçlü ‘kitlesel ütopyalar’ yaratma potansiyeline de sahiptir. Kırılma anları rutinin ve genelin gidişatını değiştirme sonuçları yarattığından hem sağa hem de sola anı değerlendirme fırsatları da vermektedir. Sağ açısından devletin olanaklarını ve araçlarını kullanarak an ile gelen kırılmayı kendi lehine çevirme imkânı tanırken, sol için ise rutini dönüştürüp yeni bir rutin yaratma ve kurucu olma şansı sunmaktadır.

Tarihsel bir eşik olarak kabul edilen kırılma anlarından çıkış yolu arayan toplumlar, geçmişin kötü izlerinden kurtulmanın umudunu içlerinde taşırlar. Öte yandan bu anları toplumlarla birlikte aynı zamanda devletler veya uluslararası sistemlerin kendisi de bir fırsat aralığı olarak düşünür ve harekete geçer. Herkesin ya infaz memuru ya da kurban olmaya zorlandığı siyasal sistemlerin gittikçe daha yoğun tartışıldığı günümüzde yönetim modellerinin, rejimlerin zaten bir tür kırılma eşiğinde olduğunu görmek ve bu görünen üzerinden hareket etmek gerekiyor.

Dünyadaki aşırı sağcı siyasetin kazandığı ivmeden bakınca, faşizme giden yolun demokrasiden geçmesi paradoksu modern dönemin ve solun en önemli politik çıkmazları gibi duruyor. Tüm kavramların tersyüz edildiği, hakikatlerin bulanıklaştırıldığı, toplumsallığın değersiz bir şüpheciliğe indirgendiği bu zaman diliminde Sol tartışması oldukça kıymetlidir. 

Sorular ve cevaplarla boğuşmamalı, ayrışmamalıyız

Halk mı çokluk mu; siyasetin kurucu öznesi olarak halk mı, ezilenlerin birlikteliği üzerinden çokluğu temsil eden ve nihayetinde egemen olacak halk mı; bir dizi temel ilkeyi kurucu bir formda inşa edecek anayasal süreç ile reform gerçekleştirecek çoğunluk mu; temsilci, katılımcı veya mutlak demokrasi mi; halkı tüm bileşenleri ile çoğunluk olarak gören ve nihai hedef olarak hegemonyayı tesis edecek bir olgu mu; özgürleşmesi gereken kimlikler mi; doğanın parçası olarak mı, doğayı dışarıdan koruyacak bir varlık mı; merkezi yetkilerle dönüşümü sağlayan mı, yerelleşerek yetkiyi devreden mi; kapitalizm karşıtı mücadelenin kolektif öznesi mi, komünal bir ekonomik programın inşacısı mı; toplumsal cinsiyet eşitliğinin sınırsızlığı mı, terf mi, kadın özgürlüğü mü; kamusal alanı genişleten ancak bürokrasi problemini çözemeyen mi; kent mi kır mı; ulusların kaderini tayin hakkı mı, anayasal uzlaşmayı sağlayacak formülleri bulma çabası mı; siyaset özgürlük için mi yönetim modeli için mi; emeğin birliği mi, emeğin iktidarı mı; halk mı, toplum mu; burjuvaziden arındırılmış toplum mu, tüm katmanları ile birlikte toplum mu; sınıflı mı yoksa sınıfsız eşit bir toplum mu; derelerin, dağların, ağaçların bütün olarak savunulması mı, enerjinin kaçınılmaz gerekliliği mi; yenilenebilir mi, alternatif mi…

Buradaki kelimeleri yer değiştirerek veya yenilerini ekleyerek soruları sayfalar boyunca sürdürmek mümkün. Her bir soruya verilecek cevabı ise ansiklopedilere sığdıramayacak kadar uzatmak da mümkün. Ancak eğer tüm dünyada ve yaşadığımız coğrafyada doğanın alarm verdiğini, eşitsizliğin her alanda derinleştiğini, kapitalist sermaye birikiminin sınırlarına geldiğini düşünüyorsak soruların peşinden gitmek kadar harekete geçmek de önemli. Daha da önemlisi şimdiye kadar yaptığımız gibi sorular ve cevaplar nedeniyle ayrışmanın değil ortaklaşmanın ve uzlaşmanın bir yolunu bulmak gerekir. Bizim açımızdan bu seçenek bir tercih değil, zorunluluk halini almıştır.

Yolun kendisinin de teoriyi şekillendirmesine izin vermeliyiz

Rejimin/rejimlerin karakterinin geldiği noktanın yakıcılığının farkında olarak tüm detaylarını açığa çıkaramayan, ortaklaşamayan durumlarda mücadele için eylem halinde olmanın zamanı gelmiştir. Teori-pratik diyalektiğin öneminin farkında olarak ama zaman kaybetmeyerek hareket halinde olmalıyız. Bu hareketi bir hareket olarak örgütlemeliyiz. Yola çıkıp hareket halinde olarak ve örgütlenmeye devam ederek pekâlâ sitemi tıkayacak stratejiler geliştirmek ve inşa gücümüzü ileri taşımak mümkündür. Kısacası yolun kendisinin de teoriyi şekillendirmesine izin vermemiz gerekir. Nasıl yapmalı sorusunu ne yapmalı ve nereden başlamalı/devam etmeli diyerek sistemi yenecek, hakikatimizi inşa edecek bir savaşı veriyoruz ve vermek zorundayız. 

Teori ve pratiği bir iktidar olma ve ayrışma yöntemi haline gelmesini sağlamadan, esas sorun olan toplumsal kimliğe yönelik tehditleri savurmak ve istismar haline getirilen insan haklarını inşa etmek için en doğru uyumunu yakalayabiliriz. Söz ve eylem gücümüzün dengesini yakalamamak zarar verip açmazlar yaratırken terazinin dengelenmesi fırsatları kaçınılmaz kılar. Kapitalizmin kendisini var etmek için kullandığı liberalizm ve neoliberalizmin yarattığı görüş enflasyonundan çıkmanın yolu söz ve eylemin terazisini sağlayabilmekten geçiyor. Bunun için birlikte olmak, saldırılara karşı örgütlenmek ve tarihsel deneyimlerimizi birbirimize karşı üstünlük kozu gibi değil zenginliğimiz olarak ele almamız mümkündür. Anı devrime veya dönüşüme götürecek olan geçmişimizin eskimeyen ama yenilenen mirasını birleştirmektir. Aksi halde içinde bulunduğumuz yeni kırılma anından biz solcular değil, sistemi restore etmek isteyen sağcılar başarı ile çıkacaktır. 

Devrimci önderlerimiz bugün yaşasaydı

Tüm şartların toplumsallığı büyütmek için en elverişli olduğu dönemde, en büyük sıkıntıları yaşıyor olmak, örgütlü olamamak solun en büyük handikapıdır. Bunun için birçok dışsal neden sıralanabilir ama bizim için asıl önemli olan kendimizden kaynaklanan sorunları çözmektir. Sol, her şeyden önce örgütlenmiş bir bilinçtir. Böyle kabul ediyoruz, ama bu kabulün ret ölçüleri silikleşmiş durumda. HDP, Syriza, Podemos, Los Indignados, Nuit Debout ve Occupy Wall gibi pek çok örgütlülük deneyimi var önümüzde fakat her parçada yaşanan içkin bakışlar, solun da dağınık mücadele hattını bize gösteriyor.

Sol, bundan yarım asır önce hangi tarihsel devamlılık içinde yer alacağını net olarak ortaya koyabiliyorken, bugün aynı netliği ifade etmiyor. Kendimizi bir yenilgi torbası olarak mı görüyoruz yoksa var olanı kullanacak gerekli cesareti mi göstermiyoruz? Fikirlerimiz dünyanın her tarafına ulaşıp kitleleri etkileme canlılığını ve potansiyelini koruyorken neden doğru yerde, doğru zamanda ve birlikte olamıyoruz? Hikmet Kıvılcımlı, Behice Boran, Mahir Çayan, Mazlum Doğan, Sakine Cansız, İbrahim Kaypakkaya, Deniz Gezmiş ile Türkiye ve Kürdistan’da özgürlük, eşitlik için yaşamını adayan on binlerce devrimci, sosyalist ve yurtsever bugün yaşasaydı bize bıraktıkları mirası kullanma(ma)mıza ne derdi?

Dünyayı kavuran popülist dalga bir tükeniş imgesi olarak yakamızda ve biz parçalı olmaya devam ediyoruz. Bunun anlam kaymasından mirasımızı kullanamamaktan, fikrimizin gücüne inanmamaktan başka bir anlamı olamaz. 

Dünyada sağ siyasetin bariz şekilde yükselişini izliyoruz. Sağın yükselişinin yıkımını doğa felaketlerinde, kadın düşmanlığında, savaşlarda, emek sömürüsünde, ırkçılıkta, ayrımcılıkta, evini yurdunu terk ederek yabancı düşmanlığına maruz kalan mültecilerde, bürokratik çürümenin zirve yapmasında görüyoruz. Tüm bu tespitler bizlere devletlerin ve özelde hepsini içinde taşıyan Türkiye rejiminin bir tıkanma içinde olduğunu gösteriyor. Tıkanmanın nereye evirileceğine biz solculardan başkası karar veremez. İnsana, topluma, doğaya dair tezlerimizi birbiri ile çatıştırmaya devam ederek statükocu anlayışların Türkiye’de kendisini restore etmesini mi izleyeceğiz yoksa farklılıklarımıza rağmen birlikte hareket ederek tezlerimizi ortak bir yaşamın temelimi yapacağız? Bugün içinde olduğumuz bu tartışma anından halen denge kuramadığımız açık. 

Kürt sorunu ile yüzleşmek

Türkiye’deki sol, Kürt sorunu ile halen gerçek manada yüzleşebilmiş değil. Bu ülkedeki solun en büyük çıkmazı budur. Durumu sadece ezilen ulus sorunu ile açıklamak kaçıştır. Bir sömürge sorunu olarak görmek, adını net koymak ve buna denk mücadele vermek gerekiyor. Türkiye’deki yaşamın her alanında Türklüğü korumak için ismi konulmamış bir Türklük Sözleşmesi devrededir. Yargısından medyasına, güvenlik bürokrasisinden sermayesine, eğitiminden sağlığa her alanda konuşulmaması, araştırılmaması, yazılmaması gereken konular var olmuştur ve daha güçlü bir şekilde var olmaya devam ettiriliyor. Birçok tartışmada sömürge ile Kürt kelimesi bile yan yana getirilmekten çekiniliyorken, içinde bulunduğumuz durumla nasıl yüzleşeceğiz, ne yapacağız, nereden başlayacağız? 

Birimizin özel savaş konsepti dediğine diğerimiz komplo teorisi diyor. Tarih bize birbirimize güvenmemiz gerektiğini, deneyimleri ileri veya geri olarak tanımlamanın dışında olduğunu yeterince gösterdi. 

Hep birlikte sistemin bize dayattığı zihinsel ve fiziksel zincirleri kırdığı, duvarları yıktığı bir dünya inşa etmemiz mümkün. Şiddeti rejimin inşasının temel taşı yapmak isteyenlere karşı tarihin kırılma anını ıskalamadan önyargılarımızı geride bırakarak birlikte olmasının tılsımını yaratabiliriz. Bu güç solun tarihsel mirasını taşıyan tüm yapılarda var. 

Yukarıda saydıklarımız dışında solun fikir ayrılığı, sorun alanları üzerine daha birçok başat husus sayabiliriz. Fakat sanırım hepimizin hem fikir olduğu nokta bu topraklardaki asli sorunları kendi bakış açımızla çözmek için birlikte hareket etmek, dayanışmayı sağlamaktır, aksi ise herkesin kendi ‘biricik’ teorilerini kendi mecrasından sayarak büyük kaybetmektir.

HDP bir fikriyat ve eylem birliğidir 

Sistem karşıtı hareketler olarak eşit, eşdeğer, adil bir yaşamı savunan Sol’un durumu yeniden değerlendirmesine, gözden geçirmesine ve hareket etmesine ihtiyaç var. Renkliliği ve dinamizmi gören ve kendisini ona göre tanzim edecek bir Sol’a ihtiyaç var…

Toplumu nasıl savunacağız, kutuplaşma ve çatışma politikalarına karşı ne yapacağız, salgın, musilaj, yangınlar, sel gibi doğa alarmlarına karşı birlikte hareket edeceğimiz modeli hangi zemin üzerine inşa edeceğiz? Cinsiyet tartışmalarını tekillik, ikilik gibi daraltış zeminlerden çıkarıp değer üzerinden var olacağı bir örgütlülüğü nasıl koordine edeceğiz, kuracağız? Gündemin arkasından gitmeden nasıl gündem yaratacağız? 

Biz bu soruların cevabını HDP içinde belli bir sistematikle ve program ile bir yere kadar çözdüğümüzü düşünüyoruz. HDP dünyasında tartışma, eleştiri ve özeleştirilerde açığa çıkan farklılıklar siyasi müzakere dışında bir yolla giderilmez. 

Şu anda esir tutulan ancak HDP’nin mayasının tutmasında çok emeği olan değerli arkadaşım, yoldaşım Günay Kubilay bir sohbetimizde HDP kurulurken tıkandığımız çok nokta oldu demişti: "Farklı geleneklerden gelen, aynı kökten beslenen ama farklı önderleri sahiplenen Türkiye’nin ve Kürdistan’ın devrimci hareketleri her seferinde tartışmaları yüz yıl öncesine götürdük ve bir çıkmaza girdik. Bu çıkmazı aşabilmek için geçmişi ortak değer olarak tanımlayıp bugünün koşullarında birlikteliğin zorunluluğu bizim uzlaşma kültürümüzü güçlendirdi ve bugüne getirdi." 

Olgunlaşmış bir fikriyatın eylem birliği olarak HDP’de elbette her şeyi çözmedik. Sol’un tüm çıkmazlarını geride bıraktığını iddia etmek şüphesiz çok zor. Yetmezliklerimiz var ama yetmezliklerimiz geride bırakmamız gerektiği üzerine mutabıkız. Bu mutabakatın kendisini efsunumuz olarak da görüyoruz. Mevcut haliyle Sol ve sistem dışına itilen tüm kesimler adına HDP’nin önemin ve geldiği noktanın da farkındayız. HDP’nin dayandığı tarihsel miras, hatalarıyla ve doğrularıyla bugüne kadar gelmiş Sol adına mütevazi ancak çok anlamlıdır. HDP olarak bu anlama anlam katma, geliştirme ve ileriye taşıma sorumluluğu ile karşı karşıyayız. 

Milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik, doğa sömürüsü ve sermaye rejimi üzerinden kendisini sürdürmeye çalışan yönetim modellerine karşı anın kendisini kalıcı devrimler de yapmamız, devletin dönüşümünü sağlayarak yetkilerin yerele devredilmesini sağlamak da mümkün. Yeter ki en küçük tıkanma anında kendi yolumuza gitmeden birlikte olmanın, örgütlülüğü büyütmenin yollarını bulalım, uzlaşalım, mutabakatı sürdürelim.

Ekim 1917 devrimi hiçbir devlete yenilmedi ama uzun süren yapısal sistem sorunları ile kendi içerisinde gelişen kapitalizme yenildi. Devrimler ancak anti-merkeziyetçi, anti-iktidarcı olduklarında demokrasiye, eşit ve özgür bir toplum olarak yaşar. Özünde sermaye ve diğer sömürü tekellerinin yoğunlaşmış ifadeleri olan iktidar ve devlet yapılanmalarına karşı ısrarlı bir örgütlenme modeli ve stratejik akıl ile demokratik bir çözüm yolu bulabiliriz.

Eşine ender rastlanan mevcut farklılığımızı ve çelişkilerimizi eşine ender rastlanan ve dünyaya model olabilecek mücadeleye evirmek toplumların rüyası veya ütopyası değil, bugünün gerçeği ve gerekliliğidir. Tüm farklılıklarına rağmen ortak ilkeler etrafında birlikte hareket etmenin koşullarını radikal demokratik bir model ile sağlayabileceğimiz gibi yerel, bölgesel ve bireysel olanın kimliğini, özgürce ifadesini gerçekleştirmesini var edebiliriz. 

Öne Çıkanlar