Madımak Katliamı’nın 30. yıl dönümü: 'Alevilerin yası, eksik bir yas'
Oğulcan ÖZGENÇ
ANKARA - Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te yaşanan Madımak Katliamı’nın üzerinden 30 yıl geçti. Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gelen yazarları ve sanatçıları hedef alan katliamda 2’si saldırgan olmak üzere 37 kişi öldü. Her sene çeşitli etkinliklerle hatırlanan Madımak Katliamı, Alevi toplumu için büyük bir anlam taşıyor.
Katliamın Alevi toplumu için ifade ettiklerini, devletin katliam sonrasında yürüttüğü inkar ve cezasızlık politikasını, Madımak Oteli’nin bir utanç müzesi olması talebini Akademisyen Göze Orhon ile konuştuk. Orhon’a göre; katliam, Aleviler açısından bu ülkede yurttaş olmaya ilişkin bir zemin kaybı ve Alevi kimliğinin bütünleşik bir parçası.
Madımak Katliamı’nın üzerinden 30 sene geçti. Aleviler hala Türkiye’de kimlikleri tehdide açık bir topluluk…
Aleviler tarihin farklı dönemlerinde sayısız kez kırıma uğramış bir topluluk. Bu toprakların kadim halklarından biri olmasına karşın, kısa erimli bir bakış ile bile doksan-yüz yıllık bir kırımlar ve katliamlar tarihi duruyor arkamızda. Alevilere dönük nefret ve ayrımcılık bu ülkenin ruhu açısından kurucu ne yazık ki. Tıpkı 1970’lerin ikinci yarısında olduğu gibi, her türlü şiddet politikasına da entegre edilebilir. Çorum, Maraş katliamları Aleviler’e yönelik katliamlar olduğu kadar, toplumsal çatışmanın sinir uçlarından körüklenmesi gibi bir anlama da sahipti. Ama tüm bunlara karşın, Madımak Katliamı’nın toplumsal hatırlamayla ilgili özgül yanları olduğunu düşünüyorum.
‘MADIMAK KATLİAMI, BİR MASUMİYET KAYBI ANIDIR’
Nedir bunlar?
Birincisi, Madımak Katliamı açık biçimde Aleviler’e yönelmiş bir şiddet eylemiydi, ama diğer yandan da toplumsal vicdanda bir aydın katliamı olarak iz bırakmış bir olaydır. Madımak Katliamı’nda çok sayıda çocuk ölmüştür. Son on yılda Türkiye’de toplumsal vicdanda en ağır biçimde iz bırakan şeylerden biri Gezi’de, sonrasında Kürt illerinde çocuk ölümleridir. Bu açıdan farklı yönleriyle toplumsal bellekte yer etmiş bir olaydır. İkincisi, siyasal İslam’ın devlet örgütlenmesinde merkezi hükümet düzeyinde rol aldığı bir dönemde gerçekleşmiştir. Sivas Belediye Başkanı’nın kim olduğunu, faillerin avukatlarının kim olduğunu bugün hepimiz hatırlıyoruz. Son seçimlerde insanlar bir bloka oy verdi ve o blokun içinde katliamın sorumlularından biri vardı. Üçüncüsü, Madımak Katliamı yakın Türkiye tarihinin en ağır travmalarından biri olmasının yanı sıra, televizyonlarda canlı yayınlanmış bir katliamdır. Travma yazınının verdiği isimle, bir masumiyet kaybı anıdır, Türkiye toplumunun evlerinden oturarak insanların yakılarak öldürülmesini izlediği bir gündür 2 Temmuz 1993. Bunun Alevi toplumunun ve genel olarak Türkiye toplumunun farklı kuşakları üzerindeki etkisi üzerine düşünmek gerekir. Kişisel bir örnekle; ben kentli, beyaz, Sünni bir ailenin ortaokula giden çocuğu olarak “Alevi” kelimesini Show TV’de Madımak Katliamı görüntülerini izlerken duymuştum ilk kez. Bunun Alevi toplumu dışında kalan, daha genç nesillerden pek çok insan için geçerli olduğunu düşünürüm. Ama bir de uluslararası Alevi toplumun aynı görüntülerle katliamı izlediğini düşünün.
Madımak Katliamı Alevi kimliği için ne anlam ifade ediyor?
Madımak Katliamı, Alevi toplumu için kimliklerinin ve varlıklarının herkesin gözü önünde, devlet müdahalesi olmaksızın, hatta devlet tarafından zımni ya da açık biçimde teşvik edilerek tehdit ve yok edilebileceğine tanıklık ettikleri bir olaydır. Alevi yurttaşlar açısından bu ülkede yurttaş olmaya ilişkin bir zemin kaybıdır. Elbette hatırlamak ile kimlikler arasındaki karşılıklı ilişki düşünüldüğünde, Alevi kimliğinin bütünleşik bir parçasıdır.
‘TÜRKİYE’DE DEVLET HATIRLAMAZ, UNUTTURUR’
“UnutMADIMAKlımda” ifadesi Madımak Katliamı’nı anmak üzere dillendirilen kemikleşmiş ifadelerden sadece birisi. Bu ifadeyi nasıl kavramalıyız?
Politik olarak unutmak ve hatırlamak edimlerini birbirinin zıddı olarak düşünme eğilimindeyiz, ancak bu ikisi aslında yakın edimler. Aslında unutmaya sınırlarını veren, neyin, nasıl hatırlandığıdır. Ama bunun pratikte çok büyük bir anlamı yok. “Unutmak” ya da “unutmamak” politik ifadelerdir, “hatırlamak” da öyle. Türkiye’de toplumsal belleğin politik dilinin önemli bir terimidir “unutmamak”. Politik varoluşumuz bir katliamlar tarihinin içinden geçerek kurulur Türkiye’de ve katliamları, şiddet eylemlerini unutmamak, hatırlamak, kayda geçirmek, bu toplumun makbul olmayan bütün bileşenleri için başat dayanışma eylemleridir. “UnutMADIMAKlımda” da, Madımak Katliamı’yla ilgili, toplumun demokrat, eşitlikçi, adil bileşenleri arasında benzer bir dayanışma sözüdür. Akılda kalıcı ve anlatma kabiliyeti yüksek bir ifade olması, sosyal medyada da benimsenmesini sağladı ve 2 Temmuzlar’da bir dayanışma ağı içinde slogan haline geldi.
“Unutmadım” demenin, Alevi kimliği özelinde üstlendiği toplumsal işlev nedir?
Türkiye’de unutmama edimi, hep yurttaşlara, bu toplumun ötekilerine ve onlarla dayanışma içinde olan gruplara düşer, çünkü Türkiye’de devlet hatırlamaz, unutturur, dahası inkar eder. Dahası çeşitli yollarla hakikatten uzak biçimde geçmişi yeniden inşa eder. Türkiye’de bellek rejiminin başat ısrarı budur. Elbette bu, dünyadaki farklı örnekler üzerinden de konuşabileceğimiz bir durum ama Türkiye’de hatırlama ediminin toplumsal kimliklerin politize oluşu açısından merkezi ve özgül bir yeri var. Kimlik ve hatırlama arasındaki ilişki Türkiye bağlamı açısından çok önemli. Bu açıdan “UnutMADIMAKlımda” demek, Türkiye’de Alevi kimliğinin özerk biçimde ve eşitlikçi şartlar altında var olmasını savunmakla eş anlamlı.
‘TÜRKİYE’DE TEMEL KARAMOLLAOĞLU…’
Şili’de Pinochet, İspanya’da Franco… Pek çok toplumsal travmanın faili olan bu siyasi figürler, travma mağdurlarının yas süreçlerini kuşkusuz uzatmıştır. Madımak Katliamı’nı da toplumsal bir travma olarak ele alabiliriz. Buradan hareketle; Türkiye’de Madımak Katliamı’nın yası tutulabildi mi? Bu katliamın ardından Aleviler, iyileşebilecek bir toplumsal, siyasal atmosfer bulabildi mi?
Türkiye’de Temel Karamollaoğlu… diyerek devam edelim. Hep oradaydı ama seçime doğru daha belirgin biçimde yeniden zuhur eden bir figür oldu. Hatırlayacağınız gibi, Karamollaoğlu, katliam sırasında Refah Partisi’nin Sivas Belediye Başkanı’ydı. Yakın tarihte kendisine Madımak Katliamı sorulduğunda, “İnsanların ölmesi için böyle bir şey yapıldığı kanaatinde değilim. Ben bunu itham olarak görürüm. Niye beni utandırsın ki? Ben bunun ne sorumlusuyum ne de bu hadiselerin önüne geçmekle mükellef bir makamdaydım" demiş birisi. Türkiye’de geçmişe bakma, geçmişle yüzleşme süreçleri, son derece zor ve sıkıntılı konular zaten ama Karamollaoğlu’nun insanların oy verdiği, oy vermek durumunda kaldıkları bir politik ittifakın önemli bir figürü olmasının, Alevi toplumunda nasıl bir ruh hali yaratmış olabileceğini düşünelim istiyorum.
‘ALEVİ TOPLUMUNUN YASI, EKSİK BİR YAS’
Tartışmaya çalıştığım şey, Karamollaoğlu’nun o ittifakta bulunmasının doğruluğu ya da yanlışlığı değil. Bir katliamın politik sorumlusu olarak düşünülmesi gereken birinin; AKP karanlığından kurtulma, toplumsal dönüşüm, en basitinden siyasal iktidarın değişimi umutlarının faillerinden biri olarak ortaya çıkması arasındaki zıtlık. “İyileşmek” rasyonel bir bellek politikasının terimi mi, ondan emin değilim ama Alevi toplumunun yası elbette eksik bir yas. Toplumsal bir yas tutulmasının ön koşulu, bir katliamın toplumsal düzeyde tanınmasıdır. Açık ki buradan fersah fersah uzağız.
7 Aralık 1970’te Almanya Federal Cumhuriyeti Başbakanı Willy Brandt Varşova Gettosu Anıtı önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı için özür dilemişti. Bu özür, Alman toplumuna geçmişle yüzleşme fırsatı sunarak Yahudilerle ilişkilerin normalleşmesi bakımından önemli bir adımdı. Bu doğrultuda; Türkiye’de Madımak Katliamı için Alevilerden dilenecek gerçek bir özrün yaratacağı toplumsal imkanlar nelerdir?
Almanya’da genel olarak bir geçmiş politikasının üretilmesi olarak tarif edebileceğimiz süreç oldukça karmaşık. Sadece Yahudi Soykırımı’nın olmuş olmasıyla sınırlı kalmayan, Alman toplumunun nasıl teşekkül ettiğinden, edeceğinden, pratik olarak bir geçmiş politikasının bugüne nasıl entegre edileceğine uzanan, çok boyutlu, çok disiplini bir tartışmadır ve bir bellek politikası tartışmasının içine sığmayacak kadar da geniştir. Willy Brandt’ın “jesti” tüm bu geniş dizge içinde bir bileşendi ama şu açıdan önemliydi: Brandt uzun yıllar sosyal demokrat partinin liderliğini yapmış biri olmanın yanı sıra, bir devlet görevlisiydi. Yaptığı şey, Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı geçmişine dönük bir uzlaşma ve geçmişi bugünü şekillendirecek biçimde yeniden düşünme eylemlerinin başlatıcısı oldu. Resmi ya da gayrı resmi özürler; sınırları, anlamları, işlevleri, yarattığı açılımlar ve politik imkanlar çerçevesinde dünyada eleştirel biçimde tartışılan bir geçmiş politikası eylemi.
‘GERÇEK BİR ÖZÜR SORUMLULARIN YARGILANMASI İLE BAŞLAR’
Gerçek bir özrün koşulları nelerdir?
Özürler, devletlerin geçmişte işledikleri suçların tanınması, kabul edilmesi, kimi zaman telafi edilmesi açısından anlamlıdır ama politik ve toplumsal bir dönüşümü içermeyen, bunların eşlik etmediği tikel özürlerin genellikle politik manevralar olarak kaldığını görürüz. Türkiye’de çoktan kapanmış bir dönemin Dersim özrü ya da 12 Eylül yargılamaları söz ettiğim türden örneklerdir. Bugün Alevi toplumuna dönük bir özür ediminin de tek başına elbette bir anlamı olacaktır ama toplumsal barışın inşasına dönük bir geçmiş politikasının eşlik etmediği bir özrün getirileri de, anlamı da son derece sınırlı kalacaktır. Gerçek bir özür her şeyden önce sorumluların yargılanması ve cezalandırılması ile başlar, hakikatin ve bu sürecin topluma şeffaf biçimde anlatılması ile devam eder. Biz henüz sorumlular için kasıtlı biçimde cezasızlık sürecinin işletildiği bir noktadayız.
Alevi toplumu, katliamın gerçekleştiği Madımak Oteli’nin Utanç Müzesi olarak müzeleştirilmesi talep etmişti. Ancak katliamın gerçekleştiği otel, bir Kültür Merkezi oldu. Otelin utanç müzesi olmasına yönelik talebi nasıl ele almalıyız?
Madımak Oteli şu anda bir kültür merkezi. Ondan önce de, giriş katı bir süre lokanta olarak kullanıldı. Madımak Oteli’nin bir utanç müzesi olarak düşünülmesi, kapsayıcı ve yüzünü toplumsal barışa dönmüş radikal süreçlerin içinde düşünülmelidir. Tek başına da çok anlamlı bir talep. Benzer bir talep Diyarbakır Cezaevi için de savunulmuştu. Ancak “utanç”, geçmişte gerçekleşen, insanların zarar gördüğü, bugün hala kimliklerinin bir parçası olarak taşıdıkları edimin tüm hakikatiyle tanınması ve bunun sorumluluğunun üstlenilmesi neticesinde ortaya çıkar. Oysa, Türkiye’de geçmiş politikasının merkezinde inkar ve sessizlik durur. Bu, 20’nci yüzyılın tüm katliam ve kırımlarını kapsayacak biçimde devlet politikasıdır. Dolayısıyla da, Türkiye’de devlet “utanç”ın anlam evrenine yaklaşacak her türlü edimden uzak duruyor, durur.
‘HAKİKATİ ASKIYA ALMAK O KADAR KOLAY DEĞİL’
Devletin benimsediği bu politikanın işlediğini söyleyebilir miyiz?
Toplumsal hatırlama, tarihten farklı olarak müthiş bir direngenliğe sahiptir; bunun toplumsal hatırlamanın içkin bir niteliği olduğunu bile söyleyebiliriz. Katliamları, onu kimliğinin bir parçası yapmış nesiller var olduğu sürece unutturtamazsınız; aksine, geçmiş böylelikle başka bir güç kazanır. Öte yandan, belleğin var olma ortamı ve direngenliği ile dijital medyanın örgütlenme biçimi, yapısı arasında paralellikler var ve belleğin yeni varoluşları için dijital medya olanaklar sağlıyor. Yakın zamanda Madımak Katliamı Hafıza Merkezi dijital olarak açıldı. Bu ay içinde de dijital kütüphaneyi açtılar. Üzerine çok çalışılmış, çok paydaşlı, çok kaynaklı, farklı yöntemlerle derlenmiş bir bellek bakiyesi var orada. Dijital müze olarak devamı da gelecek bildiğim kadarıyla. Dünyada sıklıkla belleğin endüstriyelleşmesi tartışması yapılır ve bu bağlantı eleştirilirken, kendi öz finansmanıyla gerçekleşmiş, bağımsız bir yapı olmasıyla da önemli Madımak Katliamı Hafıza Merkezi. Ulusal ve uluslararası Alevi örgütlenmelerinin katkısıyla oluşmuş bir bellek uzamı. Dolayısıyla, geçmişin ve hakikatin kendini açığa vurmak için farklı ve umulmadık kanallar yaratması her zaman mümkün. Tüm bu olanaklar ve insan gücü karşısında “hakikati askıya almak” o kadar kolay değil.