Sosyolog Cihan Tuğal: Batı hakimiyeti Erdoğancılığın kurmaya çalıştığı hakimiyetten farklı değil

Sosyolog Cihan Tuğal: Batı hakimiyeti Erdoğancılığın kurmaya çalıştığı hakimiyetten farklı değil
"AKP bugün Batı Akdeniz’e kadar asker gönderebiliyorsa, Rojava’yı büyük bir rahatlıkla bombalayabiliyorsa, bu hem ABD’nin on yıllarca mükemmelleştirdiği bir askeri aygıta sahip olmasından, hem de Batı’nın birçok şeye hala göz yummasından."

Artı Gerçek - Sosyolog Cihan Tuğal, dünyaca ünlü New Left Review dergisinin internet sitesinde yayımlanan Osmanlı’nın Dirilişi mi başlıklı makalesinde yeni - yeniden Osmanlıcı emperyal söylem ve hamlelerin Ukrayna savaşıyla canlanır gibi olduğuna işaret ediyor.

NATO üyesi Türkiye’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlara karşı çıkması, tahıl koridoruna arabuluculuk etmesi ve diğer girişimlere, NATO/Batı ittifakı-Rusya rekabetinde, taraflardan birinden yana olmak yerine bağımsız ilişki sürdürür görünüme dikkat çekiyor.

Türkiye her ne kadar kendini “Büyük Güçler arasında denge oluşturan devlet” gibi konumlamaya çalışsa da Tuğal bunun geçerliliği olmadığını, ancak ideolojik-kuramsal tutarlıktan, maddi gerçeklikten yoksun Osmanlıcılığın iç politik malzeme olarak her zaman iş gördüğünü belirtiyor: “Erdoğan’ın Suriye ve Irak operasyonlarıyla desteklenen, Türkiye’yi emperyal güç yapma vaadi sağcı tabanını harekete geçirip, muhalefeti pasifize etmeye yardımcı oluyor. ‘Ulusal güvenlik tehlikesi’ dendiği an, Kemalistler (hâlâ ağırlıkla CHP tarafından temsil ediliyorlar), Bozkurtların laik kanadı (İYİ Parti) ve liberal İslamcılar (Babacan’ın DEVA’sı ve Davutoğlu’nun Gelecek Partisi) hep birlikte AKP’nin arkasında saf tutuyor.”

Irak ve Suriye’de harekatıyla tam da bir yandan makalede belirtilen “milli güvenlik” iklimine yeniden girilirken, G – 20 Zirvesi sonrası NATO’nun acil durum toplantısına çağrılmayan Erdoğan, 2013’den beri “demokrasi katili, darbeci diktatör” ilan ettiği Mısır devlet başkanı Sisi’yle Dünya Kupası açılış töreni için gittiği Katar’da el sıkışıyor. Suriye’ye kara harekatı hamleleri yapılırken aynı sırada Esat’la barışma, el sıkışma zemini aranıyor…

2000’lerin başından beri Türkiye ve Mısır başta olmak üzere İslami hareketin seyrini inceleyen Cihan Tuğal’la 'Osmanlının Dirilişi mi' makalesini ve Türkiye’yi konuştuk.

Yale Üniversitesi tarih bölümü başkanı Alan Mikhail’in* Eylül 2020’de Time Dergisi’ndeki yazısı Recep Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı Aşkı Dünyayı Niye Endişelendirmeli başlığını taşıyor, bunu tehlike olarak nitelendiriyordu. Siz ise Osmanlı’nın Dirilişi mi diye soruyor ve aşkın da dirilişin de samimiyetten, gerçeklikten uzaklığını, imkansızlığını belirtiyorsunuz. Neden?

Bu tür yazıların kendisi asıl tehlike derdim ama, Mikhail’in yaptığı tahlil ve benzerleri “tehlikeli”den de öte. Bunlar Erdoğancılığın can suyu. Osmanlıcılık hayalinin imkansızlığından önce, mesele bu hayale nasıl yaklaşılması gerektiği. Anaakım medya ve akademiye göre, bu hayallerin kaynağında Osmanlı-Türk-İslam kültürü ve bu kültürün taşıyıcıları var. Erdoğan gibi. Erdoğancılar da aynı kanaatte. Oysa AKP’nin yapıp ettiklerine baktığımızda, bunların Türk veya Müslüman olmayan imparatorluk heveslilerinin edimlerinden çok da farklı olmadığını görüyoruz.

AKP Türkiye sınırları dışında kalan kaynakları tekeline almaya çalışıyor. Bu uğurda insan hayatını da, doğanın dengelerini de hiçe sayıyor. En kuvvetli argümanı da, oraların zaten “bizim” olduğu. Geçmişteki kontrolümüz kadar, İslam dininin de Türklere bu havza üzerinde özel bir hak tanıdığı düşüncesi ya da vehmindeler. Bunların Putin’in eylem ve argümanlarından farkı ne? Durumdan en çok rahatsız olanlar da, zaten bütün bu kaynaklar ve insanlar üzerinde asıl söz sahiplerinin kendileri olduğunu düşünen Batılı devletler.

Çoğunlukla liberal argümanlarla kurulan ama, yeri geldiğinde Hristiyan ve milliyetçi duygularla da beslenen Batı hakimiyeti de, temelde Erdoğancılığın kurmaya çalıştığı hakimiyetten çok farklı değil. Bu düzenin başını çeken Amerika Birleşik Devletleri özelinde tartışacak olursak, başkanların ve partilerin gelip gittiğini ama, ABD’nin Akdeniz ve Ortadoğu’ya yaklaşımının kendi dinamikleri olduğunu görüyoruz. Liberalizm, milli hissiyatlar ve dini yaklaşımlar elbette yer yer stratejileri ve tikel kararları belirliyor. Ancak Amerikan devletinin bölge üzerindeki kontrolünün sürdürülebilirliği söz konusu olunca, bunların ikinci planda kaldığı açık. Bunun en son örneği, Washington Post gibi köklü bir kurumun bir sözcüsünün katili bir rejimin dahi, açıktan açığa desteklenmesi. Biden yönetimi tarafından bin Salman’ın korunması, ya da en azından buna niyetlenilmesi. Hem de hukuki dokunulmazlık kalkanıyla!

'TÜRKİYE, BATI GÖZ YUMDUĞU İÇİN ROJAVA'YI BOMBALAYABİLİYOR'

Dünyadaki ve bölgedeki diğer devletler de, kendi siyasetlerini ABD hakimiyetinin devamlılığı ya da sarsılabilirliği üzerinden kurguluyorlar. Hareketlerini ona göre şekillendiriyorlar. Askeriyesi ve kapitalizmi belirli bir olgunluğa ulaşan devletler, diğerlerine göre daha cesur hamlelerde bulunuyor. Ya da olgunlaşmakta olan başka devletlerle ittifak arayışlarına girişip, gelecekteki manevra alanını genişletiyor.

Bütün bu ilişkilere bakmayıp, AKP’nin hamlelerini “Türk Türk’e benzer” ezberi üzerinden okumak, sadece körlükten ve sığlıktan değil. Kendi durduğu yerin üzerini örtme çabasından. Eğer ABD’nin 70 yıllık desteği olmasa, Türkiye Batılı liberallerin şu anda panik içinde anlattıklarını yapacak güce ve cürete de sahip olmazdı. AKP bugün Batı Akdeniz’e kadar asker gönderebiliyorsa, Rojava’yı büyük bir rahatlıkla bombalayabiliyorsa, bu hem ABD’nin on yıllarca mükemmelleştirdiği bir askeri aygıta sahip olmasından, hem de Batı’nın birçok şeye hala göz yummasından.

Bu yatırımlar geçmişte anti-emperyalist ve sosyalist hareketleri boğmak için yapılıyordu. 1990lar’dan itibaren ise radikal İslamcılığa karşı yapıldı. Özellikle ikinci hesabın geri tepmesi, ancak İslamcı hareketin seyri tahlil edilerek anlaşılabilir. O hareketin seyri de, Türk-İslam geçmişi hakkında korkulu ezberler üzerinden değil, Türkiye’nin ve İslamcılığın dünya düzeninde durduğu yerin tahlili üzerinden anlamlandırılabilir.

Son olarak, Osmanlıcılık hayalinin olmazlığına gelelim. Bu da Türk-İslam kültüründen (ya da AKP'lilerin iddia ettiği gibi, bunun eksikliğinden) kaynaklanan bir şey değil. Türkiye’nin göz diktiği yerler üzerinde doğru düzgün bir hakimiyet kurabilmesi için, çok sağlam bir kapitalizmi olması gerekiyor. Sağlam bir kapitalizm elbette önce içeride kurulacak, sonra dışarıya ihraç edilecek bir şey değil. İçeride halledilemeyen sorunların, emperyalizm aracılığıyla çözülmesi gerekiyor. AKP’nin kendini Türkiye sınırlarının dışında bulmasının arkasında yatan sebeplerden biri de bu zaten: Türk-İslam kültüründen çok, sermayenin çıkarları gerektiriyor bu taşkınlığı.

Ne var ki, bölgeye göz dikmiş yığınla devlet ortamda cirit atarken Türk hakimiyetini genişletmek, ekonomik gidişat üzerinde daha stratejik kontrole sahip kadroların yapabileceği bir şey ancak. Türk kapitalizminin neoliberalizm tarafından iyice perçinlenen patrimonyal yapısı, bu tarz sistematik bir devlet kapitalizmine izin vermiyor şimdilik. İşte bu yüzden AKP’nin hem siyasetçileri hem ideologları neoliberalizme karşı büyük laflar edip, iş icraata gelince geçmiş ekonomik pratiklerden çok kopamayan tutarsız adımlar atıyorlar. Bu da ekonomiyi iyice zora sokuyor.

Özetle, dünyanın dengelerine bakmadan, soruda andığınız Alan Mikail ve benzerleri gibi AKP’nin faaliyetlerini bir kişinin; Erdoğan’ın psikolojisine indirgemek, sadece kötü tarihçilik değil, ideolojik bir tercih. Yine de, liberalizm ve dini milliyetçilik nasıl Amerikan emperyalizminin özgül hattını şekillendirdiyse, Türkçü İslamcılık AKP emperyalizmini şekilliyor, bunu da inkar edemeyiz.

Çalışmalarınız adeta AKP’nin tarihine eşlik ediyor. 2000’lerin başından 2006’ya dek Sultanbeyli’deki saha çalışması da dahil olmak üzere “İslami Muhalefet”İn düzenle bütünleşerek iktidara dönüşmesini incelediniz. Bunu 2009’da yayımlanan ilk kitabınızda Pasif Devrim olarak nitelediniz. 1970’lerin Milli Nizam – Milli Selamet; 1980 – 1990’ların Refah – Saadet partilerine uzanan “milli görüş” hareketinden o gömleği çıkararak vücut bulan AKP ve İslamcılığın farkı nedir?

İslamcılığın karmaşık ve zengin bir tarihi var. 1920ler’den 1960lar’a daha çok bir tepki hareketi olarak şekilleniyor. Komünizm korkusuyla birlikte, liberal muhafazakarlığa daha da çok eklemleniyor. Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında, sıkı bir Amerikancılığa da şahit oluyoruz. 1970ler’in başlarından itibaren ise, hem sınıfsal hem entellektüel olarak farklı arayışlar meydana çıkıyor. Milli Nizam ve Milli Selamet, aslolarak ulusal kalkınmacı politikaların ve liberal muhafazakarlığın kayırdığı burjuvaziye karşı bir taşra burjuvazisi başkaldırısı. Kemalistlerin ve muhafazakarların yeterince ulaşamadığı bazı esnaf ve köylüleri de mobilize ediyor. Entellektüeller arasında ise, Seyyid Kutub gibi ideologların da etkisiyle, kapitalizm ve komünizm dışında “üçüncü yol” arayışları başlıyor. Marksizmin özellikle de Üçüncü Dünyacı yorumlarının da etkisi var bu arayışlarda. Kısa bir süreliğine, sola kayan CHP ile ittifak hep bir kafa karışıklığı ve/ya oportünizm olarak görülür. Oysa tam da bu sınıfsal dinamiklerden ve Üçüncü Dünyacılıktan ötürü, sahih toplumsal temelleri vardı bu yakınlaşmanın. Niye verimli bir yere gitmediğinin de hala yeterince araştırılmadığını düşünüyorum.

'TÜRKİYE'NİN YERLEŞİK DEVLET GELENEĞİ NE FAŞİZME NE ANTİ-FAŞİZME İZİN VEREMEZDİ'

Bunun birçok sebebi var ama konjonktürel olanı zikretmekle yetinelim şimdilik. Faşizmin ve anti-faşizmin belirleyici hatlar haline gelmesi, İslamcıları taraf seçmeye zorladı. Ve hem stratejik olarak daha kolay olanı, hem de toplumsal kökenlerine daha uygun olanı seçtiler. Yani aslolarak 1950ler’in liberalliğinden hızla uzaklaşan ve faşizme kayan muhafazakarlığı. Fakat bu kutuplaşma kısa sürdü. Türkiye’nin yerleşik devlet geleneği ve Amerikan emperyalizmiyle özel ilişkisi ne faşizme kayışa, ne de anti-faşizmin bir kitle hareketi haline gelmesine izin veremezdi. 12 Eylül’ün ekonomik belirleyenleri kadar bu yanını da görmek lazım. Bu noktadan sonra olanlar da İslamcılığın kaderini belirledi.

12 Eylülcüler, “sağ-sol çatışmaları” söylemine rağmen, sokak savaşlarında çok belirleyici rolü olmayan Milli Görüşçüleri de hedef aldı. Bununla birlikte, Süleymancılık’tan Gülencilik’e kadar uzanan geniş bir “İslami muhafazakar” bloğu devletin her kademesine yerleştirdi 12 Eylül. Sola karşı ana panzehir görevi göreceklerdi çünkü. Ülkücüler de palazlandı darbeden sonra ama, hem devletin hem toplumun güveni kırılmıştı bu kesime karşı. Bir tek Kürdistan’da kendilerine daha fazla alan açıldığı söylenebilir.

Darbeciler ve Amerika, İslami muhafazakarları, İslamcılığın muhalif yorumlarına karşı da bir silah olarak görüyorlardı. Aslında ne İslami muhafazakarlar ne de muhalif İslamcılar kendi içlerinde de yekpare bir blok değillerdi. Bu da sorunuza kısa bir cevap vermeyi zorlaştırıyor. Yine de, basite indirgeyecek olursa, Milli Görüşçülerin (Gülencilerin, Süleymancıların ve benzer çevrelerin aksine) İran Devrimi’nin daha çok etkisinde kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, 12 Eylül öncesinde ufak kıpırdanışlarla başlayan uyanış, daha konsolide bir “üçüncü yol”cu tehdit olarak algılanmaya başladı bu dönemeçte. 12 Eylül’ün resmi gerekçelerinden biri de zaten İran Devrimi ve bunun etkisinde şekillenen İslami mitinglerdi.

Halbuki, Milli Görüş’ün kendi bünyesinde, devletin bu algısına uymayan dinamikler şekilleniyordu uzun zamandır. Taşra burjuvazisinin bir kısmı, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar bir dizi ticaret ağları vasıtasıyla iyice palazlanmıştı. 1980ler’in serbest piyasacı uygulamaları bu süreci iyice hızlandırdı. Diğer taraftan da, aynı yıllarda yerel yönetimlerin gayet önemli hale gelmesi ve solun sahneden silinmesi, siyasi tecrübesini yoksul mahallelerde edinmiş Milli Görüş kadrolarının önünü açtı. Derinden bir burjuvalaşmanın yokluğunda ciddi bir tehdide dönüşebilecek bu kadroların önünde, artık yeni siyasi fırsatlar vardı.

Gençliklerinde Erbakan'la ve yaşlı kadrolarla aralarındaki çizgiyi kendilerini daha radikal, daha Üçüncü Dünyacı bir yere koyarak çizen genç kuşaklar, yaş kemale erince bu yeni açılımları kullanmaya karar verdiler. Milli Nizam ve Milli Selamet, sonra da Refah Partisi’nde, zaten Erbakan’dan daha merkez-sağcı (yani İslamcılıktan ziyade İslami muhafazakarlığa yakın) bir kanat vardı. Erdoğan’ın kendisi ise, en çok Erbakan’a yakın olmasına rağmen, tüm bu kanatlara belirli bir mesafesi olan biriydi. 28 Şubat darbesinin Milli Görüşçülüğün ipini çekmesiyle birlikte, bu konumunu partideki eğilimleri birleştirerek kullandı Erdoğan. Radikaller ve muhafazakarlarla birlikte, birçok Erbakancı da Üçüncü Dünyacılıktan kesinmiş gibi görünen bir kopuş yaşadı.

'MİLLİ GÖRÜŞTEN AKP'YE DEĞİŞMEYEN BİR OSMANLICI HÜLYA VAR'

AKP bu kopuşun meyvesiydi. Kırk yıldır Gülenciler’in durduğu yere gelindi bu süreçte. Ama şimdi bu çizgi, Gülen Cemaati’nde olduğu gibi elitlerin değil, sokak ve mahalle siyasetinde, sistem karşıtı retorikle pişmiş militanların eliyle yürürlüğe konacaktı. İşte bu alaşım sayesinde, İslami muhafazakarlığın Amerikancı, Türkçü, serbest piyasacı pratik ve inançları, elit ve düzen karşıtı bir söylemle yeni bir hayat buldu. 12 Eylül’de topluma zorla benimsetilen, Özal yıllarında geçici bir popülerliğe sahip olan bu etos, artık sadece devletin değil, toplumun da içselleştirdiği bir çizgi haline geldi. Pasif devrimden kastım bu.

Milli Görüş’ten AKP’ye değişmeyen bir Osmanlıcı hülya var yalnız, onu da vurgulamak lazım. Milli Görüşçüler, biraz Kutub ve Müslüman Kardeşler, biraz Şeriati ve İran etkisiyle, biraz da sınıfsal olarak durdukları yerden ötürü, Osmanlı’yı gayet “mağdun” bir yerden okuyorlardı. (“Mağdun” sözcüğünü İtalya’nın “fahri Güneyli” düşünürü Gramsci’nin kullandığı anlamda kullanıyorum: hakimiyet ilişkilerinde alt ve orta kademelerde bulunan, bu yüzden de fiiliyatta olmasa bile potansiyel olarak devrimci itkileri bulunan kesimler). Yine de, tüm bu etkilere rağmen Osmanlıcılık emperyal bir hülyaydı elbet, ve de “ötekiler” üzerinde bir hakimiyet hevesinden azade değildi. AKP, Osmanlıcılığın mağdun yanlarını çoğunlukla törpüledi. Yükselen İslami sermayenin daha saldırgan, eskisinde göre daha kibirli ideolojisi haline geldi Osmanlıcılık.


*Alan Mikhail: Erken dönem İslam dünyası, Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin çalışmalarıyla tanınan Amerikalı tarihçi. Osmanlı yönetimindeki Mısır’ı (1517 – 1882) doğa - iktidar ilişkisi yönünden konu ettiği Osman'ın Ağacı Altında kitabıyla Osmanlı ve Türkiyat Araştırmaları Derneği tarafından verilen Fuat Köprülü Kitap Ödülü'nü kazanmıştır.

The Animal in Ottoman Egypt kitabı, Yale Üniversitesi Betty MacMillan Center for International and Area Studies'in Gustav Ranis Uluslararası Kitap Ödülü'nü kazanmıştır. Yavuz Sultan Selim’in 500. Ölüm yıldönümünde; 2020’de yayımladığı God's Shadow (Allah'ın Gölgesi) bilimsel ve siyasal yoğun eleştirilerle karşılanmıştır.


CİHAN TUĞAL KİMDİR?

Kaliforniya Üniversitesi (Berkeley) Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenimini tamamladıktan sonra Michigan Üniversitesi’nde doktora yaptı. Boğaziçi Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi, Koç Üniversitesi ve Kaliforniya Üniversitesi San Diego’da dersler verdi. “İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi”ni incelediği ilk kitabı Pasif Devrim (2009) akademik çevrelerde olduğu kadar siyasal alanda da geniş tartışmalar yarattı. “Arap Ayaklanmaları İslami Liberalizmi Nasıl Yıktı” sorusunu tartıştığı Türk Modelinin Çöküşü 2016’da yayımlandı. İslamcılığı Türkiye, Mısır, İran ve Tunus üzerinden inceledi. Mısır ve Türkiye’de geniş saha çalışmasına dayanan Yoksullara Yardım’da “Liberal Bir Dünyada İslami ve Hıristiyan Hayırseverliği”ni ele aldı (Caring for the Poor: Islamic and Christian Benevolence in a Liberal World, 2017).


YARIN: ALTILI MASA'NIN TEMEL HESABI 'ESKİ AKP' MODELİNİ TEKRAR YÜRÜRLÜĞE KOYMAK

Öne Çıkanlar