'Muhammed'den 'Memet'e

'Muhammed'den 'Memet'e
Dilin kuralları elbette önemli. Ama da kim belirliyor bu kuralları? Elbette dilciler değil. Dilin sürece dayalı ortalama işleyişi, o dili konuşanların geneli, çoğunluğudur karar verici.

Nizamettin UĞUR


Melih Cevdet bir yerde şöyle demiş: "Kimse yabancı kökenli bir sözcüğü doğru söylemek zorunda değil."

Uğraş alanlarının pek çoğunda tutuculuk ağır basar. Sözgelimi dil. Çoğu tutucudur dilcilerin. Kuralların peşindedirler. Ezbercidirler. Kılavuzları, dilin sonsuz açılımı ve hareketliği değil de ölçünlü (standart) bölümüdür. Dilbilimin değil dilbilgisinin derdine düşerler.

Bu iki kavramın tanımına bakalım bir.

Dilbilgisi: Bir dilin ses, biçim ve cümle yapısını inceleyip kurallarını tespit eden bilim, gramer.

Dilbilim: Dillerin yapısını, gelişmesini, dünyada yayılmasını ve aralarındaki ilişkileri ses, biçim, anlam ve cümle bilgisi bakımından genel veya karşılaştırmalı olarak inceleyen bilim, lisaniyat, lengüistik, filoloji.

Dilbilgisi, kuralların saplayımı, bir bakıma kurallar toplamı; dilbilim, dili-dilleri inceleme eylemi. Biri kurallara uygunluğu ister, dolayısıyla durağanlık yanlısıdır bir bakıma; öbürünün umurunda değildir kuralların durağan yanları, derdi onları değişkenliği içinde incelemektir.

Dilin kuralları elbette önemli.

Ama da kim belirliyor bu kuralları?

Elbette dilciler değil. Dilin sürece dayalı ortalama işleyişi, o dili konuşanların geneli, çoğunluğudur karar verici. Dilci, daha çok, ölçünlü dili, ölçünlü dil açısından kuralları, eğitim dilini konuşur. Yazım kurallarıyla ilgilenir daha çok. Dili denetler bu yönlerden.

Kurallar bakımından, dilci olmamasına karşın dilci kadar sert, doğru yanlış bilgisini keskin bir kılıç gibi kullanan, hatta dilciden daha kullanan kimseler vardır bir de.

Dili, binlerce yıldır kullanageldiği ağız ve kulak yoluyla biçimlendiren de dönüştüren de halktır. Anlaması ve anlatması, binlerce yıllık ağız-kulak kanalından gerçekleşir onun. Anlamadığını bunlara uydurur kendiliğinden. "Anatolia" (Ανατολή: Doğu, gündoğumu) sözcüğünü kendi algı, biliş bağlamında "Anadolu" yapar. Bir de efsane uydurur bu sözcük üzerine: Analarla dolu yer.

Türkçe halk etimolojisi işlemiştir bu sözcükte.

Halk etimolojisinde, popüler etimoloji de denmeye başlanmıştır sonraları, yabancı kökenli (alıntı) sözcükler, ses ve gerekirse anlam bakımından yerli dile göre değişir, yani yerlileşir: Themelios > temel (salt ses), kaldromos > kaldırım (hem ses hem anlam), hortensia> ortanca (hem ses hem anlam)…

Anadolu’daki Müslüman Türkler "İstanbul" adını bile bir ara "İslambol" yapmaya kalkmış da merkez bu söyleyişi benimsemediği için değişim gerçekleşmemiş.

Frige’den, özellikle Saussure’den beri, dil içi görece nedenlilik denen işleyiştir bunun nedeni. Değişmece anlamlar (demir yumruk), nesnel yan anlamlar (masanın ayağı), türetmeler (gözlük), birleşikler (dedikodu) dilin bu işleyişine göre gerçekleşir. Rastgele olmaz dilin değişim ve gelişimi.

İşlevinin sözlük dışına taşmış olduğunu söyleyebileceğimiz özel adlarda bile geçerlidir bu kural. Artık bir kız çocuğuna  "Mert", erkek çocuğuna ise "Çiğdem" adını veremezsiniz. Kadın adı olarak "Mehmet", erkek adı olarak "Ayşe" adına asla rastlayamayız.

Melih Cevdet Anday’ın sözündeki "kimse", dili konuşucuların çoğunluğu yani, işte bu işleyişe uyanlardır aslında. Diğer dillerin kuralları akıllarına bile gelmez, gündelik yaşam akışında kullanılan gündelik dile uyarlar sadece. Eğitim bile değiştiremez bu genel uyumu.

Eğitim, dolayısıyla eğitimli kesim dili bir ölçüde etkiler dönemsel olarak. O günün koşullarındaki küresel dil (uygarlık dili de diyebiliriz)  etkiler yerel ya da ana dilleri. Sözgelimi İslamlığın kabulü, Tanzimat sonrası ve XX. yüzyılın ortalarından günümüze üç önemli dönemeç yaşamıştır Türkçe. Arapça-Farsça, Fransızca, İngilizce etkisi bu süreçlerin kanıtıdır.

Bu süreçlerin her birinde, Melih Cevdet Anday’ın "kimse"leri olan halk, etimolojisini işletmiş olabildiğince. Yerine göre salt ses, yerine göre hem ses hem anlam bakımından.

Başlarda "Muhammed" diyememişiz; bazı yerlerde "Mehmet", hatta "Memet", bazı yerlerde de "Mahmut" demişiz…* Farsçadaki eğretilemeli "kerp-uz" (eşekkafa) olmuş "karpuz, "şer-ab" olmuş "şarap"…

"Soto-limani" (iç liman)  "sütliman",  "café u latte" (kahve ve süt) "cafélatte" süreciyle "kahvaltı"…

"Kahvaltı" sözcüğünün anlamının, pek çok yerde, "kahveden önce yenen hafif yemek" biçiminde açıklandığını hatırlayalım. Nasıl bir mantık ama!

Melih Cevdet Anday, dilci olmadığı, edebiyatçı olduğu için dille ilgili gerçekliği kolayca yakalamış. Çünkü dilin en doğal ve derin yanını malzeme yapıyor; sahicilik için, etkili anlatımı sağlamak için. Çünkü malzemesi dilin soyut, kurallı yanı değil, yaşamla ilgili yanı.

Anadili böyle işler işte…

 

* Bu adla ilgili, MHMT (seçilmiş, seçilen) sözcünün, M.Ö. 14-13. yüzyıla uzanan Ugaritçeden bölgeye yayıldığına, sözcüğün Süryanicede Mehmad, Mahmet ve Orta İran lehçelerinde (Orta Farsça) ise Mehmet, Mahmat söyleyişleri olduğuna ilişkin bilgiler de var. Bu durumda, İran üzerinden Müslümanlıkla tanıştığımız ve Anadolu’ya geldiğimiz için bu söyleyişi o süreçte de almış olabiliriz, düşüncesi akla gelebilir. Ama ben bu bilgiden emin olamadığım ve bu adın, Türkçeye, yerel dillerden değil İslam dini ve kültürü yoluyla doğrudan Arapçadan geçtiğini düşündüğüm için Türkçe ses mantığına göre açıklamayı önceledim. Kaldı ki Arapça, Acemce,  ve Türkçenin her birinde yerlileştirme (halk etimolojisi) işlemiş de olabilir.

Öne Çıkanlar