“Üzeri çiziktirilmiş vatandaşlarız biz”
Oktay, Bahtiyar ve Ömer aynı mahallede büyümüşler. Oktay ve Bahtiyar kardeşler ve Kürtler. Ömer ise Nevşehirli bir Türk. İzmir’de Kürt Mahallesi olarak bilinen bir yerde büyüyen bu isimlerin kader ortaklığı, Kos Cezaevi’nde de sürüyor. İçinde bulundukları tekneyi Yunan Sahil Güvenlik kıskıvrak yakalamış ve postalları, copları bu üçlünün zayıf bedenlerinde derin izler bırakmış.
Küçük kardeş Bahtiyar’ın ve Ömer’in her yerinde jilet izleri var. Gecekondu çocuklarının cesareti önce kendi bedenlerinde, kendi elleriyle açtıkları yaralarla göstermeleri ve mahallenin diğer çocuklarına karşı bir üstünlük sağladığını düşünmeleri, benim için bilinmedik bir durum değil.
Bahtiyar, “Abe, bizi önce sahil güvenlik aldı. Aralarında bizi hızla paylaştılar ve dövmeye başladılar. Ne kadar dövdüklerini hatırlamıyorum. Daha sonra sahil güvenliğe ait karakola götürdüler. Üçümüzün ellerini arkadan kelepçeleyip, karanlık bir odaya attılar. Sonra içeriye kar maskeli polisler girdi. Hepsi iri yarıydı ve “Türko, Türko” diye bağırıyorlardı. Bana sert bir tokat attı birisi ve beni bırakıp abim Oktay ile Ömer’e giriştiler. Onlar dayak yerken ben yere kapaklanıp, gözlerimi kapadım,” diyerek anlatıyor olup biteni.
Oktay ve Ömer “Yerde tekmeleniyorduk ve gözümüze doğru ışık tutuyorlardı, hiçbir şey göremiyorduk. Bir süre sonra bayılmışız. Bizi bırakıp gitmişler. Kardeşim Bahtiyar’ın ‘abi abi’ diyen sesini duyarak uyandım. Uyandığımda yerde öylece yatıyorduk,” diye ekliyor.
"SENİ DE DÖVDÜLER Mİ ABİ"
Anlatılanların ne kadarının abartılı ne kadarının doğru olduğunu bilmem imkânsız elbette ama hepsinin hikâyesinde şiddetin izlerini bulmak hiç de zor değil. Kiminin vücudunda hala şiddetten kaynaklı yaralar var ve konuşmamız sırasında bazı izleri göstermekten çekinmiyorlar. Her şeye rağmen cezaevi psikolojisinin olan biteni abartabilen, olan ile olmayan arasındaki bazı çizgileri silikleştirebilen gerçeğini hep aklımda tutmaya çalışıyorum.
Dört duvar arasına sıkışan ve dışarıdaki hayattan soyutlanan insanların, başlarına gelen şeylerle baş etme yöntemleri, bazen gerçeği kurguya dönüştürebilirdi çünkü. Eğer Yunan adalarındaki bir ayı aşan maceramın sonunda Anılcan ile karşılaşmamış ve çıplak gerçekle yüzleşmemiş olsaydım, “acaba” şüphesi hep benimle olmaya devam edecekti belki de. Onun hikayesini son bölümde bulacaksınız.
Tüm saflığıyla “Seni de çok dövdüler mi abi” diyen Oğuz’un sorusuna verebileceğim tek cevabım var. O da “hayır” oluyor.
İsmimin İnterpol’ün arama sistemine sokulması ve pasaport kontrolünün hemen ardından başlayan gözaltı ve tutukluluk süreci boyunca, tek bir kaba söze, fiziksel şiddet veya kötü muameleye maruz kalmamıştım. Aksine hem nezarethane hem de cezaevine doğru yol alan süreç içinde, insani ve hukuki olarak her hakkım yerine getirilmişti.
Oğuz’un “hayır” dememe şaşırdığını fark etmiştim ama ona işkence, katliamlar ve açlık grevleri ile dolu bir özgeçmişim olduğunu elbette anlatmayacaktım. Ona dönemin siyasi bilincini anlatacak ne halim ne de gücüm vardı.
Onlar ise anlatmak istiyordu.
Hem nasıl sahipsiz kaldıklarını hem nasıl şiddet gördüklerini hem de “biz de Türkiye vatandaşlarıyız ve bir kez olsun vatandaş olduğumuz hatırlansın istiyoruz,” diyerek, bilinmek, görünmek ve hatırlanmak duygusunu haklı olarak yaşamak istiyorlardı.
“Bir diş macunu ve bir diş fırçasından mı ibaretiz biz abi?” sorusuna verebilecek bir cevabım yoktu. Çünkü cevap zaten sorunun içindeydi ve yanıtı deneyimleyerek alıyorlardı.
Yoksul ailelerin bıçkın çocukları olarak, tehlikeyle yaşamaya küçüklükten itibaren alışmışlardı. Bu tehlikeli yeraltı işlerini bazen övünerek, bazen utanarak, bazen de en bahsedilmesi gereken konu olarak görüp anlatıyorlardı. Havalandırma sohbetlerinde konu ne olursa olsun anlatacak bir hikâyeleri oluyordu. Anlattıkları şeylerin, konuşulan konu ile ilgisinin olması gerekmiyordu ama sanki öyleymiş gibi bir heyecanla yapıyorlardı bunu. Başkaları tarafından dinlenmeyi ve kendilerinin de bir hikâyelerinin olduğunu, çok şey yaşayıp gördüklerini herkesin bilmesini istiyorlardı ve evet, anlattıkları Türkiye’nin en yoksul kesiminin hayatta kalma mücadelesinden bağımsız değildi. İçinde bulundukları koşullardan “yırtmak” olarak gördükleri her işe gözü kapalı girmişlerdi. Birçoğunun suç sabıkası, gözü kapalı girdikleri işlerin bir sonucu olarak yoksulluk sicillerine işlenmişti.
Hiç ziyaretçileri gelmiyordu. Hangisine “ailen hiç ziyarete geldi mi?” diye sorsam, yüzlerinde tebessüm ile acı arasında oluşan bir ifade buluyordum.
Cezaevi kantininden satın alacakları telefon kartlarıyla ailelerini arayabilirlerdi ama sorun şu ki telefon kartı alacak paraları yoktu cezaevi hesaplarında. Bu yüzden elinde telefon kartı bulunan birinden, o kartı borç alarak aileleri ile konuşmaya çalışıyorlardı ve telefon kartı borcu, sigara borcu, sigara kâğıdı borcu gibi borç kalemleri oluşuyordu. Borçlar, kredi kartı borcunu diğer kredi kartıyla ödemeye çalışan insanların yaptığı gibi, içeride de birinden alınıp, diğerine veriliyor ve kapanamadan çoğalıp duruyordu.
‘BİR DİŞ FIRÇASINDAN İBARETİZ’
Salih, “kimsenin ziyaretçisi yok abi,” diyerek giriyor konuya. “Parası olmayanın ziyaretçisi olmaz. Ne kimsenin ailesinin vize alabilecek durumu var, ne de uçak, gemi için bilet alabilecek, bir otelde kalacak parası… Kimsenin umurunda da değiliz. Bakan çocuğu, zengin aile çocuğu değiliz ki bizimle ilgilenilsin. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyız ama gel gör ki bir diş fırçasından ibaretiz.”
Salih’in lakabı “lobici” kalmış. Salih dünyada yaşanan her şeyi uluslararası lobilerin işi olarak görüyor. Her meseleyi lobilere bağlamasıyla ün salmış. Benim gelmemle başlayan siyasi sohbetlerden memnun. “Oh be abi, kimseyle konuşulmuyor valla bu konular” diyerek, onu sabırla dinleyişime karşı duyduğu memnuniyetini dile getiriyor.
Salih 2018 yılında, tekne Rodos’a yakın bir yerde arıza yapıp, içinde bulunan 14 göçmen ile denizin ortasında kalınca, Sahil Güvenliği aramak zorunda kalmış.
Sahil Güvenlik tekneyi alıp kıyıya çekmiş ve içindekilerle birlikte Salih de merkeze götürülmüş. Üzerinde telefonu varmış Salih’in, telefonda Türkçe konuştuğunu fark etmeleriyle bir anda hava değişivermiş.
“Türk müsün, kaptan sen misin?” soruları üst üste yığılmaya başlamış. Salih kabul etmemiş kaptan olduğunu. “Çünkü kaptanların başlarına neler geldiğini biliyordum. Bu yüzden kabul etmedim,” diyor ama “Lan bu 14 kişinin içinde bir tek sensin Türk olan, kime yutturuyorsun, kaptan sensin, olmasan da senin üstüne kalacak” diyen sesten kurtuluş olmadığını da fark etmiş. Hızla bir tercüman getirmişler ve dört gün süren sorgu süreci başlamış.
Sorgu sırasında avukat isteyip, istemediğini sorduğumda, “ne avukatı abi dalga mı geçiyorsun?” diyerek sinirle gülüyor Salih.
Bu küçük söyleşilere başladığım andan itibaren herkese, sorgu sırasında avukatlarının olup olmadığını, sorgudan sonra bir doktor kontrolünden geçirilip, geçirilmediklerini, savcılığa çıkarıldıklarında gördükleri şiddetten bahsedip, bahsetmediklerini sordum ve aldığım cevaplar hiçbirinin sorgusunda bir avukatın olmadığı, hiçbirinin hastane kontrolüne götürülmediği oldu. En çarpıcı olanı ise çıkarıldıkları savcılara şiddet gördüklerini anlattıklarında, vücutlarındaki yara ve morarmış yerleri gösterdiklerinde, savcıların ya tebessüm ederek ciddiye almadıklarını, ya da “hoş geldin” dayağı bu, diyerek tebessüm ettiklerini duymuş olmamdı. Hiçbirinin yaşadığı şiddet savcılık kayıtlarına da girmemişti.
HERKESİN AKLINDA KALAN SARI KOLTUK
Salih, sorguya ara verildiğinde, iki kişilik bir sarı koltuğa oturtulduğunu, bu koltuğun oturma minderlerinin olmadığını ve oturulduğu anda içeri doğru çöküp, iki büklüm kaldığını anlatıyor. Bu sarı koltuğun “meşhur” olduğunu, aynı yerden geçmiş herkesin hafızasında edindiği kötü yerden anlıyorum.
Salih içine doğru çöktüğü koltukta otururken yediği ilk tokatla sarsılmış. Ellerinin arkadan kelepçeli olması ve iki büklüm haldeyken yediği sert tokadın yarattığı öfkeyle bağırmaya başlamış. Araya polisler girmiş ve alıp başka karakola götürülmüş.
Hızlıca ve yaşadıklarının üstünden atlayarak konuşuyor Salih; “Ve iki sene cezaevinde kaldıktan sonra serbest bırakıldım” diyor.
Asıl hikâyesi tahliye olduktan sonra başlamış. Aynı Gökhan gibi beş parasız cezaevinin kapısından dışarı bırakıldığını anlatıyor. Ne yapacağını bilmeden dolaşmaya başlıyor adada. Çalışma izni verilmediği ve kimse de bir kaptana iş vermek istemediği için öylece ortada kalıyor. Cezaevinden tanıdığı bir Afgan ile karşılaşıyor ve onun sayesinde göçmenlerin kaldığı ucuz bir otele yerleşip, beş-altı kişiyle bir odayı paylaşmaya başlıyor. Her gün iş arıyor Salih. Çaldığı her kapıdan eli boş çıkıyor. En sonunda bir market sahibi Türk ona iş veriyor ve gizlice orada çalışmaya başlıyor.
“Sadece karnımı biraz doyurmamı sağlıyordu ama kaldığım otelin parasını ödemem mümkün değildi. Kaçakçıların getirdiği göçmenlere yer ayarlama gibi mecburi bir çarkın içine girmek zorunda kaldım. Göçmenleri otele yerleştirmekten ibaret olan işim karşılığında hem otelde kalabiliyor hem de hayatımı devam ettirebileceğim, küçük miktarlarda para kazanıyordum. Hayatta kalabilmek için insan her riski alabiliyor işte,” diyor.
Bir ay sonra ara sıra gidip çalıştığı markete polisler geliyor ve kelepçeleniyor Salih bir kez daha. Liman polis karakoluna götürülüyor. Üçüncü katta bulunan bir rütbelinin yanına çıkarıyorlar. Yetkili ona tüm bildiklerini anlatmasını, anlatmazsa, kolunu, bacağını kırıp Türk sularına bırakacakları tehdidi savuruyor. Salih cevap vermeyince “bunu alın yan odaya götürün” talimatı veriyor. Hakaretler yağmaya başlıyor yan odada. “Konuşmazsan bayrak direğini kıçına sokacağız,” diyor bir başkası. “Yunancam çok iyi değil ama cezaevinde öğrendiğim kadarıyla anlıyorum basit konuşmaları, küfürleri” diyor Salih. Derken altı-yedi polisin tekme ve yumruklarla kendisine giriştiğini söylüyor. Şimdi cezaevinde, Yunanca bilmeyen diğer arkadaşlarına tercümanlık yapıyor Salih.
İsimler soruyorlar, resimler gösteriyorlar. “Gerçekten tanımıyordum,” diyor Salih. “Kaçak göçmenleri otellere yerleştirmek dışında hiçbir bağım yoktu ve işsizliğe, açlığa mahkûm bırakılmasaydım asla böyle bir şey yapmazdım,” diye ekliyor.
Bir koltuğa oturtuyorlar Salih’i. Kafasına bir kask geçiriyorlar. Nasıl bir kask? “Askerlerin taktığı miğfer gibi,” diyor.
“Soru soruyor ve ben daha cevabını veremeden copla kafama vuruyorlar ve her vurduklarında miğferin içindeki kafam sarsılıyor, gözlerim kararıyordu. Ajan olup, olmadığımı soruyorlardı. Neden bunu sorduklarına bir anlam veremiyordum. Bir süre sonra ara verdiler. Bana su getirdiler. Suyu içtikten bir süre sonra halüsinasyonlar görmeye başladım. İçtiğim sudan mı, yoksa kafama vurmalarından mı kaynaklıydı hâlâ bilmiyorum. Tekrar resimler göstermeye başladılar. Tanımıyorum dedikçe tekme tokat dövdüler ve bunun ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. İki yıl kaldığım cezaevi sürecinde öğrendiğim Yunancam vardı ama her şeyi anlatacak kadar değildi. Tercüman istedim, yok dediler. Avukat istiyorum dedim, yok dediler ve en son beni beş kişinin kaldığı bir odaya attılar.”
Odada ne düşündüğünü soruyorum Salih’e.
“Bunlar ya beni öldürecek ya da sakat bırakacaklar diye düşündüm ve çok korktum” diyor. “Bana pis Turko, Puşt Turko diyorlardı ve onlara korkudan hiçbir cevap veremiyordum, cevap versem ne olurdu onu da bilmiyordum. En sonunda bana bir tercüman getirdiler ama bu sefer de tercümanın önünde dayak yemeye başladım. Kaçak çalıştığım marketin sahibi bana bir avukat bulup yollamış. Avukat bana ne biliyorsan anlat, çıkaralım seni buradan diyordu. Ona vücudumdaki yaraları ve morlukları gösterip, çok ağrımın olduğunu ve bir doktor görmek istediğimi söyledim. Avukat bana hastanelik bir iş olmadığını söyleyip, ‘beni bunlarla uğraştırma’ dedi. Savcılığa çıkartıldım, ardından tutuklandım. O avukatı bir daha hiç görmedim ve bir ay önce çıktığım cezaevine böylece geri döndüm.”
Yüzüne bakıyordum. Yüzü gerilmişti anlatırken. Kimi zaman ciddiyetini kaybediyor, kimi zaman aşırı ciddileşiyordu.
Birden, “ha bir de beni bir duvarın önüne dikip, ne söylemem gerektiğini ezberletip kayıt aldılar” diyor. Aldıkları kayıtları beğenmedikleri için ‘yok, bu da olmadı, daha ciddi söyle’ diyerek defalarca tekrar tekrar çektiklerini söylüyor Salih. Ne söylettiklerini soruyorum Salih’e. “Kaçakçılarla birlikte nasıl çalıştığımı ve nasıl organize edildiğini falan işte” diyerek kesip atıyor.
Anlattıklarından çok, anlatmadıklarına dair merakımı bir türlü aşamıyorum ama onları sorularla zorlamak da bana acımasızca görünüyor. Hatırlamak bazen istemedikleri şeyleri gün yüzüne çıkarmaya ve travmalarını tetiklemeye yol açabilirdi çünkü.
Tıpkı demir kapıları kapatmak ve açmak için kullanılan demir sürgülerin sesine uykuda yakalanmamak için şafak vakti uyanıp, elbiselerimi giyinip ranzamda kapının açılmasını beklemem gibi.
Kos Cezaevi’nde de koğuşu birden askerlerin basacağı duygusundan sıyrılmadım bir türlü. Aştığımı düşündüğüm travmalarım yeniden peşime düşmüştü sanırım. 4 Ocak 1996 yılında bulunduğum Ümraniye cezaevinde yaşanan katliamdan kalma bu duygumdan, kimsenin haberdar olmaması, bilmemesi nedense bana iyi geliyordu ve cezaevinin gardiyanları, kapının demir sürgülerini, kimsenin uykusunu bölmemek için yavaş ve özenli açıyorlardı ve her sabah beni ranzamda uyanık buluyor, başlarıyla selam verip, sayımı tamamlayıp çıkıyorlardı.
YARIN: TÜRKİYE'NİN BAŞKENTİ ADANA