Savaşa karşı barış, iktidara karşı halk

Savaşa karşı barış, iktidara karşı halk
Savaş karşıtlığı çağımızın favori siyasi tutumlarından biri sayılmaz.

A. Celil KAYA


Savaş hayatın gerçeği, barış ise romantik bir hayal olarak görülür. İnsanın insanla sonu gelmez bir çatışma içinde olduğuna dair felsefi yaklaşımlar da var fakat onlarla da bağlantılı olmakla birlikte günümüzde savaş karşıtlığını gerçekçi bulmayan tavrın temel nedeni, iktidarların gerçeğin ne olduğuyla ilgili devasa araçlarla yaptıkları propaganda.

Hem eski hem de güncel savaşları güç sahiplerinin perspektifinden görmek ve değerlendirmek yaygın bir yaklaşımdır. Çünkü ders kitapları başta olmak üzere eğitim sistemlerinde, akademik çalışmalarda, medya mecralarında ve devletlerin hiç durmayan ideoloji sağanağında bu bakış açısı dayatılır. Savaşın kitleler üzerinde yarattığı yıkım tamamen görmezden gelinmez ancak yıkımın ne kadar görüleceği, yıkımı yaratan ve maruz kalan taraflara olan mesafenin ölçüsüyle belirlenir. "Taraf" ifadesini özellikle kullanıyorum. Herhangi bir toplumsal karşıtlık durumunda bir tarafa yakın olmanın sakıncası yok, hatta tersi mümkün de olmayabilir fakat önemli olan o tarafların yapısı. 

Geçen hafta başlayan Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili farklı mecralarda yapılan yorumların hemen hepsi konuyu büyük güçler üzerinden ele alma eğiliminde; Rusya, Ukrayna, ABD gibi devletler ya da NATO ve AB gibi uluslararası (ve/veya ulusüstü) örgütler. Bir savaş filminden fırlamışçasına, herkes bir masanın başında haritaya bakarak değerlendirme yapıyor. Bu haritalar yalnızca sınırlarla ya da yeryüzü şekilleriyle ilgili değil; ona bakanın inancına, siyasi konumuna ve dünyaya bakışına göre şekillenmiş haritalar.

Uluslararası ilişkilerin gayri-insanileşmiş bir terminolojisi vardır. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen olaylar "kart oyunu, satranç tahtası, sahadaki gelişmeler" gibi sözlerle ifade edilir. Konuya eleştirel bakan kişiler dahil, büyük yıkım yaşanan yerlerin "saha" olarak tanımlandığına çok tanık oluruz. Bu mekanik dil, savaşın yaşam üzerindeki yıkımını perdelerken güç sahiplerinin meşruiyet alanını genişletir.

Modern uluslararası sistem bir çeşit hukuki meşruiyet iddiası üzerine kurulmuştur. Sistemin temel bileşenleri olan devletler ve uluslararası örgütler, her hareketlerinde meşru bir dayanak arar ve öne sürerler. Rusya, Ukrayna’ya yönelik müdahalesinin, resmi olarak tanıdığı Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri’nin çağrısı üzerine gerçekleştiğini söylüyor. NATO ise herhangi bir devlet gibi Ukrayna’nın da kendisine üye olabileceğini ve güvenlik alanının içine girebileceğini öne sürüyor. Uluslararası sistemin esnek meşruiyet yapısı içinde iki iddia da kendi içinde tutarlı gibi görünüyor. Fakat bunlar, her tekil olayı izole ederek girişilen meşruiyet iddiaları. Örneğin, Donetsk ve Luhansk’taki bağımsızlık referandumlarını meşru gören Rusya, kendi büyük coğrafyasındaki halklardan birinin böyle bir girişimini meşru görür mü? Görmeyeceğini biliyoruz; 1990’larda yaşanan Çeçenistan çatışması bunun en net örneği. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Boris Yeltsin yönetimindeki Rusya bölgeye ağır silahlarla müdahale etmiş ve bugün 1. Çeçen Savaşı olarak bilinen savaş başlamıştı. Savaşta iki taraftan on binlerce asker ve sivil hayatını kaybetti, 500 binden fazla insan evini terk etti. Peki, genişlemesinin sınırlarının ülkelerin gönüllülüğüne göre belirlediğini iddia eden NATO ülkeleri, kendi çevrelerine yönelik alternatif bir güvenlik genişlemesini kabul eder miydi? Yine tek örnek; Böyle bir durum 1962’de yaşandığında ABD neredeyse nükleer savaş çıkarıyordu. Küba Füze Bunalımı olarak bilinen ve Soğuk Savaş’ın zirve noktalarından biri olan olayda, NATO’nun Türkiye’ye füze yerleştirmesi üzerine SSCB de mukabele olarak Küba’ya füze yerleştirme kararı almıştı. Füzeleri taşıyan Sovyet gemilerinin Küba’ya yaklaşması üzerine ABD Küba’yı denizden abluka altına alarak yaklaşan gemileri batırmakla tehdit etti. Birkaç gün içinde çözülmüş olsa da bu kriz, ABD’nin kendi güvenliği söz konusu olduğunda nükleer savaşı bile göze alabileceğini göstermesi açısından önemlidir ve Soğuk Savaş’ın dehşet verici anlarından biridir.

Güç sahiplerinin kendi aralarındaki mücadelede herhangi bir etik ilke gözetmemesi normal, fakat bu güç korporasyonlarının parçası olmayan kişiler, bizler, bu mücadeleleri değerlendirirken bir "satranç oyunu"nu yorumlar gibi değil, halklar üzerinde yarattığı travma, yıkım, katliamlar ile ortak gelecek açısından bakmalıyız.

Rusya-NATO itişmesinin bir parçası gibi yorumlanan Ukrayna krizinde 2014’ten bu yana 15.000 insan hayatını kaybetti. Bunlara, Mayıs 2014’te Odessa şehrinde bir sendika binasına sığınmışken binanın ırkçı bir grup tarafından ateşe verilmesi sonucu hayatını kaybeden 38 kişi ve Temmuz 2014’te Hollanda’dan Malezya’ya sıradan bir uçak yolculuğu yaparken uçakları Rusya destekli gruplar tarafından vurularak ölen 298 kişi dahil. 

Rusya’nın müdahalesinden sonra Ukrayna’da durumun daha da kötüleşeceğini biliyoruz. Yoğun bombardıman altında kalan Ukraynalıların, durum değişmezse, bir süre sonra evlerini terk etmek zorunda kalacaklarını, daha güvenli olduğunu düşündükleri Batı Avrupa ülkelerine doğru gideceklerini, sayı çok artarsa bu ülkelerin sınırlarını kapatacağını, Ukraynalı göçmenler gelmesin diye "tampon" ülkelere rüşvet vereceklerini, gitmeyi başarabilen göçmenlerin uzun yıllar yoksulluğa ve ayrımcılığa maruz kalacaklarını da biliyoruz. Güç sahipleri kavgaya tutuşmuşken yaşanan büyük yıkım, kavga bittikten sonra da devam eder.

Emperyalist saldırganlığın son yıllarda darmadağın ettiği yerlerden biri Suriye. Türkiye dahil pek çok devletin saldırı ve işgaline maruz kalan Suriye’de Birleşmiş Milletler’in verilerine göre en az 350.000 insan hayatını kaybetti. Milyonlarca insan göç etmek zorunda kaldı, korkunç koşullarda göç yolculukları geçirdiler ve gittikleri hemen her yerde yoğun ırkçılığa ve fiziki saldırılara maruz kalıyorlar. Evlerinde sıradan hayatlar geçirmekte olan Suriyeliler, saldırgan güçlerin faaliyetleri nedeniyle derin bir yoksulluk, evsizlik, yaşam riski ve düşmanlıkla karşı karşıya kaldılar. Irak’ta, Libya’da, Afganistan’da, Rojava’da ve daha birçok yerde benzer durumlar yaşandı ve milyonlarca insan yerinden yurdundan edilerek sonu belirsiz bir göçe zorlandı.

Halklar, bulundukları ulus-devletin egemenlerinin uzantısı değildir. Bir devletin egemenlerinin ve dayandıkları sınıfsal tabanın çıkarlarıyla halkın çıkarları farklıdır. Yalnızca içinde egemen güçlerin mücadele ettiği uzama bakıldığında iki taraftan hangisinin haklı olduğuna yönelik tartışmalar yapılır ve iki temel pozisyondan biri seçilebilir. Oysa bir başka uzam da vardır; orada gündelik hayatları, çıkarları, gelecek kaygıları benzer olan halklar vardır. Sadece iktidar uzamına odaklandığınızda orada tarafsız kalmak apolitik ve konformist bir tavır olarak görülebilir. Oysa esas politik tavır büyük güçler arasında seçim yapmamaktır çünkü birbirleriyle savaşsalar da aynı uzamdadırlar. Bu güçlerin ne kompozisyonları ne de politikaları halkların iradesini yansıtır.

Büyük güçler uzamının gayriinsani ve kendi iddiasıyla "gerçekçi" terminolojisinin içinde savaş karşıtlığı gerçekçi olmayan, romantik bir tavır olarak damgalanabilir. Bu damgalanma ve baskı nedeniyle savaş karşıtlığı bazen sinik ve melankolik bir tavır gibi de görünebilir. Oysa savaş karşıtlığı güçlü bir ahlaki, entelektüel ve siyasi pozisyondur. Sadece söyleyip ruhunu kurtarmak için değil, insanlığın ortak geleceğini inşa etmek için savaşa karşı barışı, iktidarlara karşı halkları savunmalıyız.

Öne Çıkanlar